Değerli kardeşimiz
Bu soruya maddeler hâlinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:
Bu sorunun hedefi inançları sarsmak saf zihinleri bulandırmak masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki:
Eğer bu soruya "Evet" diye cevap verilse o zaman"Demek ki sizin Rabbiniz yarattığı şeyden güçsüzdür." denilecek. Eğer "Hayır" diye cevap verilse o zaman da "Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir."denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk'a acizlik isnadı söz konusudur.
Bu soruyu ortaya atanlar var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı) vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri hâlde daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ'dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle açıkça demagoji yapmaktadırlar.
Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.
Bu hakikati bilmemek büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.
İmkân-ı aklî: Aklen hem olması hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ yeni evlenen bir insanın çocuğunun olması da olmaması da mümkündür.
İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.
İmkân-ı vehmi sadece"olabilir" "belki" gibi temenni zan ve hayallerden kaynaklanır.
"Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?"sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân'dan büyük olmasını mümkün göremez.
Mantıkta "Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata" denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü bu resim insana aittir."
"Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur." diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah'tan büyük tevehhüm etmek duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.
Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:
a) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.
b) Mevhum varlığın yaratılması Allah'tan beklenmekte böylece Allah’ın Hâlık olduğu o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.
c) O mevhum varlığın yaratılması Allah'tan istendiği gibi onun büyüklüğü gücü dirayet ve azameti de Allah'tan istenmektedir.
Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz büyük yegâne Hâlık ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç âciz zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde tam tersine o vehmî varlığın Allah'tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.
Soru ile yapılmak istenen kıyas çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla bu sorunun "iddia olma" özelliği yoktur. Meselâ "Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?" sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.
Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.
Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin ustasının kemâlini aşması ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi yahut bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir safsataların en acibidir.
"Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?" sorusu:"Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?"gibi bir saçmalık ifade eder.
Soru Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:
Hak Teâlâ'nın sıfatlarından biri "kudret"tir. Soru bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur: "Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?"
Bu sorunun sahibi sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza şu uçsuz bucaksız sistemler hep O Kadir-i Zülcelâl'in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak'ı yorması âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.
Söz konusu soru Cenâb-ı Hakk’ın "irâde" sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer: "Mutlak irâde sahibi olan Allah Teâlâ kendi hükmünü geri bıraktıracak kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?"
Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın irâdesi mutlaktır sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O'nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir.
Öte yandan Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı şey mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık'ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık'ın irâdesi sınırlı mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte böylece "sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması" gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.
Soruyu Allahü Teâlâ'nın "ezeliyeti ve ebediyeti" noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız: "Cenâb-ı Hak kendinden evvel var olup kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?"
Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan'ın bir ismi Evvel bir ismi de Âhir'dir. Varlığının evveli olmadığı gibi sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki böyle bir hurafeye bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu hâlde -hâşâ- fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak yaratacağı o mevhum varlık ise mahlûk olduğu hâlde ezelî ve ebedî olacaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın hayat semi' basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.
Ne gariptir ki böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.
Bilindiği gibi bir hakikatin zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ güneşin kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi yahut bir insanın "insanlık" mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı hâlde Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.
Yukarıdaki soru ile ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir.Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan fâni âciz kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allah Teâlâ'nın mutlak kemâli zıddı olan mutlak noksanlığa mutlak cemâli mutlak çirkinliğe mutlak kudreti mutlak acze inkılâb etmez.
O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân sonsuz âlim ve mutlak Hâkim'dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir fânidir ve hadistir.
Soru sahibinin vehmine göre Cenâb-ı Hak ezeli olduğu hâlde -hâşâ- hadis olacak (sonradan meydana gelecek) yaratılması vehmedilen o varlık ise hadis olduğu hâlde ezelî olacaktır. Tâ ki Allahı Teâlâ'dan -hâşâ- daha büyük olması tevehhüm edilsin.
Allahü Azîmüşşân sonsuz kadir olduğu hâlde âciz olacak O'nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır!..
Misaller çoğaltılabilir.
Bu sorunun cevabı üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.
Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
"Heykelin bir ustası olması vâciptir." Zira san'at san'atkârsız düşünülemez.
"Bu heykel yapılmadan önce ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür." Yâni usta için o eseri yapıp yapmamak olasıdır.
"Heykelin ustasından daha maharetli mükemmel daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır) muhaldir."
Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak:
Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek ışığını dilediğine verip dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup etrafında on iki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.
Yukarıdaki misâller gibi vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib mümkin mümteni.
Cenâb-ı Hakk'ın vücudu "vâcib" yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu "mümkin" Allah Teâlâ'nın şeriki misli benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise "mümteni"dir.
Cenâb-ı Hakk'ın vücudu vâcibdir. O'nun vücudu Zât’ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O'nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi eşi ve benzeri yoktur.
Mümkine gelince mümkin varlığı ile yokluğu eşittir var da olabilir yok da olabilir. Mümkinin varlığı da yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan her şey mümkindir.
Meselâ kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni kâtib o harfi yazabilir de yazmayabilir de. Demek ki harf için iki taraf söz konusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.
Bütün mümkinat Cenâb-ı Hakk'ın yanında bu harf gibidir. Kâinat O'nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi yine O'nun irâdesi kudreti terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında gerekse devam ve bekasında Allah'a muhtaçtır.
Mümkinat âleminde O Vâcibü'l-Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O'nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında her şey eşittir. Küçük-büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın parça ile bütünün farkı yoktur.
Mümteniye gelince; mümteni varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin "olmak" "olmamak" gibi iki ciheti varken mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek çelişki ve tezatları doğurur.
Meselâ bir rakam ya çifttir ya da tektir. Bir rakamın hem çift hem de tek olması mümtenidir.
Bir insanın aynı anda hem ayakta hem de oturur olması da mümtenidir.
Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.
Aynen öyle de Cenâb-ı Hakk'ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.
Mümkinin vâcib'ten büyük olması da mümtenidir.
Mahlûkun Hâlık'tan üstün olması da mümtenidir.
Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir.Yâni O zâtında büyüktür büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O'nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir birbirine göredir.
Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira bütün o tecelliler parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?
Bu misâl gibi ilmi kudreti azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allah Teâlâ' nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O'nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O'nun var etmesiyle hayatları O'nun hayat vermesiyle nurları O'nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O'nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir yücedir.
Bilindiği gibi matematik ilminde bir "sonsuz" kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez.Bütün rakamlar şuurlu kabul edilse bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük bu sınırlı akla sığmaz.
Soruda sözü edilen o vehmi varlığın mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.
Sanatkârın sanatından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ Selimiye Camii'ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren Mimar Sinan'ın ruhundaki incelik düşüncesindeki derinlik hissiyatındaki zerafet ve san'atındaki meharettir. Alkış Sinan'adır takdir O'na gider. Faraza Sinan'ın ömrü ebedî olsaydı daha nice camiler yapar eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O'nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin onların büyüklükleri Mimar Sinan'ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.
Şu kâinat denilen büyük mescid arşlar ferşler sema tabakaları uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye'ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle iradesiyle hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar her şey her haliyle ve tavriyle her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O'nun hâkimiyeti karşısında her şey mahkûm O'nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.
İşte yukarıdaki soru büyüklük mefhumunu bilmemek yanında Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet