- Allah'ın ancak isim ve sıfatlarını bilebilirmişiz.
- İnsan kendi zatını bilebilir mi?
- İnsan kendi zatını da bilemez aslında değil mi?
- İnsanın kendi hakkında söyleyebilecekleri (de) hep sıfatlarıdır.
Değerli kardeşimiz
Allah'ı en iyi bilen Peygamberimiz (asm)'dir. Peygamberimiz de mi'raçta Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını dahi hakkıyla idrak edemediğini ifade etmiştir. Demek ki Cenab-ı Hakk'ın zatını hiçbir insan anlayamaz.
“Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları fiilleri isimleri sonsuz kemalde bulunan ve her türlü noksanlıktan münezzeh bulunan Zâtı”
“İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir münezzehtir.”(Saffat 37/180)
Bazı kimseler Cenâb-ı Hakk’ın kudsî zâtı hakkında bir takım sorular ortaya atıyor asılsız ve temelsiz tahminler yürütüyorlar. Bunu yapanlar daha çok itikadı zayıf fikri sönük kul olduğundan gafil ve ameli noksan kimseler. Bunlar sorumluluktan korkuyor âhiretten ürküyor ibadetten kaçıyorlar. Kendi vehimleriyle öyle bir ilâh arıyorlar ki O’nun mülkünde diledikleri gibi hareket edebilsinler. Ölümle hiçliğe gömülüp bir daha dirilmesin hesaba çekilmesinler. O bâtıl mabudun emir ve yasakları olmasın. Her işlerinde kendi başlarına buyruk olsunlar. Nefisleri nereyi isterse oraya koşabilsin nereden hoşlanmazsa oradan kaçabilsinler.
Onlara Asr-ı Saadet öncesini hatırlatıp deseniz ki “O günün insanları kendi yaptıkları putlara taparlarmış.” “Böyle saçmalık mı olur?” derler. Gel gör ki kendi yaptıkları onlarınkinden pek farklı değil. Onların elleriyle yaptıklarını bunlar hayalleriyle yahut vehimleriyle yapmaya çabalıyorlar. Bir de onların gayesi tapınmak imiş bunların ki ise ibadetten kaçmak.
Biz bu adamları kendi kuruntularıyla başbaşa bırakıp insan aklının bu vadideki güçsüzlüğünü şöyle bir düşünelim:
Ne göz her varlığı görür ne kulak her sesi işitir ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah’ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi o da mahdut sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş semanın azametini rakamlara dökememiş. Kısacası insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor hâlikıyeti anlamaya bu mukaddes sahada tahminler yürütmeye zorlanıyor. Kaldı ki akıl henüz kendi mahiyetinin cahili. Nasıl bir mahlûk olduğunu hakkıyla anlamaktan âciz.
- Akıl nedir; nasıl çalışır?
- Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur?
- Hâfızadan nasıl yardım alır?
- Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir?
Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulamamakta.
Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşad kapısı büyük bir hidayet vesilesi. “Henüz kendini lâyıkınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez.” diye bir ikaz işareti.
Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu İlâhi hikmetin bir şifresidir. İnsan bu şifreyi çözerse ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder ne de O’nun kudsî zâtını anlamaya zorlanır.
Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes Zâtı hakkında ortaya atılan bütün hayaller ve vehimler “Akıl mahlûktur Hâlıkını ihata edemez.” hakikatına göz kapamanın birer acı neticesi.
Evet “Akıl mahlûktur Hâlıkını ihata edemez.” yâni hakkıyla kavrayamaz lâyıkıyla bilemez.
Çevremizdeki varlıklara şöyle bir göz atalım. Bahçelerde boy gösteren ağaçlar kırlarda otlayan koyunlar üzerimizde uçuşan kuşlar her an emdiğimiz hava dünyamızı aydınlatan Güneş gece yolumuzu gösteren Ay... Hepsi Hakk’ın mahlûku... Herbirine ayrı bir mahiyet verilmiş farklı özellikler takılmış değişik vazifeler yüklenmiş. Arı Güneşe benzemediği gibi bal vermesi de ışık saçmaya benzemiyor.
Kuş ceylan balık ve şu yerküre... Her biri ayrı bir varlık. Ne zâtları birbirine benziyor ne sıfatları ne de fiilleri... Biri uçar diğeri koşar beriki yüzer bu ise döner... Her biri ayrı bir âlem. Misâlleri çoğaltabiliriz.
Şimdi düşünelim:
- Bu ayrı ayrı mahiyetler kimin hazinesinden geliyor?
- Bu sıfatları bu varlıklara kim taktı?
- Hiçbiri kendi zâtını fiillerini ve sıfatlarını kendisi arayıp bulmadığına beğenip almadığına göre bu kadar farklı varlıklar kimin kaderiyle takdir edildi ve kimin kudretiyle icad edildiler?
Bozulmamış her akıl idrak eder ki bu varlıkları yaratan elbette hiçbir cihetle onlara benzemez. Ve bu mahlûklar akıllı olsalar hiçbiri Hâlıkını kavrayamaz; O’nun kudsî Zâtını anlayamaz.
Bir de kendi varlığımızı düşünelim. Herbiri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; “gözümüzü kulağımızı kalbimizi ciğerimizi” bir an için şuurlu farzedelim ve onlara ruhu soralım “Ruhu nasıl bilirsiniz?” diyelim. Bu organlardan şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak yalan olur. O’nu neye benzetsek saçmalarız gülünç düşer ve rezil oluruz.
İkisi de mahlûk oldukları halde bedenin organları ruhu anlayamıyor. O halde bir mahlûk olan akıl kendi Hâlıkının kudsî mahiyetini nasıl anlayabilir? O’nun mukaddes Zâtını nasıl kavrayabilir?..
Zaten akıl neyi anlarsa hâfıza neyi alır hayal neye ulaşırsa bütün bunlar tıpkı gözün gördüğü kulağın işittiği dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmış... Elbette bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir Hâlık olamaz...
Allah.
Semayı direksiz durduran Kayyum. Küreleri muntazam döndüren Hâkim. Bütün hayatları bahşeden Muhyi. Bütün kuvvetleri lütfeden Kâdir.Sonsuzluk zâtına has olanBâki. Evveli olmaktan münezzehKadîm. Tüm sesleri birden işiten Semi’. Gizli-âşikârı bir gören Basîr. Varlığı her şeyden âşikârZâhir.Ne his ne akılla bilinmezBâtın. Allah...
Varlık O’nun varlığını gösterir. Birlik O’nun vahdetini bildirir.
Şu bütün çekirdekler yumurtalar kökler ve nihayet varlık âleminin ilk mahlûku Nur-u Muhammedî bize O’nun evveli olmaktan münezzeh bir ezelî olduğunu ders verirler.
Şu varlık âleminde bir süre kendini gösterip sonra gözden kaybolan hadsiz eşya onları terhis edip yerlerine yenilerini getiren bir ebedî kudreti durmadan ilân ederler.
Nurların muazzez müellifinin pak gönlünden coşarak satırlara dökülen şu hikmet çağlayanını birlikte dinleyelim:
“Şu mevcudat İrade-i İlâhiyye ile seyyaledir. Şu kâinat emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlûkat İzn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Âlem-i gaybdan gönderiliyor âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder mâziye dökülür.” (Mektubat Yirminci Mekup İkinci Makam)
Allah başlangıcına hiçbir hayalin erişemeyeceği o zaman nehrini akıtan Zât. Onda akıttığı nice maddelerden şu gökkubbeyi çatan Zât. Bu kâinat sarayını bir süre boş olarak o nehirde akıttıktan sonra rahmet hazinelerinden o akıcı âleme fâni mahlûkatını döken Zât. Bitkileri o arz sahrasında yaratan hayvanları o tarlada otlatan ve öldüren insanları o gezici imtihan meydanına getiren ve götüren Zât. Herkes ve her şey O’nun zaman nehrinde akmağa ve sonunda zevâl ve ölümü tatmağa mahkûm. Hâkim ancak O. Rahîm ancak O. Bâki ancak O. Kadîm ancak O...
O’nun yarattığı zaman içinde yüzdürdüğü ve dünyasında gezdirdiği bir kul olarak O’nun kemalini nasıl idrak edebiliriz!.. Mahlûk ve sınırlı olan aklımızla bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah’ın zâtını elbette idrak edemeyiz.
Evet O’nun zâtının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.
Allah bizleri imana marifete muhabbete götürecek pekçok duygularla lâtifelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde pekçok hakikatlara muhatab olabiliyoruz. Bunlardan birisi de Allah’ın zâtının bilinmezliği.
Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek insanı şirke götürür. Yâni böyle bir düşünceye dalan insan Allah’a ortak koşma yolundadır. İnsan Allah hakkında her ne düşünse o kendi fikrinin bir mahsulü olmaktan ileri gidemez. Akıl mahlûk olduğu gibi onun düşündükleri de mahlûk. İnsan Allah’ın zâtı hakkında her ne düşünse mahlûkattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek yanlış karar verecektir.
İşte bu noktada kalbimizi nurlandıran aklımızı kamaştıran fikrimize ufuklar kazandıran büyük bir lütufla karşı karşıyayız: Kur’an. Allah’ı o Allah kelâmı ile bilen insan hakikata ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlı.
Allah’ın sıfatları fiilleri isimleri şuunatı hakkında da bu zaif aklın bize söyleyeceği çok az şey vardır.
“Rabbimizin bizden razı olması için neler yapmalıyız?” sorusu ise aklın hiç yanaşamayacağı bir umman. Akılla sahiline erişilmez nice sahalarda Kur’an sayesinde rahatlıkla dolaşıyor fikrin takatını aşan nice hakikatları kolaylıkla anlıyoruz.
İnsan denildiği zaman ruhu anlaşılmalıdır. İnsan kendi ruhunu anlaması da mümkün değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ruh nedir ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? ...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet