57. Bazı kimseler, “Demokrasi bir şirk düzenidir. Yönetme ve kanun yapma Allah’a aittir.” diyorlar. Bu bağlamda beşerî kanunların hakemliğine başvurmanın hükmü nedir?
İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet, devlet ve toplum yönetimi için belirli bir siyasi rejim, hükümet modeli ve sistem önerisinde bulunmamıştır. Onların esaslı hedefleri; yönetime hâkim olacak genel ilkeleri tespit etmek, değişmez ilahî yasalara işaret ederek insanlık için her bakımdan en uygun çerçeveyi çizmek olmuştur. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra devlet başkanlığı ve toplum yönetimi sorumluluğunu üstlenen Hulefâ-i Râşidin’in (r.a.) izledikleri yöntemler de bu genel çerçeve içinde kalmak kaydıyla dönemsel şart ve ihtiyaçlara göre farklılıklar arz edebilmiştir. Şu halde devlet yönetimi dinî olmaktan çok, dinin genel ilkelerine bağlı olmak şartıyla beşerî bir niteliğe sahiptir.
İslam’ın devlet yönetiminde öngördüğü genel ilkeler özetle şunlardır:
Nihai hâkimiyet Allah’a aittir. Yani yasama, yürütme ve yargı şer’î kurallarla uyumlu olmalıdır.
Karar alma mekanizmalarında görüş alışverişi yani şûra esastır.
Hakka teslimiyet ve kanuna itaat esastır. Bir diğer ifadeyle hukuk devleti tesis edilmelidir.
Temel insan hakları güvencede olmalıdır.
Görevlendirmeler adalet, ehliyet ve liyakate göre yapılmalıdır.
Sosyal adalet temin edilmelidir.
Açık toplum ideali korunmalıdır.
İşte bu genel ilkelere uyan herhangi bir yönetim biçimi dinen de meşrudur. Söz konusu yönetim biçiminin “Monarşi”, “Cumhuriyet”, “Demokrasi”, “Başkanlık” veya “Yarı Başkanlık” ya da “Parlamenter” sistem olması bir ayrıntıdır ve bunlardan hangisinin benimseneceğine toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda karar verilecektir.
Demokrasi, en genel anlamıyla “halk yönetimi” demektir. Yani yöneticiyi seçmede ve yasaların belirlenmesinde kamuoyunun genel tercihi belirleyici sayılmıştır. Halkın kendisini bizzat ve doğrudan yönetmesi kalabalık toplumlarda fiilen mümkün olmadığı için bunu sağlayacak farklı yöntemler geliştirilmiştir. Günümüzde en çok bilinen demokratik yönetim biçimi, kurulan siyasal partiler aracılığıyla yönetime talip olunması ve halkın da özgür iradesiyle bunlar arasından seçimde bulunması yöntemidir. Bu yöntemin, yukarıdaki genel ilkeler çerçevesini taşmamak kaydıyla İslam’a aykırı olduğu söylenemez. Zira Kur’an, iki ayrı ayette toplumu ilgilendiren önemli işlerin mutlaka şûra ile yani toplumsal istişare ile karara bağlanmasını emretmektedir:
“İş konusunda onlarla müşavere et!”[373];
“…Onların işleri, aralarında şûra (danışma) iledir..”[374].
Hz. Peygamber (s.a.s.) de hem bu emirlerin gereğini yerine getirmek hem de ümmetine bu alanda da örnek olmak için toplumu ilgilendiren konularda hep istişare ile karar almıştır. Öyle ki sahabiler, Hz. Peygamber (s.a.s.) kadar istişareye önem veren bir kimse görmediklerini söylemişlerdir.[375] Karar alma süreçlerinde halkın görüşünün belirleyici olduğunun en somut göstergelerinden birisi de Uhud Savaşıdır. Hicretin 3. yılında Mekkeli müşrikler savaşmak için Medine’ye yönelince Hz. Peygamber (s.a.s.), her zamanki gibi konuyu istişareye açmış, kendisi Medine’de savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını öneren çoğunluğun görüşüne uymuştu.[376]
Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) vefatından sonra yönetimi kimin üstleneceği sorunu, Ensar ve Muhacirinin birlikte müzakeresi ile çözümlenmiş, yani halk karar vermiş; sonraki devlet başkanları da aynı şekilde halkın onayıyla (bey’at) işbaşına gelmişlerdir.
Şu halde adına demokrasi veya başka bir şey densin, halkın doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla kendisini yönetmesi şirk göstergesi değildir. Böyle bir yönetim biçiminde farklı görüşlerin ortaya çıkması ve bunların partileşmesi de sonucu değiştirmez. İstişare demek farklı görüşlerin müzakere edilmesi demektir. Genişleyen toplumlarda farklı görüşlerin bir çatı altında partileşmesi de yadırganacak bir gelişme değildir. Tıpkı geçmişte ictihat farklılıklarının (hılâf, ihtilâfü’l-ulemâ) zamanla birer müstakil mezhep haline gelmesi gibi, farklı toplumsal talep ve görüşlerin birer siyasal parti halinde örgütlenmesi de dine açık bir aykırılık teşkil etmez. Bu yönetim tarzında önemli olan nokta, halkın iradesinin ve parti programlarının Kur’an ve Sünnet’in çizdiği çerçeveyi aşmamasıdır. Esasen Müslüman duyarlılığı buna müsaade etmez. Ümmet hata ve dalalet üzerinde birleşmez. Bir diğer ifadeyle Müslüman halk, İslamî değer ve hükümlerle çelişen bir kararı zaten almaz, alamaz; şu veya bu sebeple farkında olmadan alınmış olsa bile bunu uygulamaz.
Demokrasilerde kanun yapmanın yani yasamanın şirk ile ilişkisine gelince, burada önce temel İslamî yaklaşımı hatırlamak yerinde olur: İslam’a göre hukuki hâkimiyet yani yasaların meşruiyeti Allah’ın iradesinden kaynaklanır.
“Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur.”[377];
“Rabbinizden size indirilene uyun. Onu bırakıp başka dostlara uymayın!”[378];
“Allah ve Rasülü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”[379];
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.”[380]
Söz konusu ilahî iradenin açık ve kesin buyrukları herkesi bağlayıcı olarak ve değişmemek üzere yürürlüktedir. Fakat doğrudan ele almadığı konularda bu iradenin hayata aktarılması, hukuki boşlukların doldurulması, yeni ortaya çıkan meselelerin bu çerçeveye uygun olarak çözümlenmesi, daha açık ifadesiyle yeni yasaların çıkarılması ise içtihatla olur. Bir yasama faaliyeti olarak da değerlendirilebilecek olan içtihat, beşerî bir faaliyet olup Müslüman âlimler ve uzmanların, klasik literatürdeki isimlendirmesiyle ehlü’l-hal ve’l-akd denen heyetin müşterek çalışmasıyla somutlaşır. Bu iş bizzat yasama meclislerinde gerçekleşebileceği gibi, istişare kurullarında da gerçekleşebilir. Öyleyse yasamanın kaynak ve yöntemleri İslam’a göre meşru olduğu sürece, ilgili meclis ya da kurulların çıkardığı yasalar da meşrudur.[381] Bu bağlamda söz konusu olabilecek ihlaller varsa, dinî kurallar göz ardı edilerek usulüne uygun olmayan yasalar çıkarılmışsa bir günahtan bahsedilebilir. Ama unutulmamalıdır ki, Ehl-i Sünnet itikadına göre amel imandan bir cüz değildir ve büyük günah, onu işleyeni kâfir/müşrik yapmaz.
Demokrasi denince halk iradesi ve idaresi adına bazı seküler veya nasyonal yönetim biçimlerinin varlığını ileri sürerek olgunun kendisini gayrimeşru ilan etmek sağlıklı bir değerlendirme olmaz. Aynı şekilde Batı tecrübesini tek örnek gibi görüp parti yapılanmasını, muhalefet örgütlenmesini “fitne” saymak da kötü uygulamanın esası perdelemesi anlamına gelir.
58. Şeriatı tatbik etmek bir hükümetin meşru sayılması için yeterli midir?
Yönetimin meşruiyeti için birden çok gereklilik vardır. Bunların başında o yönetimin meşru yollarla işbaşına gelmiş olması bulunur. Bunu hükümet etme şeklinin şûraya dayanması izler. Şer’î hükümlerin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin hâkim olması, adaletin gözetilmesi, haksızlıkların giderilmesi, Müslüman toplumun denetimine ve gerektiğinde azline açık olunması, İslamî ideallerin gerçekleştirilmesi için gayret sarf edilmesi meşruiyeti sağlayan diğer gerekliliklerdir.
“Onlar, şayet kendilerine yeryüzünde yönetme/iktidar imkânı verirsek, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, iyiliği emreden kötülüğü yasaklayan kimselerdir. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir.”[382];
“Yarattıklarımızdan hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır”[383];
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”[384];
“İş konusunda onlarla müşavere et!”[385];
“…Onların işleri, aralarında şûra (danışma) iledir..”[386] ayetleri ile;
“Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adaletli devlet başkanıdır”[387];
“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.”[388];
“Devlet başkanlarınızın en hayırlısı, sizi seven ve sizin tarafınızdan sevilen, size dua eden ve sizin duanızı alan kimselerdir. Devlet başkanlarınızın en kötüsü de, size buğzeden ve sizin buğzunuza hedef olan, size lanet eden ve lanetinizi alan kimselerdir.”[389];
“Masiyet (şer’î hükümlere aykırı bir şey) ile emrolunmadıkça dinleyip itaat etmek gerekir. Fakat bir masiyet emredilmişse dinlenmez ve itaat edilmez.”[390] hadisleri, meşruiyetin ana unsurlarına işaret etmektedir.
59. Mücadelede öncelik Müslümanların topraklarında bir İslam devleti kurulmasında mıdır, yoksa dış düşmanlara karşı cihadda mıdır?
Bir Müslüman için öncelikli görev imanını güçlendirmek, mekarim-i ahlak sahibi olmak, kendi nefsini arındırmak ve İslam’ın amelî gerekliliklerini aksatmadan yerine getirmek olmalıdır. Çünkü;
“Herkes kazandığı karşılığında rehindir.”[391];
“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?”[392]
“O (Allah), hanginizin daha güzel amel yapacağınızı sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.”[393]
Bu bireysel arınma ve donanmadan sonra Müslüman kişi yakın çevresinden başlayarak insanları doğruya davet eder.
“Önce en yakın akrabanı uyar!”[394];
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[395];
“Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak. Hiç kimsenin kazandığı yüzünden mahrumiyete sürüklenmemesi için Kur’an ile öğüt ver. Yoksa ona Allah’tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi. (Kurtuluşu için) her türlü fidyeyi verse de bu ondan kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanıp kalmalarından dolayı onlara çılgınca kaynamış bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.”[396]
İslam’ın insanlara tebliği ve onları dine davetin yöntemi de Yüce Allah tarafından bildirilmiştir:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”[397];
“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.”[398]
Bunlar belli bir meşruiyet çerçevesinde ve yöntemsel bir tutarlılık ve süreklilikle yapılırsa toplumun ıslahı yani İslamî değer ve kurallar yönünde dönüşümü kendiliğinden meydana gelir. Toplumun kendi iradesiyle sağlıklı dönüşümü de siyasal yapıyı olumlu biçimde şekillendirir. Hal böyle olunca artık “devlet” talebi de kendiliğinden karşılanmış olur. Bu noktadan sonra İslam’a ve Müslümanlara düşmanca tavır takınanlar ve bu tavırlarını eyleme dönüştürenlerle fiilî mücadele süreci başlayabilir.
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.”[399];
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[400]
Yalnız bu mücadele mutlaka bir hiyerarşik düzen ve akl-ı selime dayanan plan dâhilinde yapılır. Hiç kimse kendiliğinden “cihad” ilan edemez.
60. Rejim ve devletin tekfir edilmesinde olduğu gibi, devletin savcısı, hâkimi, polisi ve askeri de tekfir edilecek midir?
Ehl-i Sünnet inancına göre, ilahî hükümlerin uygulanmaması bir rejimin veya devletin İslam dışı kabul edilmesi için kendi başına yeterli değildir. İslam’ın kat’î naslara dayalı kesin inanç ve amel esaslarını inkâr, İslamî değerleri tahkir ve Müslümanlara karşı inançlarından dolayı düşmanlık beslemek gibi tutum ve davranışlar küfrü gerektirir.[401] Dolayısıyla İslamî kuralları inkâr etmemekle birlikte onları uygulamayan devlet yöneticileri, sırf bu tutumları sebebiyle tekfir edilemezler. Olsa olsa uygulamadıkları için günah işledikleri söylenebilir. Tıpkı inandığı halde namazını kılmayan, miras taksimini nasların belirlediği hisselere göre yapmayan Müslümanlar gibi.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) farklı hadislerinden anlaşıldığına göre kelime-i tevhidi söyleyenler, kıbleye yönelip namaz kılanlar ve Müslümanların kestiği hayvanın etini yiyenler tekfir edilmezler.[402] Bir Müslümanı tekfir etmek çok büyük sorumluluk doğuracağından bu konuda son derece dikkatli ve duyarlı olmak gerekir. Zira Allah Rasûlü (s.a.s.), Müslümana “kâfir” diye hitap eden kimsenin kendisinin küfre gireceğini haber vermiştir.[403]Bu hassasiyeti her zaman göstermiş olan İslam âlimleri, bir kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbinde bulunan inancı mutlaka bilmek gerektiğini söylemişler, buradan hareketle de bir kâfiri Müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir Müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuşlardır. Hatta “100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir.” demişlerdir.[404]
Bu bağlamda, İslam inanç ve değerlerini açıkça reddeden bir devletin memuru olarak görev yapan yargı ve emniyet mensupları sırf bu sıfatları yani o devletin memuru olmaları dolayısıyla kâfir olmazlar. Bu kişiler, içinde yaşadıkları toplumun huzur ve asayişi için gayret sarf edebilirler. Dinin açıkça yasaklamadığı işlemleri yapabilir, bunun karşılığında maaş alabilirler. Her ne kadar farklı yorumlamalara açık olsa da tıpkı Hz. Yusuf’un (a.s.), imanı ve inkârı hakkında bilgi sahibi olamadığımız Mısır kralının hükümetinde maliye bakanlığı yapması gibi. Fakat İslam’a aykırılığı aşikar olan görevleri yerine getirmek bunun dışındadır.
“İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”[405] ayeti bu husustaki temel tavrın ne olması gerektiğini açıklamaktadır. Öyle durumlarla karşılaşan memur yapabildiği ölçüde emredilen günah işi yerine getirmekten kaçınır; kaçınamadığı durumlarda söz konusu görevi bırakır ve kendisine dinen meşru olan bir başka iş bulur. Bu da mümkün değilse, oradan bir başka yere hicret eder.
Konuyu bitirmeden, farkında olmadan bazı yanlış inançları benimseyen kimsenin tekfir edilip edilemeyeceği meselesine değinmek yerinde olacaktır. İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre gerek inanç gerek amel konularındaki bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Böyle olmakla birlikte mazeretin sürekli olması da doğru bulunmamış, bundan dolayı Müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi ihmal edilemeyecek dinî bir görev sayılmıştır.[406]
61. “Kâfirlere karşı dostluk beslemek, sömürgeci güçlerle diyalog kurmak haramdır. Bunlarla ancak cihad vardır. Bugün ehlikitap yoktur, ehlişirk vardır.” diyorlar. Bütün bu söylenilenler doğru mudur?
Dostluktan kasıt; sevgi beslemek, hoş görmek, sırdaş edinmek, çok samimi davranmak, Müslümanları dışlayarak onlarla beraber olmak ise, kâfirlerle bu anlamda dostluk kurulamayacağı birçok ayette vurgulanmıştır:
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”[407];
“Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.”[408];
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve öteki kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.”[409];
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.”[410]
Fakat onlarla komşu olup bir arada yaşama kuralları doğrultusunda iyi ilişkiler kurmak, alış-verişte bulunmak ve insani çerçevede yardımlaşmak bu kapsamda değerlendirilmez. Bunlar meşrudur; hatta meşruiyetin ötesinde müstahsendir. Zira Kur’an ve Sünnet’in insanlığa sunduğu “hayat çağrısı” ile Müslümanların sahip olduğu ahlaki erdemler, kurulacak bu iyi ilişkiler yoluyla onlar tarafından tanınır ve zamanla benimsenmesinin kapıları aralanır.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti yanında özellikle;
“…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez”[411];
“Bu yüzden biz İsrailoğullarına bildirdik ki, bir cinayetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olarak işlenmesi dışında, kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur…”[412];
“Eğer onlar barışa yönelirlerse, sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..”[413];
“İçlerinden zulmedenler hariç, ehlikitapla en güzel şekilde mücadele edin!”[414];
“Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Allah, yalnızca din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zalimler işte onlardır.”[415] meâlindeki ayetleri, toplumlararası ilişkilerdeki ilkesel tavrın barış içinde bir arada yaşama yönünde olduğunu göstermektedir.
Genel ilke bu olmakla birlikte Müslümanların inançlarına ve varlıklarına düşmanlık besleyenlerle de mücâdele edilir.
“Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!..”[416] mealindeki ayetler, gerektiğinde bu mücadelenin en ağır şekli olan savaşın da gündeme gelebileceğine işaret etmektedir. Burada tekrar ifade edilmelidir ki, savaş en son seçenektir ve Müslüman varlığını koruma amacına matuftur. Bu sebepledir ki, İslam’ın ana kaynakları sırf konjonktürel gerekçeler ve dünyevî yararlarla hasmane ilişkileri tırmandırmayı doğru bulmamış; İslam ülkesi ve Müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşları kınamıştır.[417] İnsanın yaratılış itibariyle masum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler[418] canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yok etmeyi ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın özü itibariyle güzel/hasen bir olgu olmadığını belirtmişlerdir.[419] Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş asla gündeme gelmez.
Ehlikitap nitelemesi bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’de genellikle Yahudi ve Hristiyanlar için kullanılmıştır. Ayetlerde otuz bir defa geçen bu tamlama yanında “Ehlizikir, Ehliincil, yehûd ve nasârâ” tabirleriyle de aynı kesim kastedilmiştir. Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanların okudukları Tevrat ve İncil, Ehlikitap ile ilgili ayetlerin Hz. Peygamber’e (s.a.s.) indiği zamandaki kitapların aynısı, bunların inanç biçimleri ve ibadetleri o zamandakilerin inanç ve ibadetleriyle aynı, keza Müslümanlara karşı tutumları da aynı olduğu için bu gün yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar da ehlikitap sayılır. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’in ehlikitaba yönelik hükümleri aynen bugün yaşayanlar için de geçerlidir.
Ehlikitapla bir toplumda yaşamak söz konusu olduğunda nasıl bir ilişki tarzı geliştirileceğinin temel parametrelerini şu ayetlerde bulmak mümkündür:
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz Müslümanlarız’.”[420];
“İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir (aynı ilahtır). Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz.”[421];
“(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.”[422];
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve öteki kâfirleri dost edinmeyin. Eğer müminler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.”[423];
“Bu gün size temiz ve hoş şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlarla daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helaldir. Her kim de inanılması gerekenleri inkâr ederse bütün işlediği boşa gider. Ahirette de o ziyana uğrayanlardandır.”[424]
62. İslamî hükümlerin yürürlükte olmadığı bir devlette vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getirip getirmeme konusunda İslam’ın görüşü nedir?
Müslüman için evla olan, bir Müslüman toplumda yaşamaktır. Bir Müslüman dininin bütün gereklerini en ideal düzeyde ancak Müslümanların hâkim olduğu bir yerde yerine getirebilir. Bununla birlikte Müslüman kişi hayatını ve inancını koruyabildiği her yerde yaşama hakkına sahiptir. Eğitim, maişet temini, resmi görev, İslam’ı tebliğ veya başka bir sebeple dünyanın herhangi bir yerine yerleşebilir. Bu yer İslam’ın yürürlükte olmadığı bir devlet toprağı da olabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) amcası Abbas’a (r.a.) dininin emirlerini yerine getirmeye gücü yettiği için diğer pek çok Müslümanın aksine fetihten önce Mekke’de kalıp ikamet etme izni vermiştir.[425] Ayrıca;
“Fetihten sonra hicret yoktur; ancak cihad ve niyet kalmıştır. Cihada çağrıldığınızda icabet edin!”[426] buyurarak hicret yükümlülüğünün belli şart ve süreçlerle ilgili olduğuna işaret etmiştir.[427]
Eğer topraklarında yaşanan o devlet Müslümana vatandaşlık hakkı tanırsa, bunu kabul eden Müslüman vergi vermek, askerlik yapmak, emniyet ve asayişin sağlanmasına katkıda bulunmak, kanunları ihlal etmemek gibi toplumsal yaşamın ve sözleşmenin gereği olan vatandaşlık görevlerini yerine getirir. İslam inanç esaslarına ve hukuk kurallarına aykırı talepleri ise yukarıda dile getirildiği üzere dikkate almaz.
Dâru’l-İslamın dışında yaşayan Müslüman, dinî açıdan baskıya maruz kalır, can ve mal güvenliğini tehdit altında hissederse, orayı terk ederek Müslümanların arasına hicret eder. Gücü yeten ve imkân bulanlara bu hicret âlimlerin çoğunluğuna göre farzdır.
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”[428];
“Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya, melekler onlara: ‘Ne durumdaydınız?’ dediklerinde onlar, ‘Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamakta zayıf ve güçsüz kimselerdik’ derler. Melekler de, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!’ derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir. Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır. Umulur ki Allah bu kimseleri affeder. Çünkü Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[429] ayetleri ile;
“Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe sona ermez.”[430];
“Kâfirlerle savaş devam ettiği sürece hicret sona ermez.”[431] hadisleri bu hükmün ana dayanağını teşkil etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in;
“Müşrikler arasında yerleşip ikamet eden Müslümandan beriyim.”[432];
“Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın. Zira kim onlarla bir yerde oturur ve onlara karışırsa onlar gibidir.”[433] sözleri, baskılara maruz kalan Müslümanlarla ilgilidir ve bu durumda gayrimüslim hâkimiyetindeki yerlerde ikamet etmenin yasak olduğunu beyan etmektedir.[434]
Şu halde dinini rahatça yaşayabilmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, kimliğini ve neslini koruma endişesi taşımaması kaydıyla Müslüman birey dilediği yerde yaşayabilir ve o devletin vatandaşı olabilir. Vatandaşlık görevlerini İslam’a aykırılık teşkil etmediği sürece yerine getirir. Aykırılık teşkil edenlerden “din ve vicdan özgürlüğü” ilkesini ileri sürerek uzak kalır; bu yönde baskılara maruz kalırsa da hicret seçeneğini kullanır.
63. “Devlete vergi verilmez, askerlik yapılmaz” anlayışını savunuyorlar, bu konuda sizin görüşünüz nedir?
İnsanlar güvenlik içinde olabilmeleri, ihtiyaçlarını giderebilmeleri için birlikte yaşamak durumundadır. Bir toplum halinde ve bir devlet nizamı içinde yaşamak, bireye bir takım kolaylıklar ve faydalar sağlamak yanında bazı görev ve yükümlülükler de getirir. İşte vergi ve askerlik görevleri bu yükümlülüklerin en önemlileri arasında yer alır.
Ülkede açların doyurulması, açıkların giydirilmesi, hastaların tedavisi, eğitim işlerinin yürütülmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması, ahlaksızlıkların ve yolsuzlukların önlenmesi devletin öncelikli görevleri arasındadır. Bu tür görevlerin ifası için vatandaşın devletle işbirliği içinde olması ve devletin ona sağladığı imkânlar oranında kendisinin de devlete katkı sağlaması gerekmektedir. Vergi de bu katkı sağlamanın yöntemlerinden biridir.
Vergi, kamu yararının korunması ve işlerinin düzenlenmesi gereken konularda fertlere yüklenen mali bir yükümlülüktür. Diğer bir ifade ile devletin genel masraflarının getirdiği mali yükü fertler arasında dağıtmak için başvurulan bir yöntemdir.
Dinî açıdan, devlet başkanının kendiliğinden ve zaruretsiz olarak vergi koyamayacağını, ancak zaruri giderler için vergi koyulabileceğini ve bu verginin şura kararıyla koyulabileceğini söyleyen âlimler mevcuttur.[435] Ancak bu hükmün, zalimane alınan vergilerin ve vatandaşa yapılabilecek zulmün önüne geçmek gayesi güttüğü açıkça anlaşılmaktadır. Diğer taraftan İslam dinince Müslümanların kardeş ilan edilmesi, kardeşler arasında dayanışmanın emredilmesi, zekâtın verilebileceği yerlerin belirli ve bir takım şartlara bağlı olması, “Umumi zararın önlenmesi için hususi zararlar göze alınır.” şeklinde genel bir kaidenin var oluşu gibi argümanlarla vergi alınmasının caiz olduğu görüşünde olan din âlimleri de vardır.[436] Konuyla ilgili olan muhtelif rivayetlerden biri Ziyâd b. Hudeyr’in ipten yaptığı köprüden geçen kişiden iki kez vergi aldığına dair şikayet üzerine, Hz. Ömer’in (r.a.), “Onun buna hakkı yok. Senin üzerine düşen malından senede bir defa vergi ödemendir.” dediğine dair rivayettir.[437] Bu rivayetten de vatandaşlara sunulan hizmet karşılığında vergilendirme yapılabileceği anlaşılmaktadır.
Vergi mükelleflerinin yalan beyanda bulunmaları veya vergi vermemeleri o toplumda yaşayan bireylerin haklarının gasp edilmesi anlamına gelir. Başka bir ifadeyle kaçırılan vergi kul hakkıdır. Çünkü aynı toplumda yaşayan insanlardan vergi vermeyenlerin toplumsal hayatta yararlandıkları imkânlar ödenen vergilerle sağlanmaktadır. Kul hakkının yenilmesinin de dinimizde ne derece sorumluluk getiren bir davranış olduğu izaha ihtiyaç duymayacak ölçüde açıktır. Bu itibarla, her ne şekilde olursa olsun bir Müslümanın vergi vermemesi, vergi kaçırması ya da vergi kaçırılmasına rıza göstermesi dinî açıdan caiz değildir.
Askerlik ise ülkenin/toplumun menfaatlerini, güvenliğini, birlik ve bütünlüğünü korumak için düşmanla mücadele teknik ve usullerini öğrenmek üzere oluşturulan eğitim ve hizmet sistemi içinde yer almak demektir. Bu anlamıyla askerlik de vergi gibi bir vatandaşlık görevidir.
Askerlik yapmak vatandaş olarak yerine getirmek zorunda olduğumuz bir yükümlülüktür. İnsanların canlarının, mallarının, namuslarının ve hürriyetlerinin ortak birer değer olarak korunması gerekmektedir. Kimsenin ‘Başkaları benim değerlerimi korusun, ben burada bekleyeyim.’ deme hakkı yoktur. Askerlik yapmakla mükellef olanların muhtelif gerekçelerle bu görevden kaçınmaları, o toplumda yaşayan bireylerin haklarına riayet etmemek ya da sahtekârlık yapmaktır. Diğer taraftan bir Müslüman, başka bir ülkeye izin alarak girse dahi o ülkenin kurallarına uymakla, görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Aksi halde ihanet etmiş ve günah işlemiş olur. Ancak askerlik yapamayacaklarla ilgili devletin koymuş olduğu şartları hakikaten taşıyanlar için bir vebal söz konusu değildir.
Netice itibariyle her insanın vatandaşı olduğu ülkeden beklediği hakları olduğu gibi, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevleri de vardır. İnancı, sosyal ve kültürel yapısı her ne olursa olsun toplum halinde yaşamanın insana yüklediği belli birtakım sorumluluklar bulunur. Bu sorumlulukların temel dayanağını kamu yararı teşkil etmektedir. Toplumu oluşturan bireylere fert olarak yüklenen sorumluluklar, onların toplum olarak faydalarına yöneliktir. Her sorumluluk, dolaylı ya da doğrudan bir şekilde yine bireylere hak olarak döner. İhlal ve ihmal edilen her sorumluluk, bir anlamda bireysel ya da toplumsal hakkın çiğnenmesi olarak nitelendirilebilir. Ayrıca hemen her hukuk sisteminde hak-yükümlülük dengesi evrensel bir ilkedir. Dolayısıyla her Müslümanın ister İslamî olsun ister olmasın, devletle olan ilişkilerinde dürüst ve haklara riayetkâr olması ve üzerine düşen vergi ya da askerlik gibi vazifeleri yerine getirmesi dinî hassasiyetinin bir gereğidir.
Âl-i İmrân, 3/159.
Şûrâ, 42/38.
Tirmizî, “Cihad”, 35.
Vâkıdî, Kitâbu’l-Meğâzî, London 1966, I, 209-214.
Yûsuf, 12/40.
A’râf, 7/3.
Ahzâb, 33/36.
Nisâ, 4/59.
Bkz. el-Ferrâ, Ebû Ya’lâ, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Beyrut 1983, s. 32.
Hac, 22/41.
A’râf, 7/181.
Nisâ, 4/58.
Âl-i İmrân, 3/159.
Şûrâ, 42/38.
Tirmizî, “Ahkâm”, 4
Müslim, “İmâre”, 18. Bkz. Nesâî, “Âdâbü’l-kudât”, 1.
Müslim, “İmâre”, 65, 66.
Buhârî, “Cihâd”, 105, 108-109; Müslim, “İmâre”, 43; Ebû Dâvûd, “Cihad”, 87, 88; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VII, 96.
Tûr, 52/21; Müddessir, 74/38.
Bakara, 2/44.
Mülk, 67/2.
Şuarâ, 26/214.
Âl-i İmrân, 3/104.
En’âm, 6/70.
Nahl, 16/125.
Tâhâ, 2043-44.
Enfâl, 8/60.
Bakara, 2/190.
Bkz. Bakara, 2/217; Âl-i İmran, 3/106; Tevbe, 9/66.
Bkz. Buhârî, “İman”, 17; “Salât”, 28; Ebû Dâvûd, “Cihad”, 95.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 18; Buhârî, “Eymân”, 7, “Edeb”, 73.
Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, s. 251; İbn Nüceym, el-Bahr, V. 210; Yavuz, Yusuf Şevki, “Tekfîr”, DİA, İstanbul, 40, 352.
Mâide, 5/2.
İbnü’l-Kayyım, Medâricü’s-sâlikîn, I. 367; Yavuz, “Tekfîr”, DİA, 40/352. Kılavuz, Ahmet Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, 1987.
Nisâ, 4/144.
Mâide, 5/51.
Mâide, 5/57.
Tevbe, 9/23.
Nisâ, 4/90.
Mâide, 5/32.
Enfâl, 8/61.
Ankebût, 29/46.
Mümtehine, 60/8-9.
Bakara, 2/193; Enfâl, 8/39.
Bakara, 2/205; Enfâl, 8/47; Nahl, 16/92; Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149.
İbnü’l-Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Beyrut 1983, I, 11; İbn Receb, Kavâid, Beyrut 1992, s. 338.
İbn Abdisselâm, İzzedddin, Kavâidü’l-Ahkâm, Beyrut 1990, s. 44; Kâsânî, Bedâî, VII, 100.
Al-i İmrân, 3/64.
Ankebût, 29/46.
Mâide, 5/48.
Mâide, 5/57.
Mâide, 5/5.
Şâfiî, el-Üm, Bulak 1321-1326, IV, 84.
Dârimî, “Siyer”, 69; Tirmizî, “Siyer”, 33.
Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1972, X, 513; Özel, Ahmet, “Hicret”, DİA, XVII, 464.
Enfâl, 8/72.
Nisâ, 4/97-100.
Dârimî, “Siyer”, 70.
Nesâî, “Bey’at”, 15
Ebû Dâvûd, “Cihad”, 105; Tirmizî, “Siyer”, 42.
Tirmizî, “Siyer”, 42.
İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd, Kahire 1950, II, 70’den naklen Özel, Ahmet, “Hicret”, DİA, XVII, 464.
Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul: Nesil Yayınları, 1986, I, 148.
Karaman, Hayrettin, İslam’ın Işığında Günümüz Meseleleri, İstanbul: İz Yayıncılık, 2013, III, 21-22.
Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harac, Kahire: Mektebetu’l-Ezheriyye li’t-Turâs, ts., s. 149-150.
64. Vefat edenler için 7, 40 ve 52. gün duası, mevlid vb. merasimler var mıdır, bunun dinî dayanağı nedir?
Bir kimsenin ölümünün 7, 40 ve 52. günü şeklinde zamanlar tayin edip bu zamanlarda özel merasim yapma şeklindeki uygulamaların hiçbir dinî dayanağı yoktur.
Ölen bir Müslümanın usulüne göre yıkanıp kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınarak defnedilmesi farzdır. Bunun dışında yapılması zorunlu olan bir şey yoktur. Ancak, sevabı ölen kimsenin ruhuna bağışlanmak üzere hayır yapılabileceği gibi çeşitli vesilelerle dua da edilebilir.
Hz. Âişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e bir adam: “Annem ansızın öldü. Öyle sanıyorum ki, şayet konuşabilseydi, sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Şimdi ben onun adına sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?” diye sordu. Peygamberimiz de (s.a.s.): “Evet, ulaşır. Onun namına sadaka ver.”[438] buyurdu. O halde her Müslüman, vefat eden yakınları için belirli günler ihdas etmek yerine her zaman onların günahlarının affedilmesi için istiğfarda bulunmalı, Kur’an ve dua okumalı, hayır-hasenat yapmalıdır.
İslam coğrafyasının bazı bölgelerinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’den asırlar sonra onun dünyayı teşrifleri “mevlid kandili” olarak çeşitli merasimlerle kutlanmaya başlanmıştır. Bu merasimler vesilesiyle Müslümanlar ona olan sevgilerini, bağlılıklarını ifade ederler, salatu selam getirirler ve o geceyi çeşitli programlarla değerlendirirler. Türkiye’de 25 yıldan beri mevlid-i nebi, “Kutlu Doğum Haftası” şeklinde çok daha geniş ve zengin kültürel etkinliklerle kutlanmaktadır. Tarih boyunca İslam âlimleri arasında mevlid merasimleri, mevlid okuma ve okutmanın hükmü hakkında tartışmalar meydana gelmiştir. Şemseddin İbnü’l-Cezerî, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer el-Heytemî ve Celâleddin es-Suyûtî gibi âlimler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dünyaya gelmesi sebebiyle sevinmenin, onun doğum günü münasebetiyle muhtaçlara yardımda bulunmanın, Rasûl-i Ekrem’e dair şiirler okumanın, güzel elbiseler giyerek sevinç gösterisinde bulunmanın birer güzel amel olduğunu, dolayısıyla mevlid kutlamalarının bid’at-ı hasene sayılması, halk arasında görülen ve dinen hoş karşılanmayan davranışların bundan ayrı düşünülerek önlenmesi gerektiğini belirtmişlerdir.[439]
Mâlikî fakihi İbnü’l-Hâc el-Abderi, İbn Teymiyye ve onu takip eden ulemâ ile Muhammed Abduh gibi çağdaş âlimler ise mevlid kutlamalarına karşı çıkmışlardır. Mevlide karşı olan âlimlerin yaklaşımlarında kendi zamanlarındaki kutlamalarda görülen olumsuz davranışların büyük rolü vardır. Burada yapılması gereken, mevlid okuma ve okutmayı bir ibadet olarak görmeden veya bir ibadete alternatif olarak yapmadan icra etmektir.
65. Mübarek gün ve gecelerin kutlanmasının dindeki yeri nedir?
İslam’a göre zaman Allah’ın kullarına bahşettiği en önemli nimetlerdendir. Zira boşa geçen bir zamanı geri getirme veya telafi etme imkânı yoktur. Bundan dolayıdır ki Müslüman, Allah’a karşı bu nimeti en uygun bir şekilde değerlendirmekle mükelleftir. Bu açıdan bakıldığında değerlendirilen her zaman dilimi mübarektir. Ancak Allah ve Rasûlü tarafından belirtilen bazı zaman dilimleri vardır ki, bunlar diğerlerine göre daha faziletlidir. Söz gelimi Kur’an’ın indirildiği ay olan Ramazan[440] ile bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi[441] böyledir. Kur’an’ın okunduğu fecr vakti meleklerin bile şahit olduğu[442] bereketli bir zaman dilimidir. İsrâ gecesi, Kur’an’ın zikrettiği mübarek bir gecedir.[443]
İslam’da bazı mübarek zamanlar ise Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından hadislerde ifade edilmiştir. Arefe günü en mübarek günlerden biridir.[444] Cuma gününde ise duaların reddedilmediği bir icabet saati vardır.[445] Yine bazı hadislerde geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), bazı mübarek gün ve gecelerin değerlendirilmesini tavsiye etmiştir.[446] Regâib, Beraat gecesi gibi geceler hakkında bazı zayıf, hatta uydurma rivayetler de söz konusudur.[447] Bazı âlimler dua, nafile ibadet, zikr, sadaka vb. çeşitli amellerin yapılmasına vesile olduğu için bu gecelerin faziletiyle ilgili zayıf rivayetlere ve bu gecelerin ihya edilmesine müsamaha göstermişlerdir. Böylesi gün ve gecelere ait özel bir namaz veya ibadet şeklinden bahsedilmemişse de teheccüd namazı, kaza namazı gibi bazı ibadetlerle değerlendirmekte bir sakınca yoktur. Aynı duygularla Müslümanların camileri doldurup ibadet etmeleri, tebrikleşmeleri vb. birlik ve beraberlik gibi hedeflerin gerçekleştirilmesine önemli ölçüde katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla bu gecelerin her biri asr-ı saadette bulunmasa da, İslam kültüründe yer edinmiş ve asırlarca Müslümanların ilgisine mazhar olmuşlardır. O kadar ki bu gecelerde İslam coğrafyasının birçok yerinde çeşitli ikramlar yapılır, komşulara ve yoksullara dağıtılır. Bu gecelerde günahlar için tövbe edilmesi, dua edilmesi, Kur’an-ı Kerim okunması, kaza veya nafile namaz kılınması uygun görülmüştür. Bundan dolayı bu gecelerin geleneksel halk kültürüne dayalı folklorik kutlamalar olarak görülmesi ve söz konusu mirasın muhafaza edilmesi kültürel zenginlik açısından da ayrı bir önem arz etmektedir.
Öte yandan bazı günlerde oruç tutmak müstehaptır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.);
“Şaban ayının ortasında yani berat gecesinde ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der.” buyurmuştur.[448] Buna göre kandil gecelerini kutlamak, bidat-i hasene olarak değerlendirilebilir.
66. Doğum, ölüm, evlilik yıldönümü vs. özel günlerin kutlanması, tebrik edilmesi, yılbaşı kutlamaları, başka din mensuplarından birisinin tebrik edilmesi veya kutlama meclisinde bulunulması câiz midir?
Müslüman gelenekte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mevlidi dışında herhangi birinin yaş gününü kutlama gibi bir uygulama bulunmamaktadır. Doğum günü kutlamaları esas itibariyle Batı kültürünün bir ürünüdür. İçinde bulunduğumuz asra kadar Batı’ya özgü bu tür kutlamalar Müslümanlar arasında görülmemiştir. Ancak yaşadığımız küresel dünyada doğum günü kutlamaları belli bir kültüre ve topluma özgü olmaktan çıkmış ve neredeyse evrenselleşmiştir. Baskın kültürlerin etkisi neticesinde bu tür kutlamalar artık Müslümanlar arasında da uygulanmaya başlamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinde yer alan “ötekine muhalefet etme”[449] ve “başka bir kavme benzememe”[450] hassasiyeti dikkate alındığında Müslümanların başka bir milleti ve kültürünü taklit etmeleri, onlara benzemeleri, onların izinden gitmeleri tasvip edilemez.[451] Ancak bu tür etkinlikler geride bırakılan günlerin ve bu günlerde yaşanan nimetlerin hatırlanmasına, Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşama plan ve iradesinin gerçekleştirilmesine vesile kılınması halinde faydalı hale dönüştürülebilir. Bu itibarla, İslam’ın temel inanç ve ahlak esasları ile toplumun genel örfünün gözetilmesi, İslam’ın haram kıldığı israf, içki, kumar, kadın ve erkeklerin mahremiyet kurallarına riayet etmemesi gibi şeylerden uzak durmak kaydı ile doğum günü, evlilik yıldönümü vs. kutlaması için toplanmakta ve bu münasebetle hediyeleşmekte bir sakınca yoktur.
Toplumumuzda ve diğer Müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında düzenlenen eğlence toplantıları İslami kültür ve geleneğe dair bir temele sahip değildir. Bu bakımdan Hristiyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin veya Hristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanır. Yoksa hicrî yılbaşı da mîladi yılbaşı da birbirlerine dinî yönden üstünlükleri bulunmayan ve zaman ölçmede esas alınan iki ayrı başlangıç noktasıdır. Hatta Müslümanların Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hicretini esas alan hicrî takvim yerine Hz. İsa’nın doğumunu esas alan miladi takvimi kullanması ve yeni yılın başlaması sebebiyle tebrikleşip birbirlerine iyi dileklerini ifade etmeleri tek başına ele alındığında sakıncasız görülebilir. İslam’daki bazı hükümler açısından ayların ve yılların kameri, yani ayın hareketlerini esas alan takvimle hesaplanmasının önem taşıyor olması ile bu konunun birbirine karıştırılmaması gerekir.
Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Müslümanlara diğer dinî topluluklara göre farklı bir kimlik bilinci ve kültür değerleri manzumesi kazandırmak için gayret ettiği, bu uğurda saç-sakal, kılık-kıyafet, yeme-içme adabı da dâhil pek çok konuda tavsiyede bulunduğu düşünülürse, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama olarak algılanması ve tabii karşılanması mümkün olmaz. Aksine Müslüman toplumlarda kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol açtığı, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden ve geleneklerinden koparıp Batı’nın önce hayat tarzına alıştırıp, sonra değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürdüğü dikkate alınırsa, yılbaşı kutlaması, Noel ağacı süslemesi, Noel babanın hediye bırakması gibi âdetlerin terk edilerek kendi kültür ve değerlerimizden kaynaklanan alternatif program ve faaliyetlerin yerleşmesine çalışmanın önemi ortaya çıkar.
Özellikle yılbaşı kutlamalarında yapılan israf, mahremiyet kurallarına riayetsizlik, kumar, içki vd. İslam’a aykırı davranışlar göz önünde bulundurulursa, Müslümanların bu şekilde yılbaşı kutlaması caiz değildir.
67. Halkın geleneksel örf ve âdetlerinin dinimizdeki yeri nedir?
Arapça “arf” mastarından türemiş olan örf, fıkıh tabiri olarak insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler ile lafızların, duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmasının teamül haline getirilmesi demektir.[452] Arapça “avd” mastarından türeyen âdet ise, tekrarlama ve tekrar sonucunda alışkanlık haline getirme anlamına gelmektedir.[453] Örf ve âdet kavramlarının farklı olduğunu iddia edenler olmakla birlikte hukuki bir kaynak olarak âdet ile örf arasında bir fark yoktur.[454] Bu sebeple Mecelle, “Âdet muhakkemdir.” maddesini, yani hükm-i şer’îyi ispat için örf ve âdet hakem kılınır...” şeklinde izah ederek bu iki terimi aynı manada kullanmıştır (md. 36).
İslamiyet’te örf ve âdet, mutlak kabul veya reddedilmek yerine dinin temel esaslarına uygunluğu açısından değerlendirilmiş, bu esaslara uygun olanlar benimsenirken diğerleri reddedilmiştir. Bu bakımdan bazı örf ve âdetler İslamiyet’te hukukun da bir kaynağı kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, hılfu’l-fudûl ile ilgili olarak, “Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde dünyalara değişmeyeceğim bir antlaşmada hazır bulunmuştum. İslam’dan sonra da böyle bir antlaşmaya çağrılsam hemen kabul ederim.” dediği bilinmektedir.[455] Her ne kadar bu rivayet, İslam’ın Cahiliye döneminden kalmış olsa da, gelenekleri mutlak olarak reddetmeyip seçime tabi tuttuğunu göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslam’dan önce de var olan birçok hukuki tasarruf karşısındaki müspet tavrı, örf ve âdet hukukunun en önemli destekleri arasında yer alır. Selem, nikâh, talak, karz vb. akid ve tasarruflar incelendiği takdirde bu tavrın bir aktarma ve taklit olmadığı, bunlarda İslam’ın inkılap hükümleri ve ebedi prensipleri çerçevesinde bir ıslahat ve seçimin söz konusu olduğu anlaşılacaktır. Onun örf ve âdetler karşısındaki tutumu ilk halifeler döneminde de devam etmiş, müçtehit imamlar devrinde bilhassa bunların yaşadığı bölgelerin âdet ve uygulamaları (amel) hukuki bir kaynak olarak telakki edilmiştir.[456]
İslam dininin örf ve âdetler karşısındaki tavrı, bunların dinin genel prensiplerine uygunluğuna, ahlaki ve insani bakımdan taşıdığı değere bağlı olmuştur. İslam itikadını zedelememek, İslamî edep ve ahlak kurallarına aykırı düşmemek kaydıyla insanların yararına olan uygulamaların, davranış tarzlarının toplumda yaygınlaşarak örf ve âdet halini almasında bir mahzur görülmemiştir.
Kur’an’da ve hadislerde İsrailoğullarının ve daha başka birçok eski kavmin kötülükleri âdet ve alışkanlık haline getirmeleri yüzünden perişan ve helak oldukları belirtilmekte, bu yüzden kötülüklere karşı konulması ve bunların âdet halini almasına engel olunması gerektiği üzerinde durulmaktadır.[457] Hz. Peygamber (s.a.s.), taklit krizine giren bir toplumun kendi benliğini yitirerek taklit ettiği kitlenin bir parçası durumuna düşmüş olacağını açıkça ifade etmiştir.[458] İslam’ın kendi değerler dünyasından kaynaklanarak toplumda örf ve âdet halini alan uygulamaların yaşaması için çalışmak, bunları ortadan kaldırarak yerlerine toplumun inançları, tarihî, ahlaki ve kültürel değerleriyle bağdaşmayan yabancı âdet ve gelenekleri getirmek isteyen eğilimlerle mücadele etmek hem Kur’an’da hem de hadislerde önemle üzerinde durulan “İyiliği emretme, kötülüğe engel olma” (emir bi’lma’ruf nehiy ani’l-münker) prensibinin bir gereğidir.[459]
68. İslam’da tarikat var mıdır, bu konuda bakış açımız ne olmalıdır?
Sözlükte yol, hal ve gidiş, tabaka gibi anlamlara gelen tarikat, bir tasavvuf kavramı olarak Hakk’a ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları bulunan yol demektir. Günümüze ulaşan tarikatların çoğu bugünkü adları ve yapılarıyla; kendilerine has evrad, ezkâr, edeb, erkân, tekke ve vakıf gibi kurumlarıyla VI. (Xll.) yüzyıl ve sonrasında teşekkül etmiştir. Zamanla her biri onlarca kola ve şubeye ayrılarak dünyanın pek çok yerine yayılmıştır.
Tarihte tarikatlar, Müslüman halkın dinî inanç ve duygularını canlı tutmanın yanı sıra gayrimüslimlerin ihtidasına vesile olmak, işgalci ve sömürgecilere karşı İslam ülkelerinde direniş cepheleri teşkil etmek, ihtiyaç durumunda İslam ordularıyla birlikte seferlere katılmak, fethedilen bölgelere yerleşip İslamiyet’i yaymak gibi fonksiyonlar icra etmiştir. Mesela Türkler’in İslamiyet’i kabul etmesinde tarikat ehlinin irşad faaliyetlerinin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Orta Asya’da, Hindistan ve bazı uzak doğu ülkelerinde, Afrika’da İslamiyet’in yayılması, İran’da binlerce Mecusinin İslamiyet’i seçmesi, Anadolu ve Balkanlar da gayrimüslim ahalinin ihtidası büyük çapta tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan tarikatların bütün uygulamalarının İslamî olduğunu söylemek ne kadar yanlış ise onları şirkle özdeşleştirmek de o kadar hatalıdır.
69. Tasavvuf, kelam ve felsefe okumanın İslam’daki yeri nedir?
Kelam, tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf gibi İslami ilimlerden hiç birisi Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde teşekkül etmemiş, hicri birinci asrın ortalarından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Kelam ve İslam felsefesi gibi İslam düşüncesinin üç saç ayağından birisi de tasavvuftur. İslam’da manevi hayat adı verilen ve nefsi kötü duygulardan saflaştırma manasına da gelen tasavvufun tarihî oluşum ve gelişim sürecini iki döneme ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki teslimiyetçi zühd dönemi, diğeri ise kurumsal bazda mürşid adı verilen manevi bir rehberin önderliğinde sürdürülen ahlakı güzelleştirme yoludur.[460] Dolayısıyla tasavvuf, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şahsında temsil ettiği manevi otoritenin müesseseleşerek günümüze kadar gelmiş şeklidir.
Bilindiği gibi Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmak manasına gelen zühd, İslam’ın özünde vardır. Gerçek zahid, dünyalığı elinde bulundurmasına rağmen onu kalbine sokmayandır.[461] İslam’da bağlılık şahıslara değil, şeriatın özünedir. Gerçek anlam da zühd de bunu gerektirir. Bu temel ilke gözetildiği takdirde tasavvufi hayat, toplumun ahlaki yönde eğitimi için iyi bir yöntemdir. Bir bahçede birkaç çürük elma bulduk diye genellemeler yaparak bu bahçede bulunan bütün elmalar çürüktür, şeklinde bir kıyas yapmak ne denli yanlışsa, aynı şekilde bazı tasavvuf erbabında görülen yanlışlıklar hakkında da genellemelere giderek topyekûn tasavvufu karalamak da o denli yanlıştır. İslam dünyasında bazı çevrelerin tasavvuf aleyhtarlığı yapmak için İbn Teymiyye’ye atıfta bulunarak reddiyeci bir tutum sergilemeleri bu âlimin aziz hatırasına büyük bir saygısızlıktır.[462] Ona göre, sufi dinî naslara bağlı ve saygılı olduğu oranda kabule şayandır.[463] Kaldı ki o, tasavvufun bir disiplin olarak kendisini değil, kimi mutasavvıfların bid’at ve hurafeye dayalı din anlayışlarını eleştiri konusu yapmıştır.
İslam düşünce tarihinin erken dönemlerinde ortaya çıkan Kelam ise, yapay bir dayatma olmadan vâkıaların doğal gidişatı içinde insiyaki olarak doğmuştur. Nahl Suresi’nin 125. ayetinde dile getirilen merhalelerden en güzel tartışma diye ifade edilen yönteme bağlı, akli tefekküre vurgu yapan bir ilimdir. Eşyanın varoluş gerçekliğini akli kavrayışla temellendirir. Bu çerçevede doğru bir dinî bilgi üretimini gerçekleştirmekle kalmaz, aynı zamanda birey ve topluma itikat ve fikir alanında istikamet kazandırmayı hedefler. İslam inanç sistemine yönelik saldırılar karşısında kesin deliller kullanmak suretiyle mukavemet gösterir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’in görevleri arasında hikmeti öğretme de vardır.[464] Bu bağlamda eşyanın hakikatini bilmek anlamını da ihtiva eden ‘hikmet’i öğretmede temsil görevi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefatından sonra Kur’an’ın itikadi hükümlerini akli açıdan yorumlayan Kelam ilmine ve Kelam bilginlerine yüklenmiştir.
Kelam ilminin pratik olarak doğuşunun köklerini İslam’ın erken dönemlerine kadar götürmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.)’e inançla ilgili bazı sorular sorulmuştur. İslam toplumunda Hz. Peygamber (s.a.s.)’e inanç konularıyla ilişkili sorular, bazen Müslümanlardan bazen de gayrimüslim unsurlardan gelmiştir. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla en çok sorulan sorular uluhiyet, peygamberlik, günah-ı kebâir, kıyamet ve alametleri, tekrar diriliş ve ruhun mahiyeti gibi konularda olmuştur. Ayrıca Kur’an’da Ehlikitabın uluhiyet, nübüvvet, Allah’ın ayetlerini tahrif ve ketmetme, teşride din adamlarına yetki verme gibi konulardaki sapmalarına temas edilmiştir. Bu durum ister Kelam ilminin oluşum öncesi verilen ilk işaretlerinde olsun isterse daha sonra gelen gelişmelerinde olsun Kur’an-ı Kerim’in Kelam çalışmalarında inkâr edilemez bir etkisi ve belirleyiciliği vardır. Dolayısıyla Kelami konuların temellendirilmesinde Kur’an ve sahih sünnetin katkısı doğrudan Kelam ilminin meşruiyet zeminini oluşturur. Kelam ilminin özünü oluşturan inanç konuları, doğrudan Kur’an’dan çıkarılmıştır. Kelam ilminin çatısını oluşturan uluhiyet, nübüvvet ve ahiret konularıyla ilişkili meseleler de Kur’an’ın ana konuları arasında yer almıştır.
Felsefe ise varlık, bilgi ve değer üzerine söz söyleyen, eleştirel, tutarlı ve sistematik bir düşünme biçimidir. Bir başka açıdan felsefe, varlığı akılla tetkik etmek ve aklı kullanarak gerçekliğin bilgisine ulaşmada onu bir bilgi vasıtası olarak görmektir.[465] Felsefe ile dinin ortak alanı ve amacı, varolanlar üzerinde düşünmek ve onları Allah’ın varlığına delaletleri bakımından incelemektir. Çünkü din ve felsefe varlığa ‘niçin varoldu?’ sorusunu sormak suretiyle varoluştaki amaçlılığı ortaya koymuşlardır. Din felsefecilerine göre akli istidlalin referansı doğrudan Kur’an-ı Kerim’dir.[466] Bu sebeple felsefede Haşr Suresi’nin 2. ayetinde geçen “i’tibar”[467] sözcüğü, kıyas ve istidlal anlamında kullanır. Felsefi terminolojide ‘i’tibar’; bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarmak ya da bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeyi ortaya koymaktır. Bundan dolayı akli kıyaslarda bulunarak varlık üzerinde düşünmek İslam’ın bizden istediği bir sorumluluktur. İnsan her zaman varlık üzerinde aklını kullanmanın bir öncülü olan “teemmül ve tefekkür/düşünme eylemi” sayesinde hakikatin bilgisine ulaşabilme imkânına sahiptir. Çünkü insan zihni düşünme eylemini gerçekleştirmede bir araçtır. İşte felsefe gibi din de insanları, düşünmenin bu çeşidine davet ve teşvik etmiştir:
“Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.”[468] ayeti bunu gösterir.
Selefi yaklaşıma göre, İslam’ın ilk yıllarında felsefi kıyas yoktu. Bu sebeple, kıyas türleriyle iştigal eden mantık bid’attır demek suretiyle Yunan mantığını haram saymıştır.[469] Her ne kadar bu yaklaşım tarzı, İslam kültür ve medeniyetini yabancı tesirlerden koruma gibi bir niyet taşımış olsa da, belli bir tarihsel süreçten sonra bunun devam etmesi zorlaşmıştır. Farklı kültürlerle karşılaşmak, zorunlu olarak karşılıklı alış-verişi beraberinde getirmiştir. “Bilgi, insanlığın ortak mirasıdır.” kavlince, Müslümanlar İslam’la çelişmeyecek bir felsefi kıyas geliştirdikten sonra aynı karşıt duruşu sürdürmek anlamsızlaşmıştır. Örneğin, fıkhi kıyas ve bu kıyasın çeşitleri de hicrî I. yüzyılda yoktu, diğer İslamî ilimlerle birlikte ortaya çıktı. Bu sebeple, günümüzde fıkıh metodolojisinde kullandığımız kıyas türleri artık bid’at olarak görülmediği gibi, felsefi kıyaslar da bid’at olarak nitelendirilemez. Bu konuda İbn Rüşd’ün verdiği şu örnek çok öğreticidir: “Nasıl ki hayvan boğazlamada kullanılan bir bıçağın, herhangi bir Müslüman veya gayrimüslim tarafından icat edilmesi neticeyi değiştirmezse -ki, burada önemli olan hayvan kesmenin sıhhat ve usulüne riayet etmektir- mantık, felsefe veya tabiat bilimlerini başkalarının geliştirmiş olması bu misalden farklı değildir. Tıpkı bunun gibi, gaye olmayan alet ilimlerini -mantık gibi- gayrimüslimlerden almanın da bir sakıncası yoktur.”[470] Dolayısıyla tasavvuf, kelam ve felsefe tahsili akli ve deruni bakış açılarının gelişmesine katkı sağlar. Bu üç ilim dalı, hüküm merkezli bir din anlayışından ziyade hikmet merkezli bir din anlayışının kapılarını açmaya vesile olur. Hüküm merkezli bir din anlayışı Müslüman insanda dışlamacılığı; hikmet merkezli bir din anlayışı da kapsayıcı ve kuşatıcı bir dindarlığı kazandırır. Bugün İslam dünyasının yeniden böyle bir bakış açısına şiddetle ihtiyacı vardır. Her üç ilim dalını tahsil etmek İslam’a aykırı olmak şöyle dursun İslam düşüncesinin savunulması için çok yararlıdır.
70. Bazı ülkelerde Müslüman ecdada ait Arapça yazılmış tarihî mezar taşları şirk abidesi olarak nitelendirilerek yıkılmıştır. Bu tür kültürel nesnelere ve tarihî mirasa nasıl bakmalıyız?
İslam kabir ziyaretini teşvik etmiştir. Kişinin vefat etmiş anne ve babasının, diğer yakınlarının ve büyüklerinin kabirlerini ziyaret edebilmesi için onların yerlerini bilmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Osman İbn Mazun vefat edip defnedilince orada bulunan bir Müslümandan büyükçe bir taş getirmesini ister. Fakat o kişi taşı kaldıramaz, bunun üzerine bizzat kollarını sıvayıp taşı kaldıran ve kabrin baş tarafına yerleştiren Hz. Peygamber (s.a.s.): şöyle buyurur:
“Ben bu taşla kardeşimin mezarını tanırım ve ehlimden vefat edenleri de onun yanına defnederim.”[471] buyurur. Böylelikle Müslümanlar arasında dayanağı sünnet olan kabirlere mezar taşı dikme geleneği başlamış olur. Zaman içerisinde kabristanlardaki mevta sayısı çoğalınca mezarların tanınabilmesi için ister istemez ayırt edici başka bir alamete ihtiyaç duyulmuştur. Bunun en pratik yolu olarak da hazır dikilmiş bulunan mezar taşlarının üzerine ölen kimseyi tanıtıcı bilgilerin yazılmış olmasıdır. Nitekim meşhur hadis bilgini el-Hâkim, bu hususta varid olan Câbir hadisinin isnatlarının sahih olduğunu belirttikten sonra: “Amel bunun üzerine değildir. Çünkü doğudan batıya Müslümanların önderlerinin kabirlerine yazı yazılmıştır. Bu, halefin seleften devraldığı bir uygulamadır.”[472] demektedir. Bu ifadelerle yasağın mutlak olarak anlaşılmadığına dikkat çekmiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri, mezar taşlarında kişiyi tanıtıcı kısa yazıların yeterli olduğunu; Kur’an’dan, şiirden yahut methiyeden bir şey ilave etmeyi ise dinde mekruh olarak değerlendirmişlerdir.[473]
Mezarları tanıyıp ziyaret etmek için dikilmiş bulunan yazılı mezar taşlarını şirk unsuru sayarak tahrip etmenin ve yıkmanın isabetli bir dinî temeli yoktur. Bilakis bu taşları yıkmak, mezarın meşru ziyaret imkânlarını ortadan kaldırmaya, saygıda ifrattan sakındırayım derken kabirlere saygısızlığa kadar varan başka bir ifrata (aşırılığa) yol açar. Bu da yanlış bir davranış olur.
Mezar taşları, tarihî eser ve yapılar gibi kültürel unsurlardır. Müslüman nesillere, İslam büyüklerini ve yaşanmış olayları, somut mekân ve varlıklar üzerinden yad ederek geçmişleriyle irtibat kurma imkânını sunarlar. Medeniyetimizin esasını manevi değerlerimiz oluşturmakla birlikte bu tür eserler de maddi mirasımızın önde gelenleri arasında yer alır. İslam dünyasının onayını almadan tek yanlı içtihatlara dayanarak ortak tarihî mirasa karşı dilediğince tasarrufta bulunmak, ümmetin şura ilkesini ihmal etmek olur. Kaldı ki, İslam (Arap) harfleriyle yazılmış mezar taşları, yerine göre İslam’ın şiarıdır. Bunun en açık örneklerini Balkan ve Kafkas coğrafyasında görmek mümkündür. Bu mezar taşlarının her biri İslam’ın bir mührü, bir belgizarıdır. Hatta eski mezar taşlarının kültürel bir değer olarak korunması büyük önem taşır.
71. Müzik yapmanın ve dinlemenin İslam dinindeki yeri nedir?
Müzik yapmanın ve dinlemenin hükmünün ne olduğu konusu İslam bilginleri tarafından çokça tartışılmış, lehte ve aleyhte birçok şey söylenmiştir. Tarafların görüşleri, gerekçeleri ile birlikte değerlendirildiğinde müziğin mutlak anlamda yasaklanmadığı, aksine ilke olarak mübah kılındığı sonucuna ulaşılır.[474] Kur’an ve Sünnet’te musiki ile meşgul olmanın ve dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Aksine, Rasûlüllah (s.a.s.)’in, ilke olarak müziğin caiz olduğuna işaret sayılabilecek nitelikte ifadelerinin bulunduğu bilinmektedir. Nitekim O, bir rivayette, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir:
“Bu nikâhı ilan edin. Onu camilerde gerçekleştirin. Nikâh yapıldığı belli olması için de def çalın.”[475]
Yine Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde yaşanan şu olay da müzik hakkında önemli ipuçları taşımaktadır.
Bir gün Hz. Âişe’nin yanında iki küçük kız def çalıp şarkı söylüyordu. Medine’nin İslam’la şereflenmesinden önce yaşanan Buâs Günü’nü anlatan şiirlerden oluşan şarkılar söylüyorlardı. Bu arada içeriye Hz. Ebû Bekir (r.a.) girdi ve muhtemelen istirahat hâlindeki Hz. Peygamber (s.a.s.)’i rahatsız ettikleri düşüncesiyle, “Peygamber’in yanında şeytan işi çalgılar dillendirmek olur mu?” diyerek çıkıştı. Hz. Ebû Bekir’in bu tepkisi üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir! Onlara karışma! Çünkü bu günler bayram günleridir.”[476]
Bu rivayetlerden de anladığımız kadarıyla İslam dini müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine genel ilke ve amaçları belirlemekle yetinmiştir. Buna göre cinsel arzuları tahrik eden ifade ve tasvirler içeren, haramları güzel gösteren ve belli bir kadının özelliklerini anlatan müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur.
72. İslam’ın sinema ve tiyatro gibi sanat faaliyetlerine yaklaşımı konusunda bilgi verir misiniz?
İslam’ın sinema ve tiyatro gibi sanat etkinliklerine bakışına gelince, bu alanlarda da çalışmanın mutlak olarak dinî açıdan yasaklandığına dair bir delil bulunmamaktadır. Görsel sanatlar, sinema, tiyatro ve televizyon birer kitle iletişim aracıdır. Faydalı hizmetlerde kullanılabileceği gibi, gayriahlaki ve zararlı programlarla kötü yönde de kullanılabilir. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmamak, haramların işlenmesine götürmemek, başkalarının haklarını ihlal etmemek kaydıyla tiyatro, sinema vb. yollarla canlandırma yapmakta, bu oyunlarda oyuncu olarak rol almakta dinî açıdan bir sakınca yoktur. Hatta günümüz dünyasında sinema, tiyatro vb. alanlarda hizmet vermek daha büyük ve önemli bir hizmet alanıdır.
Dünden bugüne sinema ve tiyatro gibi sanat alanları İslam dini aleyhine kullanılan sektörler olduğu için Müslüman tecrübede bu alanlara genel bakış olumsuz olmuştur. Ancak bu sahada belirtilen çerçevede yapılacak film ve sahnelenecek oyunlar insanların dinî açıdan bilinçlenmesine ve dinin çok daha fazla insana ulaşmasına yardımcı olabilecektir. Elbette sinema ve tiyatro gibi sanat etkinliklerinde İslam’a aykırı söz, tutum ve davranış içerisine girmek yasaklanmıştır. Haram kılınan şeyleri yapmak günah olduğu gibi, böyle şeylerin yapılmasına rıza göstermek ve yardımcı olmak da günahtır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de:
“İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir”[477] buyrulmaktadır.
Kısaca İslam dininde, sinema, tiyatro ve film gibi sanatlar konusunda genel ilke ve amaçlara uyulmak kaydıyla faaliyet göstermekte bir sakınca bulunmamaktadır. Bu konuda yapılacak sanat ve kültür faaliyetlerinde asıl olan dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmamak, haramların işlenmesine götürmemek ve başkalarının haklarını ihlal etmemektir. Bu sayılan kurallara uyulduğu sürece sinema ve tiyatro gibi sanat faaliyetlerinde bulunmak müstahsendir.
73. İslam’da resim yapmak, hayvan ya da insan resmi bulunan ürünleri sergilemek câiz midir?
Resmin ve resim yapmanın yasak hükmüne dair Kur’an-ı Kerim’de açık bir ifade bulunmamaktadır. Her ne kadar Sebe’ Suresi’nin:
“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!”[478] ayetinde geçen ifadelerden yola çıkan İslam âlimleri, resim yapmanın caiz olduğuna dair yorumlarda bulunmuşlarsa da, resim konusuyla ilgili hükmün sadece bu ayetten çıkarılmasını yeterli görmemişlerdir.[479] Resmin yasak veya caiz olduğu konusu ile ilgili asıl hükümler hadislerden çıkarılmaktadır. İslam geleneğinde resim yapmanın dinî açıdan yasak ve meşru oluşuna dair iki görüş vardır:
Bunlardan birisi, resim yapmanın haram olduğunu savunanların görüşüdür. Bu görüşte olanlara göre -ister gölgesi olsun isterse olmasın- mutlak olarak canlı resmi yapmak haramdır. Çünkü burada Allah’ın yaratma sıfatına benzetmek ve yaratmayı taklit etmek vardır.[480] Tasvir konusunda mezhep mensupları arasında en sert çıkışı gösterenlerden birisi Nevevî’dir. O, tasvirle ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinden ve yapılan bu işin Allah’ın yaratmasına benzetme faaliyeti olmasından hareketle, resmin ne ile yapıldığına ve ne üzerinde olduğuna (kumaş, yaygı, para, kap, duvar vb.) bakılmaksızın canlı (insan ve hayvan) resimleri yapmanın haram ve büyük günahlardan olduğunu söylemiş; ağaç, dağ, taş, manzara gibi resimleri yapmanın haram olmadığını belirtmiştir.[481] Zührî, Alûsî ve Kurtubî gibi âlimler de resim konusundaki rivayetlerde geçen yasaklamanın umumi olduğu kanaatini dile getirmişlerdir.[482] Her türlü resim yapmanın haram oluşuna delil gösterilen hadislerden bazıları şunlardır:
“Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, dünyada Allah (c.c.)’ın yarattıklarına benzer şeyler yapanlardır.”[483]
“Kim dünyada bir canlı resmi yaparsa, kıyamet günü yaptığı resme can vermeye zorlanır. O ise, buna asla can veremez.”[484]
“Kıyamet günü azabı en şiddetli olanlar sûret yapanlardır.”[485]
“Bu suretleri yapanlar, kıyamet günü, ‘bu yaptıklarınıza can verin, haydi!’ diye azap edileceklerdir.”[486]
Resim yapmanın caiz olduğunu savunanların görüşüne gelince, bu görüşte olanlara göre eğer yapılan resimler tevhid ilkesine aykırı değilse, ibadet ve tazim amacı taşımıyor ve halkın genel ahlakına da aykırı düşmüyorsa haramlığı söz konusu olamaz. Tasvirin yasaklanmasıyla ilgili rivayet edilen hadislerin büyük bir çoğunluğu İslam’ın Mekke dönemiyle ilişkilidir. Resim yapmanın bu dönemde yasaklanmış olması, henüz putperestlikten yeni çıkmış bir topluluğun gönlünden şirk düşüncesinin tamamen kaldırılmasını ve sökülmesini sağlama amacı taşımaktadır.
Öte yandan canlı varlıkların resimlerini yapmanın haram olduğunu ileri sürenlerin zihinsel anlamda yaratma konusunda şirke düşme endişesi taşımaları yersizdir. Eğer öyle olsaydı, bu yasak sadece canlı varlıkların tasvir yasağını değil, aynı zamanda cansız varlıkların tasvirinin de yasaklanmasını gerektirirdi. Tasvir (resim ve heykel) yasağının Müslümanlarda genel bir kabul görmesinin asıl nedeni, putperestliğe karşı duydukları mücadele ruhudur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslam’ın Mekke döneminde, kabir ziyaretini önce yasaklayıp, belli bir süre sonra serbest bırakmasının arka planında da[487] benzer endişeler vardı. Ünlü hadis şârihi Bedreddîn Aynî (ö. 852/ 1448):
“Kıyamet günü Allah katında azabı en şiddetli olanlar, musavvirlerdir.”[488] rivayetinde geçen “musavvir” kavramını, sadece tapmak maksadıyla resim ve heykel yapan kimseler olarak yorumlamıştır. Eğer tapma maksadı yoksa, helal ve haram sınırları gözetiliyorsa resim yapmanın caiz olduğunu söylemiştir.[489] Resim yapmanın caiz olduğunu söyleyen diğer İslam âlimleri, oyuncak bebeklerle oynamanın yasaklanmamasını ifade eden hadisleri de delil olarak getirmişlerdir.[490] Aynı şekilde örtülere nakış ve desen şeklinde canlı tasvirlerinin yapılmasının caiz olmasından[491] hareketle tapınma ve Allah’ın yaratma sıfatına benzetme gibi bir amaç olmadıkça resim çizmekte beis olmadığını belirtmişler, ancak resmin dinin genel hüküm ve ahlak ilkelerine ters olmaması gerektiğini de vurgulamışlardır. İçinde yaşadığımız çağın gerçeklerine ve ihtiyaç ilkesine uygunluğu bakımından bu görüş tercihe şayan olanıdır.
Buhârî, “Vesâyâ”, 19; Müslim, “Zekat”, 51.
Şâmî, Muhammed b.
Yusuf, Sübülü’l-Hüda, Beyrut, ts., I, 439-454; el-Cündi, Ali, Nefhu’l-Ezhar fi
Mevlidi’l-Muhtar, Kahire, 1406,
s. 129-133.
Bkz. Bakara, 2/185; Nesâî, “Sıyâm”, 5; Buhârî, “İmân”, 28.
Kadir, 97/3. Ayrıca bkz. Buhârî, “İmân”, 25.
İsra, 17/78.
Bkz. İsra, 17/1; Duhân, 44/3.
İbn Mâce, “Menâsik”, 56; Muvatta’, “Hac”, 81.
Müslim, “Cum’a”, 13.
Tirmizi, “Savm”, 39.
İbn Mâce, “İkâmetu’s-Salavât”, 191; İbnü’l-Cevzî, el-Mevzûât, II, 124.
İbn Mâce, “İkâme”, 191.
Buhârî, “Libâs”, 64; İbn Mâce, “Menâsik”, 61.
Müslim, “Tahâre”, 54.
Buhârî, “Libas”, 70.
Zeydân, Abdulkerim, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Dımaşk: Müessesetü’r-Risâle, 2006, s.194;
Dönmez, İbrahim Kâfi,“Örf,” DİA, XXXIV, 87.
İbn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, Beyrut: Dâru’s-sadr, 1414, III, 315-316.
Karaman, “Âdet”, DİA, I, 370-371.
İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekkâ ve dğr.), Kahire, 1375/1955,
I, 134.
Karaman, Hayrettin, “Âdet”, DİA, I, 370-371.
5/Mâide 78-79; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Tefsir”, 5, 7; İbn Mâce, “Fiten”, 20.
Ebû Dâvûd, “Libâs”,
4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 50; Tirmizî,
“İsti’zân”, 7.
Karaman, Hayrettin, “Âdet”, DİA, I, 372-373.
Bkz.İbnü’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, Beyrut, 1992, s. 145; Fazlur Rahmân, İslam, trc., Mehmet Dağ - Mehmet Aydın, İstanbul, 1981, s. 166.
Karadâvî, Yusuf, Müşkiletü’l-Fakr ve Keyfe ‘Âlecehâ el-İslâm, Beyrut, 1987, s. 13.
İbn Teymiyye, Fetâva, nşr. Abdurrahman b. Muhammed, Riyad, 1381, X, 21; Kara, Mustafa, “İbn-i Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına Bakışı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı.1, 1986, s. 53-56.
İbni Teymiyye, Fetâvâ, X, 580; Kara, Mustafa, İbn-i Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına Bakışı, s. 53-56.
Bkz. Bakara, 2/151; Cum’a, 62/2.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, “Faslu’l-Makâl”, (Felsefe-Din İlişkileri içinde), haz: Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985, s. 96.
Bkz. A’raf, 7/185; En’âm, 6/75; Ğâşiye, 88/16-17.
“Fa’tebirû yâ uli’l-ebsâr/ Ey akıl sahipleri! İbret alın.”
Âl-i İmrân, 3/191.
Bkz. Suyûtî, Celâlüddîn, Savnü’l-Mantuki’l-Kelâm an Fenneyi’l-Mantıkı ve’l-Kelâm, Kahire, 1947, s. 1.
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s. 104.
Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 63; İbn Mâce, Cenaiz, 42.
Hakim, el-Müstedrek, I, 370.
İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr Şerhu Dürri’l-Muhtâr, III, 144.
Zeylâi, Tebyînü’l-Hakâik, IV, 222.
Tirmizî, “Nikâh”, 6
Buhârî, “Îdeyn”, 25; Müslim, “Salâtü’l-Îdeyn”, 17.
Mâide, 5/2.
Sebe, 34/13.
Mekkî b. Ebi Talib,
bir kısım kişilerin bu ayeti delil göstererek suretler için cevaz verdiğini belirtmiştir.
Bkz. el-Mâlikî, Ebu Muhammed Mekkî, el-Hidâye ila
Bulûği’n-Nihâye, IX, 5897. Ünlü Kur’an yorumcusu el-Alûsî de bu konuda
Nuhhâs ve İbnu’l-Feres’in, Mekkî ile aynı fikirde olduklarını dile getirmiştir.
Bkz. Alûsî, Rûhu’l-Meânî, (Sebe suresi 13.
ayetin tefsiri).
Komisyon, el-Mecmûatu’l-Fıkhiyyeti’l-Kuveytiyye, XII, 102.
Nevevî, Şerhu’l-Müslim, XIV, 81.
Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, II, 453; Alûsî, Rûhu’l-Meânî, XXI, 118-119; Kurtubî, el-Câmi, XVII, 273-275.
Buhârî, “Libâs”, 91.
Müslim, “Libâs ve Zinet”, 26. Benzer metinler için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 314; Buhârî, “Libâs”, 95.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 23; Buhârî, “Libâs”, 87; Müslim, “Libâs ve Zinet”, 26.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII, 51; Buhârî, “Tevhid”, 56; Müslim, “Libâs ve Zinet”, 26.
Bkz. Müslim, “Cenâiz”, 36.
Buhârî, “Libas”, 89.
Bkz. Aynî, Bedreddîn, Umdetü’l-Kari fî Şerhi’l-Buhârî, Beyrut: Dârul-Fikr, ts., XXII, 69
Ebû Dâvûd, “Edeb”, 54; “Edeb”, 62
Müslim, “Libas”, 26
54. İslam’da cihad nasıl anlaşılmalıdır?
Sözlükte; gayret etmek, isteğinde ısrarlı olmak, bütün gücünü sarf etmek, eziyet ve meşakkat çekmek gibi manalara gelen cihad, terim olarak; Allah yolunda can, mal, dil, kalem ve diğer bütün vasıtalarla çaba sarf etmek; kullar yararına mutlak adalet ve maslahat esasına dayanan ilahî mesajı insanlara ulaştırmak anlamlarını içermektedir[334]. Daha kısa bir ifadeyle cihad, yeryüzünde Allah’ın ve insanların haklarını hâkim kılmak için hem kendi üzerinde hem de başkaları üzerinde devamlı çaba harcamaktır.
Buna göre cihad, başta nefs ile mücadele olmak üzere iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoymak, toplumda iyiliğin yayılmasına ve İslam’ın esaslarına riayeti temine çalışmak anlamına gelmektedir. Hal böyle olunca cihad kelimesi, Kur’an’ın yöntemine uygun olarak insanın bulunduğu her yer ve konumda eğitim ile uğraşmak ve nihayet din-vicdan hürriyetine engel olanlarla fiilî mücadele etmek gibi çok geniş boyutları kapsamaktadır.
Savaşa henüz izin verilmeyen Mekke döneminde inen şu ayetler, cihad teriminin bu geniş anlamına işaret etmektedir:
“O halde inkârcılara boyun eğme ve bu Kur’an ile onlara karşı olanca gücünle cihad et!”[335];
“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz...”[336]
Hz. Peygamber’in (s.a.s.): “Asıl mücahid, Allah’a itaat yolunda nefsiyle cihad edendir.”[337] şeklindeki buyruğu da, cihadın bireysel ve en önemli boyutuna işaret etmektedir. Çünkü Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda hayatını şekillendiremeyen kişi, İslam›ın güzelliklerini başkalarına da iletemez. Meşhur bir söz olarak kültürümüze yerleşen ve yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a.s.)’e atfedilen:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” ifadesi[338], insanın kendi nefsine ve hevasına karşı vereceği mücadelenin daha öncelikli ve dolayısıyla daha önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu büyük cihadı/mücadeleyi başaran kişi, cihadın diğer boyutuna yani önce yaşadığı toplumda, sonra bütün dünyada iyiliğin ve hayrın yayılmasına katkı sağlama aşamasına geçer. İşte bu aşamada hukuk çerçevesinde kalmak kaydıyla kişi, yeri geldiğinde fiilî mücadelede de bulunabilir. Bazı kaynaklarda yer alan:
“Düşmanlarınıza karşı cihad ettiğiniz gibi, hevalarınıza karşı da cihad edin.” sözü de[339] aynı yönde bir mesaj içermektedir.
Haksızlıklara, toplumsal yozlaşma ve bozulmalara karşı konulan tavır da Rasûl-i Ekrem tarafından cihad olarak nitelendirilmiştir.
“Cihâdın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” hadisi[340] zulüm ile mücadelenin;
“Allah’ın benden önceki ümmetlere gönderdiği her nebinin kendi ümmetinden sünnetini alan ve emirlerine uyan havarileri ve sahabileri vardır. Sonra bunların arkasından yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolunmadıkları işleri yapan bir takım nesiller gelir. İşte kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o bir mü’mindir; onlara karşı kim diliyle cihad ederse o bir mü’mindir; onlara karşı kim kalbiyle cihad ederse o da mü’mindir. Bu üç tavrın dışında imandan bir hardal tanesi bile yoktur.”[341] hadisi ise yozlaşma ve sapmalarla mücadelenin, bu terimin kapsamına dâhil olduğunu göstermektedir. Hz. Âişe’nin:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Mademki cihad amellerin en faziletlisidir, öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” sorusuna verilen; “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul bir hacdır.” cevabı[342], cihad teriminin uzandığı noktalar açısından ayrıca dikkat çekicidir.
Râğıb el-Isfahânî (ö. 502/1108) ile İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350), böyle geniş açılımları olan cihadın işlevsel yönünü şöyle derecelendirirler:
1. Nefs ile yapılan cihad: Bu, gerçek dini öğrenmek, öğrendiğini yaşamak ve öğretmekle beraber, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmakla olur ki, bunların tümünü gerçekleştiren kişi rabbanî diye isimlendirilir.
2. Şeytan ile yapılan cihad: Bu, şeytanın dine yönelik vesvese ve şüpheleriyle, haram işlemeye dair tavsiyelerine kulak vermeyip onları defetmeye çabalamaktır.
3. Kâfir ve münafıklarla yapılan cihad: Kâfirlerle yapılanı el ve kuvvetle; münafıklarla yapılanı ise dille olur ki, bu, kâfirlerle yapılan cihaddan daha zordur.
4. Zalimlerle, bidatçilerle ve harama dalanlarla yapılan cihad: Bu da önce elle, buna güç yetirilemezse dille, bu da yapılamazsa kalple olur.[343]
Görüldüğü üzere cihad hem İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te hem de bunların yoğurduğu Müslüman algı ve kültüründe öncelikle ve sadece silahlı çatışma yani savaş anlamında kullanılmamıştır. O, kişinin kendisini kemale erdirmesinin ve ardından dünyayı huzur içinde yaşanabilir bir yer haline getirme çabasının süreçsel bütünlüğünü ifade etmektedir. İslam’ın evrensel olan mesajının insanlara ulaşması ve takip ettiği gayelerin gerçekleşmesi öncelikle barışçıl yollarla temin edilecektir. Bu, Kur’an’ın açık emridir.[344]
Fakat bu görev barışçıl yollarla yerine getirilemezse savaş meydanlarındaki çatışmayla icra ihtimali belirecektir ki, bu da İslam’ın hak din olmasının tezahürüdür.
Fakihlerin şu yorumu, cihadın ilk anlamının çatışma ve savaş olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır: Esasında savaş; insanları öldürmekten, binaları yıkmaktan ibaret olduğu için İslam nazarında bizatihi güzel bir hareket değildir. Savaş, insanların bilhassa inanç hürriyetini koruması yönüyle hasen (güzel) vasfını kazanmıştır. Bu yüzdendir ki cihad, liğayrihi hasen bir vecibedir.[345]
İslam kaynaklarında tebellür eden bu anlayışa rağmen başta Batılılar olmak üzere insaflı olmayan gayrimüslimler, cihad terimini tahrif ederek İslam’ı şiddet içeren bir savaş dini olarak tanıtagelmişlerdir. Onların İslam’a ve onun cihad anlayışına çarpık bir görüntü vermeye çalışmalarının asıl nedeni, İslam’ın, tebliğ edildiği her yerde, yalın ve makul bir sistem olması sebebiyle Hristiyanlığa göre çok hızlı yayılması ve Batılıların İslam medeniyeti karşısında kapıldığı küçüklük kompleksidir.[346]
Aslında ilmî olmaktan çok uzak olan bu iddiaları insafsızca yönelten Batılıların kendi tarihleri, A. Toynbee, F. Schoun, Gibbon, I. Morrish, P. Hitti, T. S. Arnold, C. Taylor, L. Weiss ve diğer pek çok bilim adamı ve tarihçinin de tasdik ettiği gibi, hiç de insancıl ve adil olmayan barbarca örneklerle doludur.[347]
Bu verilerden de açıkça anlaşıldığı üzere, cihad kavramının kutsal savaş iddiasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte cihad, Allah ve Rasûlünün belirlediği hayat ölçülerini uygulamak, bütün insanların yararına din ve vicdan hürriyeti içinde hiçbir baskı ve zulmün olmadığı bir ortam oluşturabilmek, bunun için can, mal, dil ve kalple çaba sarf etmek, İslam’ı ve Müslümanları saldırılardan korumak gibi çok kapsamlı bir anlam taşır. Bu anlam çerçevesine, gerektiğinde son çare olarak sıcak çatışma da girebilir. Ancak bu çatışma, Allah’ın dinini yeryüzünde yüceltip bunu benimsemek isteyenleri korkutacak hiçbir gücün, Allah’ın dinine davet etmekten ve bu dinin gereklerini yerine getirmekten alıkoyan hiçbir korkunun kalmaması içindir, yoksa insanları İslam’a girmeye zorlamak için değildir.
Barış ve esenlik anlamındaki “selam” kökünden gelen bir isme (İslam), yine aynı manaya gelen bir selamlama şekline (es-selâmu aleykum), bütünüyle barış dolu bir gece olan Kadir Gecesinde (selâmun hiye) inen bir Kitab’a, barış yurdu (dâru’s-selâm) olan bir Cennet’e, en temel niteliği barış olan bir davete[348] ve nihayet güzel isimlerinden bir tanesi de “Selam” olan yani barış ve esenliğin kaynağı olan bir Yaratıcı’nın[349] insanlık için seçtiği son mesaj olan İslam’a bu bağlamda kulak verilmesi herhalde insanlık adına büyük kazanç olacaktır.
55. Halkı Müslüman olan ülkelerde yaşayan kadın, çocuk, din adamı gibi masum gayrimüslim vatandaşlar doğrudan cihadın hedefi midirler?
İslam toplumunda vatandaş sıfatıyla yaşayan gayrimüslimler (ehlü’z-zimme) ya da kendilerine verilen giriş izni yani vizeye dayanarak belli bir süre dâru’l-İslam’da bulunan (müste’men) gayrimüslimler can ve mal güvenliğine sahiptirler. Yüce Allah kimliği ve inancı ne olursa olsun haksız yere bir insanın öldürülmesini şu ayet-i kerimede büyük günah olarak saymıştır:
“Bu yüzden biz İsrailoğullarına bildirdik ki, bir cinayetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olarak işlenmesi dışında, kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur…”[350]
Şu ayetler de birlikte yaşamanın esas ilkelerini vermesi bakımından dikkat çekmektedir:
“…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez.”[351];
“Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..”[352];
“Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır.”[353]
Hz. Peygamber (s.a.s.) de:
“Eğer İslam egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki, Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” buyurmuştur.[354]
Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem zimmiye haksızlık yapan, gücünün üstünde mali sorumluluk yükleyen ve gönlü razı olmadığı halde ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını beyan buyurmuş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir.[355]
Bu bilgiler, İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin erkek olsun kadın olsun can emniyetinin bulunduğunu, idamı gerektiren bir suç işlemedikçe öldürülemeyeceklerini, aksi davranışın ebedi cehennem gibi büyük bir cezayı gerektirdiğini göstermektedir. Bütün mezhepler masum bir gayrimüslimi haksız yere öldürmeyi, dünyada cezayı gerektiren büyük bir suç ve ahirette de hesabı verilecek büyük bir günah olarak değerlendirmişlerdir. Bu cümleden olarak Hanefîlere, İbn Ebî Leylâ, Şâ‘bî ve Osman el-Bettî gibi müctehitlere göre zimmiyi düşmanca duygularla kasten öldüren Müslüman kısas edilir. Cumhur ise Müslüman kâtilin diyet ödemesi gerektiğini söylemiştir.
Bizzat çatışmaya girmeyen veya kendi askerine yardım ve yataklık etmeyen gayrimüslimlerin savaşta bile öldürülmeyeceklerini emreden İslam’ın, bu hakkı vatandaş konumundaki gayr-i müslimlere daha öncelikle tanıyacağı aşikârdır. Gerçekten de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), ordu komutanlarına verdiği talimatta, savaşa iştirak etmeyen kadın, çocuk, çiftçi, işçi ile kör, yaşlı, yatalak hasta ve din adamlarının öldürülmemesini emretmiştir.[356]
Bütün bu bilgiler bizi şu sonuca götürmektedir: Cihad, sadece sıcak ve fiilî çatışma yani savaş demek değildir. İslam’a ve Müslümanlara düşmanca duygu beslemeyen gayrimüslimler can ve mal güvenliğine sahiptir. Onlarla bir toplum içinde beraber yaşamak, gerek Kur’an-ı Kerim’in gerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’in zimmilerin hukukuna sahip çıkmak yönündeki talimatları gereği mümkün ve meşrudur.
“…Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”[357] ayetinin açık nehyi gereği, masum gayrimüslimlere dokunulamaz.
Allah Rasûlü (s.a.s.)’in Hz. Ali’ye yaptığı:
“Allah Teâlâ’nın senin vasıtanla bir tek kişiye bile hidayet vermesi, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden daha iyidir.”[358] tavsiyesinde olduğu gibi, insanları öldürmek değil İslam’a kazanmak esastır.
Unutulmamalıdır ki,
“Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Allah, yalnızca din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa gerçek zalimler işte onlardır.”[359]
56. Halkı Müslüman ülkelerin topraklarında masumları hedef alan ve adına “istişhad/şehit olma eylemleri” denilen ve her türlü toplu imha silahlarıyla yapılacak eylemler caiz midir?
İslam’ın genel ilkelerinden birisi canı korumaktır. Dinî-hukuki bir gerekçe olmaksızın insanın yaşama hakkı elinden alınamaz:
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın!”[360]
İnsan kendi bedenini emanet olarak taşıdığından ve onun mâliki olmadığından kendi canını da sonlandıramaz. İslam âlimleri intiharın haram olduğunda icma etmişlerdir. Her ne kadar nüzul sebebi itibariyle farklı değerlendirmelere tabi tutulsa da “…Kendinizi öldürmeyin!”[361];
“Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!”[362] meâlindeki ayetler, intiharın haram olduğuna delalet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), kendini bir dağın tepesinden atarak öldüren kimsenin cehennemde sürekli olarak azaba atılacağını, zehir içerek intihar eden kişinin cehennem ateşinde sonsuza kadar elindeki zehir kadehinden içerek azap çekeceğini, kesici bir aletle kendisini öldürenin de cehennemde aynı yolla cezalandırılıp acı çekeceğini bildirmiştir.[363]
İnsan canının korunmuşluğuyla ilgili bu genel ilke ancak savaş ortamında ve üstelik merkezî bir otoritenin izni dâhilinde esnetilebilir. Herhangi bir savaşın meşru olabilmesi için belli nitelikler ve buna bağlı savaş ilanı gerektiği gibi, savaş sırasındaki öldürme eylemleri de şer’î kurallara ve yer yer kısıtlamalara tabidir. Yukarıda geçtiği üzere bizzat savaşmayan ya da savaşan askerlere yardım ve yataklık etmeyen kişilerin öldürülemeyeceği hususu, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hulefâ-i Râşidîn tarafından vurgulanmıştır.
Hal böyleyken halkı Müslüman olan ülkelerde canlı bomba olarak veya bomba yüklü araçlarla yapılan intihar eylemlerini istişhad yani şehid olma girişimi olarak değerlendirmek mümkün değildir.
Bir kere ortada savaş hukukunun uygulanacağı bir savaş ortamı yoktur; zira savaş iki ülke/devlet arasında olur. Oysa halkı Müslüman olan bir ülkede de adı üstünde Müslümanlar çoğunluktadır ve tek devlet otoritesi vardır. Böyle bir toplumda yapılacak saldırı, kime karşı yapılacaktır ve ne sağlayacaktır? Yüce Allah:
“Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın, fakat aşırı gitmeyin. Allah haddi aşanları sevmez.”[364];
“Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever. Allah, yalnızca din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar…”[365] buyurarak kimlerle savaşılacağını açıklamış ve “Fitne adam öldürmekten daha kötüdür.”[366] diyerek iç tahribatın yıkıcılığına işaret etmişken, suçsuz ve günahsız Müslümanların, çocuk ve kadınların ölümü sonucunu doğuracak bir eylemi, “istişhad” olarak değerlendirmesi bir tarafa, meşru görmesi bile düşünülemez. Kaldı ki, aynı şekilde Yüce Allah, fetihten önce müşrik idaresindeki Mekke’de bulunan müminlere zararı dokunur diye Medineli Müslümanların oraya saldırmasına da izin vermemiştir. Bu durum şu ayette çok açık bir biçimde vurgulanmıştır:
“...Eğer orada kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeden ezerek bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi...”[367]
Masum Müslümanların ölümü sonucunu doğuracak silahlı saldırılar da aynı çerçeveye dâhildir. İslam âlimleri, böyle rastgele saldırıları onaylamak bir yana, savaşta ele geçirdiği Müslümanları kalkan olarak kullanan düşmana karşı silahlı saldırı yapılıp yapılamayacağını bile tartışmıştır. Hanefîler, mümkün olduğu kadar onlara isabet ettirmemeye çalışarak zaruretten dolayı ve genel zararı defetmek için atış yapılabileceği hükmünü getirmişken, Şâfiîler bunu mekruh görmüş, Mâlikîler ancak düşmanın galip gelmesinden endişe edilmesi halinde caiz olabileceğini söylemişlerdir.[368]
Yapacağı eylemle bir Müslümanın kanına girecek olan kişinin şu ilahî buyrukları bir kere daha hatırlaması gerekir:
“Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”[369]
“Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin! İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”[370]
“Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.”[371]
“Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”[372]
Cürcânî, S. Şerif, et-Ta’rîfât, Beyrut 1408/1988, s. 80; Tehânevî (Tânevî), Keşşâfu’l-Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, “chd” md.; Hamidullah, Muhammed, İslam’da Devlet İdaresi, çev. K. Kuşçu, Ankara 1979, s. 260; Özel, Ahmet, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1984, s. 58.
Furkân, 25/52.
Ankebût, 29/69.
Tirmizî, “Fedâilu’l-cihâd”, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20-22; Bkz. Buhârî, “Rikâk”, 37.
Değerlendirme için bkz. Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, Beyrut, 1971, s. 206-207.
El-Isfahânî, Râğıb, el-Müfredât, Beyrut ty., “chd” md; a.mlf., ez-Zerî’a ilâ Mekârimi’ş-Şerî’a, Kahire 2007, s. 91.
Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13.
Müslim, “İman”, 80.
Buhârî, “Cihâd”, 1.
El-Isfahânî, el-Müfredât, “chd” md.; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd, Beyrut 1989, III, 9-11. Son madde İbnü’l-Kayyım tarafından eklenmiştir.
Bakara, 2/256; Nahl, 16/125; Furkân, 25/52.
Kâsânî, Bedâi, Kahire 1327, VII, 100; İbn Abdisselâm, Kavâidü’l-Ahkâm, Beyrut 1990, s. 44; Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1976, III, 356.
Watt, M., İslam’ın Avrupa’ya Tesiri (çev. H. Yavuz), İstanbul 1986, s. 88. Watt, M., İslam’ın Avrupa’ya Tesiri (çev. H. Yavuz), İstanbul 1986, s. 88.
Bkz. İzzetî, Ebû’l-Fazl, İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş (çev. C. Koytak), İstanbul 1984, s. 22, 28, 30; ayrıca bkz. Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi, İstanbul 1988, s. 119; Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. S. Tuğ), İstanbul 1980, I, 217-218; Turnagil, Ahmet R., İslamiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1977, s. 80-81, 125-126, 210.
Mâide, 5/16.
Haşr, 59/23.
Mâide, 5/32.
Nisâ, 4/90.
Enfâl, 8/61.
Tevbe, 9/6.
Şâfiî, Müsned, II, 114-115.
Bkz. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harac, Kahire 1396, s. 125; Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, Kahire 1981, s. 59; Buhârî, “Cizye”, 5; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 153; Tirmizî, “Diyât”, 11; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Haydarâbâd 1344, IX, 204-205.
Rivayetleri topluca görebilmek için bk. Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, Beyrut 1973, VIII, 71 vd. Ayrıca bk. Buhârî, “Cihâd”, 147; Müslim, “Cihâd”, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 300; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82.
Nisâ, 4/90.
Buhârî, “Fedâilü’l-ashâb”, 9; Müslim, “Fedâilü’s-sahâbe”, 34.
Mümtehine, 60/8-9.
İsrâ, 17/33.
Nisâ, 4/29.
Bakara, 2/195.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 254, 309, 435, 478, 488; IV, 33, 34, 135; Buhârî, “Cenâiz”, 84; Müslim, “İman”, 175.
Bakara, 2/190.
Mümtehine, 60/8-9.
Bakara, 2/191.
Fetih, 48/25.
Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, X, 32; Müzenî, Muhtasar (el-Üm ile birlikte), Beyrut 1973, VIII, 271; İbn Kudâme, el-Mukni fî Fıkhi’l-İmâm Ahmed, Beyrut ts., s. 87.
Nisâ, 4/93.
Enam, 6/151
Furkan, 25/68
Mâide, 5/8.