Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

"Levlake hadisi" olarak bilinen "Sen olmasaydın ey Habîbim felekleri (kâinatı) yaratmazdım" kudsî hadisi ne anlama gelmektedir; kaynağı var mıdır?

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:16    Güncellendi: 31.01.2025 23:16
Cevap

Değerli kardeşimiz

Hz. Cabir anlatıyor:

“Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh ne kalem ne cennet ne ateş/cehennem vardı. Ne melek ne gök ne yer ne güneş ne ay ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi ikinci parçasından Levh’i (Levh-i mahfuz) üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını) ikinci parçadan Kürsi’yi üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri ikinci parçadan yerleri üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu/iman şuurunu ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.” (bk. İmâm Ahmed Müsned IV-127; Hâkim Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban El İhsân XIV-312/6404; Kastalanî Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî I/262-6)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde:

"Allah  seni kendi nurumdan diğer şeyleri de senin nurundan yarattım buyurdu." buyurmuştur. (Îmân Ahmed Müsned IV-127; Hâkim Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî Keşfü'l-Hâfâ I-265/827)

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.

Çünkü hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl onun gelişini takdir etmemiş olsaydı kâinat da insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı.

"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse Nur-u Muhammedî hem çekirdeği hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse o nur onun aklı olur."

İşte "Sen olmasaydın ey Habîbim felekleri (kâinatı) yaratmazdım." kudsî hadisi bu sırra işaret etmektedir.

"Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım." hadisi nasıl anlaşılmalıdır ve Hakikat-ı Muhammediye nedir?

Tasavvufi anlayışa göre Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Alemin var olma sebebi maddesi ve gayesi bu hakikattir.

Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. İlk yaratılan Hz. Peygamberin (asm) temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (asm)’dir.

“Hem o melek cin ve beşerin seyyidi olan zat şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder belki gösterir ki o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye şu hakikate şahid-i kat'idir.”

"Levlake” Hadisi

“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake...) (Acluni II: 164; Hakim el Müstedrek II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed (a.s.m.) için yaratıldığı anlatılır.

Çekirdek ve Meyve

Tasavvufi anlayışta “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan peygamberlerden hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.

Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:

“Ve herhalde zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferid insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid insandır. Ve insanlar içinde herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zat küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip bütün ehl-i kemâle bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat elbette o ferd-i mümtazdır ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi odur.”

“Evet nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.) kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi hayattar hakaikinin şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır."

"Evet evet evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını aklını kaybedecek belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak bir kıyameti koparacak."

"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse Nur-ı Muhammedî hem çekirdeği hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi) ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine sâniine iman etmek üzere câzibedar hayret-efza davet ediyor. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed" Tevrat'ta "Ahyed" ve Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma iki cihanın güneşidir."

"İnsanlardan bir çekirdek var ki Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk seyyid-ül enâm (herkesin efendisi) Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır."

"Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem sebeb-i hilkat-i âlem hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi bu kâinatın hakikî kemalâtı ve sermedî Cemîl-i Zülcelâl'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Risalet-i Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile tahakkuk ettiğinden nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder."

Hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem İsm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap doğrudan doğruya O’na bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere Hz. İsa (as) O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (asm) risâlet ve nübüvveti temelde diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O bir hadislerinde: "Allah'ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur." buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de "Hz. Âdem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken ben peygamber idim." ferman etmektedir. Demek ki O'nun peygamber olarak planlanması herkesten önceydi. Bu mesele tasavvufçularca "hakikat-ı Ahmediyye" ünvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında hakikat-ı Ahmediyye aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki bununla da Hz. Peygamber'in (asm) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.

Necip Fazıl O’nu ifade için “O ki o yüzden varız.” derdi. Bu yaklaşım hadis kriterleri açısından tenkid edilse de mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir. Evet Allah kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. O olmasaydı kâinat kitabı okunamayan anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı. Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysa ki Allah Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere varlığı kendisine ibadet etsinler İbn Abbas’ın tefsirine göre de kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki Hz. Muhammed olmasaydı varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi yani yaratılış sebebi denebilir.

O’nu kendinden önce gelen her peygamber misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere Hz. Âdem kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı Allah’ın “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da “Ben Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. İsmi senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır.” şeklinde cevap vermiştir. En son Hz. İsa da O’ndan çok bahsetmiş İncillerin eldeki nüshalarında

“Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim ta ki dünyanın Efendisi gerçeğin ruhu hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın.” (Yuhanna Bab 16/12-14) demiştir.

Hz. İsa O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki dedesi Abdülmüttalib “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek O’na Muhammed ismini koymuştur. İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar. O yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.

O en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış yoluna devam etmişti de kendisine “Top senin çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde “Yıldızlar yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş melekler kendisine teşrifatçılık yapmış yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da bir insandı ve yerdi içerdi uyurdu sokaklarda dolaşırdı. Fakat Buseyrî’nin ifadesiyle “bir beşerdi ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:

Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes kendince bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen O’nun önünde cennet temessül eder ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. İşte Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiçbir şekilde Allah olunamayacağına göre şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki durumu itibarıyla kelamcılar hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da sufîler O’nun Mirac’da zaman mekân hususiyet ve kayıtlarından müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. İşte bu makamda iken bile O yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs:“Eğer ben o makama varıp orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim vallahi dönmez orada kalırdım.” der. Ama O geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek onları da bizi de kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle bir ayağı hakikatte diğer ayağı da 72 milletin arasında ömrünün bakiyesini halkın içinde Hakk’la beraber sürdürmüştü.

İlave bilgi için tıklayınız:

“Nur-u Muhammedî” ne demektir?..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet