Bu hükmü içeren hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir:
“Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında melekler durur gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. Erken gelenin konumu bir deve kurban eden kimse gibidir. Ondan sonraki bir sığır kurban eden gibi; ondan sonraki bir koç kurban eden gibi; ondan sonraki bir tavuk sonraki de bir yumurta tasadduk eden; gibidir. İmam hutbeye çıkınca melekler sayfaları kapatıp zikri dinlerler.” (Buhârî Cuma 31; Müslim Cuma 10 24).
“Bir kimse Cuma günü yıkanıp elinden geldiğince temizlenir evinde bulunan kremden veya kokudan sürünür sonra evinden çıkıp cemaate katılır ve camide yan yana oturan iki kimsenin arasını yarmaz omuzuna basmaz daha sonra ona takdir olunduğu kadar namaz kılar sonra da imam hutbeye başlayınca namaz sonuna kadar sükût ederse kuşku yok ki o Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır.” (Buhârî Cuma 6; Ebû Dâvûd Taharet 343; İbn Mâce İkâmetu’s-Salât 83).
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Cuma namazına gitmek ergenlik çağına ulaşan her kimseye farzdır” (Ebû Dâvûd Taharet 342; Nesâî Cuma 3) buyurup ardından “Ancak köle kadın çocuk ve hasta bundan müstesnadır” demesi (Ebû Dâvûd Tefrî Ebvâbi’l-Cum’a 9; Beyhakî es-Sünenü’l-Kübra No: 5578) bu ibadetin ev dışında yine umumi bir mekânda eda edileceğine ve evde bulunan kadın çocuk hizmetçi ve hastalara farz olmadığına delalet etmektedir.
Cuma namazı tarih boyunca hep camilerde veya musallalarda kılınmış bütün mezhepleriyle İslam âlimlerinin baskın çoğunluğu bu hüküm üzerinde ittifak etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam âlimleri Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasından hareketle Cuma namazının cemaatle ve herkese açık bir mekânda kılınması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır (Serahsî el-Mebsût İstanbul 1983 II 23; İbn Rüşd Bidâyetü’l-müctehid Kahire 2004 I 167 vd.; İbn Âbidîn Reddü’l-muhtâr Beyrut 1992 II 136-140; 151-152).
Tarih boyunca zaman zaman baş gösteren veba vb bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu ve adeta pandemik bir boyut kazandığı dönemlerde karantina uygulamaları sebebiyle sokaklar boşalmış ve camilerde cemaatle namaz kılınamaz duruma gelindiğinde fakihler evlerde Cuma namazı kılınabileceği fetvası vermemişlerdir. Mesela Hicretin 18. yılında Şam-Filistin bölgesinde Amvâs vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan büyük sahabîlerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak dağlarda karantina tedbirleri almış ama Cuma namazlarının tek tek evlerde kılınabileceğinden söz etmemiştir (Taberî Tarih Beyrut 1387 IV 101; İbnü’l-Cevzî el-Muntazam Beyrut 1992 IV 248). Aynı şekilde 827/1424 yılında Mekke-i Mükerreme’yi de kuşatan salgında camiler cemaatsiz kalmış imamlar görev yapamamış ama evlerde Cuma kılınması gündeme gelmemiştir (İbn Hacer İnbâü’l-ğumr Beyrut 1986 III 326). 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra pek çok konuda Şeyhulislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) fetva alınmasına rağmen kılınamayan ya da karantina sebebiyle camide kılamayan kişiler için evlerde Cuma kılınmasına dair bir fetva söz konusu olmamıştır (“Karantina” DİA XXIV 463-465). Zira Cuma namazının ancak genel mescidlerde veya bunun için belirlenmiş olan alanlarda herkesin iştirakiyle kılınması gerektiği yönündeki genel kanaat zaten bunun gündeme gelmesine engel olmuştur (Cassas Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî Medine 2010 II 134; Merğînânî el-Hidâye Beyrut ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî) I 82; Şirbînî Muğni’l-Muhtac Beyrut 1994 I 543; Karâfî ez-Zehîra Beyrut 1994 II 335; Sâvî Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağir Kahire ts. (Dâru’l-Meârif) I 499-500).
Cuma namazı için gerekli olan asgari cemaat sayısında ihtilaf edilmekle birlikte (ki bu sayı Hanefîlere göre imam dışında 3 Mâlikîlerde 12 ve Şâfiîler ile Hanbelîlerde 40 kişidir) bu sayının tamamının kendilerine Cuma farz kılınan (Hanefilere göre en azından cemaate imamlık yapmaya elverişli) kişilerden oluşması gerektiği aksi halde kılınan Cuma namazının geçerli olmayacağı hususunda ittifak bulunmaktadır (Merğînânî el-Hidâye I 83; İbn Âbidîn Reddü’l-muhtâr II 151; Şirbînî Muğni’l-Muhtac I 545-6; Sâvî Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağîr I 497). İslam âlimlerinin bu ortak kanaati de bu namazın ancak herkese açık olan camilerde kılınabileceği sonucunu vermektedir. Cuma namazının farz kılınış hikmetlerinden biri de bir mahalde meskûn olan müminlerin haftada bir kez bir araya gelip birbirlerinden ve kendilerini ilgilendiren meselelerden haberdar olmalarını ve sorunlarına çözüm üretmelerini sağlamaktır. Bu bağlamda sadece Cuma kelimesinin manası ve hikmeti düşünüldüğünde bile bunun evde kılınmasının caiz ve mümkün olmayacağı anlaşılmış olur.
Bütün bu delil ve yaklaşımlar İslam’ın somut toplumsal sembollerinden biri olan Cuma namazının evlerde kılınamayacağını aksine genel çağrıya binaen herkesin katılabileceği camilerde veya musallalarda ya da açık alanlarda kılınması gerektiğini göstermektedir.
Cuma ve cemaatle namazın internet televizyon vb. iletişim araçları ile başka bir mekândaki imama uyularak kılınması meselesine gelince; fakihlerin yine Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiram (r.a.) uygulamalarına dayanarak ulaştıkları ortak kabule göre cemaatle namaz kılınabilmesi için imam ile cemaatin aynı mekânda bulunmaları gerekir. Asr-ı saadetten itibaren yerleşik uygulama bu yöndedir. Esasen “bir imama uyan cemaat” mefhumu da bunu yani mekân birlikteliğini ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektirmektedir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını bilgi alışverişinde bulunmalarını aralarında sevgi ve yardımlaşmanın yerleşmesini ve ibadetlerini birliktelik ruhuyla ve severek yapmalarını sağlama amacına yöneliktir. Hz. Peygamber bu sebeplerle namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağını bildirmiştir (Buhârî Ezan 30; Mesacid 53; Ebû Dâvûd Salat 47 49). Diğer taraftan “cemaatin” ancak iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşabileceği de yine Hz. Peygamber tarafından beyan edilmiştir (Buhârî Ezân 35; Nesâî İmâmet 43-45). Nitekim o “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî Ezan 9 32; Müslim Salat 129) buyurarak da cemaatin ona katılan herkesin bir arada imamla birlikte bulunması suretiyle oluştuğuna işaret etmiştir. Şu hadis-i şerif de aynı gerçeğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin cemaat ile kıldığı namaz evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz kılmak için camiye gelirse camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua ederler. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece; ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.” (Ebû Dâvûd Salât 49).
İşte bu gerekçelerle imamın namaz kıldırdığı mekân dışında bulunan bir kimse imama uymaya niyet ederek namazını kılsa bu namaz geçerli olmaz. Nitekim imam ile cemaat arasından geçen bir nehir veya genişçe bir yol da İslam âlimlerince cemaatin imama uymasına engel sayılmıştır (İbn Nüceym el-Bahr Kahire 1311 I 384; II 127; el-Fetâvâ’l-Hindiyye Bulak 1310 I 87). Buna göre internet televizyon ve radyo aracılığı ile başka bir mekândaki imama uymaya niyet etmekle mekân birliği gerçekleşmiş olmayacağından ve “cemaat” mefhumu oluşmayacağından bu şekilde kılınan namaz geçerli değildir.
Sonuç olarak ibadetler eda edilirken Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirtilen bütün kural ve uygulamalara riayet etmek gerekir. İbadetlerde ekleme ve çıkarmanın yanında şekil ve eda etme biçimlerini değiştirmek de doğru değildir.