- Hz. Muhammed (sav)'e miraçta evvelin ve ahirin tüm ilimlerinin öğretilmesi ne demektir nasıl anlaşılmalıdır?
Değerli kardeşimiz
a) Bu soruda iki şey soruluyor: Hz. Muhammed (asm)'e evvelin ve ahirin tüm ilimlerinin öğretilmesi ve bunun mi'raçta tahakkuk etmesi.
b) Taberani’nin rivayetinde yer alan “Ben her şeyi bildim ve gördüm.” manasındaki ifade her şeyden önce mi'raçta değil bir rüyada söz konusudur. (Taberani el-Kebir h.no: 290)
Aslında hadisin metninde yer alan “ فعلمت من كل شيء وبصرته“ ifadesini şöyle anlamak mümkündür: “Her şeyden biraz bildim.” Çünkü “Her şeyi bildim.” ifadesinin Arapçası فعلمت كل شيء şeklindedir.
c) İmam Ahmed b. Hanbel de bu konuyu farklı yollarla rivayet etmiştir. (bk. Müsned 5/438)
Müsned’i tahkik eden ve değişik muhaddislerin değerlendirmelerine yer veren Şuayb el-Arnavud ve diğerleri tarafından bu rivayetler zayıf kabul edilmiştir. (bk. Müsned 5/438; 27/172; 36/423 38/257’deki ta’likler/dipnotlar)
d) Tirmizi bu hadis rivayetleri için sırasıyla “senedde meçhul bir ravinin bulunduğunu” “hasen garip olduğunu” ve “hasen-sahih olduğunu” bildirmiştir. (bk. Tirmizi h.no: 3233-3234-3235)
Tirmizi konumuzla ilgili zikrettiği üç rivayetin her birinde farklı ifadeler yer almıştır. 3233’te: “göklerde ve yerdekileri bildim”; 3234’te “Doğu-Batı arasındakileri bildim”; 3235’te “Her şey bana tecelli etti ve tanıdım/bildim” şeklindedir.
e) Görüldüğü üzere bu rivayetlerin hiç birinde “Hz. Muhammed (asm)'e miraçta evvelin ve ahirin tüm ilimlerinin öğretildiğine” dair bir ifade söz konusu değildir.
f) Bu açıklamalardan sonra konuyla ilgili genel çerçevede kısa bir değerlendirme yapmakta fayda mülahaza ediyoruz:
”İlm-i evvelin ve ahirin”den maksadın ne olduğunu tespit etmek gerekir. Bu kavramın iki ihtimali vardır:
Birincisi:“Her şeyi bilmek.”
Bu anlamda peygamberler dahil hiç bir insan bu ifadenin muhatabı olamaz hiç bir kimse “her şeyi” bilemez. Bu ancak sonsuz ilim sahibi olan Allah’a mahsus bir bilgidir.
İkincisi: Hz. Âdem’den kıyamete kadar gelen ve gelecek olan “insanların bildiği her şeyi bilmek.”
Bu mana daha dar bir çerçeveyi ifade etmekle beraber bu bilginin de -peygamberler dahil- bir insan için söz konusu olmadığını düşünüyoruz ve bunun delillerini şöyle sıralayabiliriz:
1) Önce şunu belirtelim ki Hz. Muhammed (asm) en son ve en büyük peygamber olduğuna göre diğer bütün peygamberlerden daha fazla ilim sahibi olması gerekir. Bunda şüphe yoktur. Çünkü büyüklüğün en büyük belgesi ilimdir.
2) Her şeyi bilmek veya bütün insanların ilmine sahip olmak ne peygamberliğin gereği ne de gerekçesidir. O halde açıkça bildirilmeyen böyle bir konuda yapılan iddiaların gereği yok fakat gereksizliği vardır.
3) Yukarıdaki hadis rivayetlerindeki ifadelerin hepsi “ilahi hikmetin uygun gördüğü konularda o güne o ana o vakte mahsus” bir ilimden haber verdiklerine delâlet etmekte ve Allah’ın bildirmesiyle öğrenilen bir bilgiyi göstermektedir. Bunu böyle anlamak ayrıca zaruridir. Çünkü;
4) Peygamber Efendimiz (asm) güneşin tutulduğu bir günde küsuf namazını kıldıktan sonra bir hutbe irad etti. Konumuzla ilgili ifadesi şu manadadır: “Şimdiye kadar görmediğim her şeyi hatta cennet ve cehennemi de şu anda durduğum/bulunduğum yerde gördüm” (Müslim Kususf 11/905)
Bu hadiste “Şimdiye kadar görmediğim...” ifadesi Peygamber Efendimiz (asm)'in “her şeyi bilmediğini” göstermektedir. “şu anda durduğum / bulunduğum yerde...” ifadesi ise bu bilgilerin belli bir zaman dilimine mahsus olduğuna işaret etmektedir. Özellikle Medine’de irad ettiği bu hadis soruda yer alan “Miraçta ilm-i evvelin…” iddiasının doğru olmadığını göstermektedir.
5) Yine Müslim’in diğer bir rivayetinde güneşin tutulması münasebetiyle Peygamberimiz (asm)'in irad ettiği hutbede şunları da söylemiştir:
“Kim benden bir şey sormak istiyorsa sorsun Allah’a yemin ederim ki şu yerimde bulunduğu sürece benden ne sorarsanız mutlaka ondan size haber veririm.”(Müslim h. no: 136/2359)
Burada da “şu yerimde bulunduğu sürece benden ne sorarsanız mutlaka ondan size haber veririm” manasındaki ifadesi de Peygamberimizin ilminin sınırsız olmadığı Allah’ın bildirdiği takdirde bileceğini göstermektedir. Zira o bilgi akışının o yerde o belli vakitte olacağını -Allah’ın bildirmesiyle- bildiği için o sınırlandırmayı yapmıştır.
6) Fazla uzatmamak için birer misal olsun diye aşağıda meallerini vereceğimiz ayetleri açıklamaksızın onları tefekkür etme işini sizin ferasetinize havale ederek yalnız meallerini vermekle yetineceğiz.
“(Resûlüm!) Bunlar bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem´i himayesine alacak diye kur´a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.” (Al-i İmran 3/44)
“De ki: Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (Enam 6/50)
“De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim:Ne fayda sağlayabilirim ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette (zararlı şeylerden korunmak için) hayırlı işleri çoğaltırdım bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim." (A'raf 7/188)
“De ki: Ey Rabbim! Benim ilmimi arttır.”(Tâhâ 20/114)
“O bütün gaybı bilir. Fakat gayplarını kimseye açmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda (mesajı korumak için) o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir. Böylece (Allah) elçilerinin Rablerinin mesajlarını gereğince tebliğ ettiklerini bilmek (yani fiilen görmek) ister. Doğrusu Allah kullarının nezdinde ne var ne yoksa her şeyi ilmiyle ihata etmiş her şeyi bir bir kaydetmiştir.”(Cin 72/26-28)
Bediüzzaman Hazretlerinin bu açıklamalarımız teyit eden bazı ifadeleri şöyledir:
“(Vahiy iki kısımdır: Birinci kısım vahy-i sarihdir). İkinci Kısım: 'Vahy-i zımnî'dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazen yine ilhama ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasında beyan eder."
"İşte her hadîste bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki temsil ile fehme takrib edilir.” (bk. Mektubat s. 93)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet