22. Mezhep ne demektir?
Mezhep sözlükte gidilen yol demektir. Bir terim olarak ise mezhep, en kısa haliyle “dinin inanç, ibadet ya da siyaset alanıyla ilgili olarak ortaya çıkan yorumları ve bu yorumlar etrafında gelişen gruplaşmalar” anlamındadır.
Biraz daha geliştirilmiş haliyle mezhep şöyle tanımlanmıştır: “Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce bütünü, bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşme, bu ekolleşmelerin ürünü olan ilmî birikimdir.”
Bir düşünce yahut yorumun mezhep olabilmesi için dinin ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e referansta bulunması, kendine has yönteme sahip olması, ayrıca belli bir taraftar kitlesine sahip olması gerekir. Bu bağlamda âlimler, İslamiyet’in temel hüküm ve esasları çerçevesinde kalmak, Müslümanlar arasında iyi ilişkileri, ayrıca sosyal birlik ve beraberliği bozmamak şartıyla mezheplere ayrılmanın sakıncalı olmadığını kabul etmişlerdir. İslam tarihinde doğmuş ve gelişmiş mezhepler; itikadi, ameli ve siyasî olmak üzere üç grup halinde tasnif edilmiştir:
İnanç konularıyla ilgili olarak ortaya çıkan gruplaşmalar itikadi mezhepleri oluşturur. Matüridîlik, Eş’arîlik, Cebriyye, Mutezile gibi. Bunlar, dinin inanca yönelik esaslarıyla ilgili farklı görüşler ortaya koyan gruplardır.
İbadet konularıyla ilgili olarak ortaya çıkan gruplaşmalar ise fıkhî mezhepler yahut amelî mezhepler diye anılır. Hanefîlik, Şâfiîlik, Hanbelîlik, Mâlikîlik gibi.
Siyasî konularla ilgili olarak ortaya çıkan gruplar ise “siyasî mezhepler” biçiminde anılır. Hâricîlik ve Şiîlik gibi. Ne var ki, siyasî mezhepler zaman içinde inanç ve ibadet konularıyla ilgili olarak kendilerine özgü sistemlerini kurmuş ve böylece siyasî mezheplerin de itikadî ve fıkhî ekolleri oluşmuştur.
23. İtikadın mezhebi olur mu?
Mezhep dinin yorumlanması ve anlaşılma biçimi olduğu için itikadi konularla ilgili olarak da yorum farklılıkları kaçınılmazdır. Dolayısıyla itikadi konularda da mezhepler olur. Nitekim tarih boyunca Allah’ın sıfatları, kader-kaza bahisleri, ahiret ahvaline ait detaylarda çeşitli yorumlar, dolayısıyla da mezhepler ortaya çıkmıştır.
Mesela Kur’an-ı Kerim’de Allah’a “el”[215], “yüz”[216] gibi organlar yahut “gelme”[217] gibi fiiller izafe edilen ayetlerin anlaşılmasında yorum farklılıkları söz konusu olmuştur. Bu ayet ve hadislerdeki ifadeleri olduğu gibi kabul edip tevil etmeyenler “Selefiyye”yi oluşturmuştur. İslam coğrafyasının genişlemesi ve çeşitli çevrelerin soruları dolayısıyla bu tutum yetmemiş, bunun üzerine sonraki dönemlerde, bunları Kur’an-ı Kerim’de tasvir edilen uluhiyet anlayışına göre yorumlayanlar ve “Halefiyye” diye anılan kesimler zuhur etmiştir. Ehl-i Sünnet inancının düşünce ekolleri olarak gelişen ve aralarında çok az farklılık bulunan Halefiyye; Mâtürîdiyye ve Eş’arîyye adıyla anılmıştır.
Bu arada inanç konularıyla ilgili olarak aşırı anlayışlara sahip birtakım başka mezhepler de ortaya çıkmıştır. Ancak İslam ümmetinin ana gövdesini teşkil eden Ehl-i Sünnet, yorum ve anlayışlardaki esnekliği gözetmekle birlikte Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Sünneti çerçevesinde sağlam bir sistem oluşturmuştur.
24. Farklı mezhepten olan kimselere nasıl bakmalıyız?
Yüce Allah (c.c.) Bakara suresinin ilk ayetlerinde “hidayet”i tanımlamıştır. Buna göre “gayba inanan, namazını ikâme eden, Allah’ın verdiklerinden infakta bulunan, Hz. Muhammed’e ve ondan önceki peygamberlere indirilenlere inanan, ahiret gününe tam olarak iman eden” kimseler[218] Allah katında hidayet üzeredir. Dolayısıyla Allah’ın sıfatlarıyla yahut diğer iman konularıyla ilgili olarak detaylarda kendilerine has anlayış ve yorumlara sahip olan kimseler asla tekfir edilemez. Daha somut söylemek gerekirse Selefî olan bir kimse itikadi bakımdan Mâtüridî veya Eş’arî olan bir kimseyi veya Eş’arî olan bir kimse Selefî olan bir kimseyi tekfir edemez.
Hz. Peygamber (s.a.s.) tekfir konusunda titizlik gösterilmesini emretmiştir. Kendisi Medine toplumunda münafıkları bildiği halde onları tekfirden sakınmıştır. Ayrıca ümmetini “ben Müslümanım” diyen kimseleri tekfir etmekten uzak durmaya çağırmıştır.[219]
Dolayısıyla kişi ya da dinî alanda farklı yorum çevreleri açıkça küfrü benimsemiyorsa onların inanç, söz veya fiillerinden dolayı küfre girdiğini söylemekten kaçınmak gerekir. Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tavsiyelerini göz önünde bulunduran Ehl-i Sünnet âlimleri, “ehl-i kıbleden” olan bir bir kimsenin ya da mezhep mensuplarının günah yahut hatalarından dolayı tekfir edilmemeleri gerektiğini temel bir prensip olarak zikretmişlerdir.
25. Bazıları kendi cemaatlerinin hak olduğunu ileri sürüp bu cemaate dahil olmayanları tekfir ediyorlar. Acaba bu görüşlerin delilleri var mıdır?
Dinin yorumlara açık boyutu olduğu gibi yorumlar üstü diyebileceğimiz bir boyutu da vardır. Temel iman esasları, farzlar, helaller-haramlar bu ikinci boyutu teşkil eder. Dolayısıyla dinin “olmazsa olmazları” olarak anabileceğimiz “zaruriyyât-ı diniyye”yi kabul eden bütün gruplar, cemaatler “hak daire” içindedir. Yorumlara elverişli konularda ise hangi yorumun daha isabetli olduğu ancak ahirette anlaşılacaktır.
Her mezhebin ya da cemaatin kendini “hak” görmesini tabii karşılamak gerekir. Fakat bir grubun tekelci bir anlayışla sadece kendisini hak görüp diğerlerini tekfir etmesi doğru değildir. Zira Bakara suresinin başında Yüce Allah hidayeti tanımlayarak iman esaslarını benimseyen ve temel ibadetleri yerine getiren kimselerin kurtuluşa ereceğini belirtmiştir.[220] Hz. Peygamber (s.a.s.) de bizleri tekfirden uzak durmaya davet etmiştir.[221]
O halde Müslümanlar geniş düşünmeli, hiç kimse kendisini Müslüman gören bir kimseyi tekfir etmemeli, hatalı düşünce ve tutumlar varsa hikmetli bir şekilde açıklama yapılmakla yetinilmelidir.
26. Mezhepleri nasıl anlamak gerekir?
İslam’ın temeli Kur’an-ı Kerim ve onun bir bakıma hayata yansıtılması demek olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine dayanır. İslam’a muhatap olan ise birey ve bireylerden oluşan toplumdur. Her bireyin kendine has gerçekliği olduğu gibi her toplumun da kendine has gerçekliği vardır. Söz gelimi Hicaz bölgesi insanı ve toplumu ile Orta Asya yahut Afrika insanı ve toplumu yahut Balkan insanı ve toplumunu aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. Birey ve toplum kendi gerçekliğine bağlı olarak dine muhatap olur; dini anlar ve yorumlar.
Öte yandan tıpkı birey ve toplum gibi gerek Kur’an-ı Kerim’in gerekse de Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetlerinin de kendine has gerçekliği vardır. Lafızların açık ya da kapalı olması, ayetlerin muhkem ya da müteşabih bulunması gibi.
İşte genel anlamda mezhep bu gerçeklik ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkan zümreleşmelerdir. Başka bir ifadeyle dinin anlaşılma ve yorumlanma biçimleridir.
Dolayısıyla din ile mezhebi asla aynîleştirmemek gerekir. Din ilahî, mezhep ise beşerîdir. Din vahye dayanır, mezhep ise vahyi anlama biçimine dayanır. Din değişmez, mezhepler ise farklılık arz eder.
Sonuç olarak mezhep tarihsel ve sosyolojik realitedir. Aslolan dinin kendisidir. Doğru olan mezhep vakıasına bu açıdan bakmak, anlamaya çalışmak; ancak kendi mezhebimizi dinin yerine koymamak, en geniş haliyle İslam dairesi içinde kaldıkça her yoruma ve gruba saygı göstermektir.
Fetih, 48/10.
Bakara, 2/115.
Fecr, 89/22.
Bkz. Bakara, 2/2-5.
Buharî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “İman”, 27.
Bakara, 2/2-5.
Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “İman”, 26; Tirmizî, “İman”, 16.