Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Peygamberlerde bulunması gereken vasıflar nelerdir? Nebi ile resul arasındaki fark nedir?

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:16    Güncellendi: 31.01.2025 23:16
Cevap

Değerli kardeşimiz

Peygamberlik müessesesi vehbîdir (Allah vergisidir). Takva ve salâhat gibi insanın iradi gayreti (kesbi) ile elde edilemez. Peygamberler Cenâb-ı Hakk’ın insanlar arasından hususî seçtiği özel himaye ve terbiye ettiği mümtaz şahsiyetlerdir.

Resûlüllah Efendimiz Kureyş’e Nübüvvetini tebliğ etmesi üzerine Kureyş’in ileri gelenlerinden Velid bin Muğire:

“Eğer peygamberlik hak olsaydı peygamber sen olacağına ben olurdum. Çünkü ben yaşça senden büyük olduğum gibi mal ve çocukça da üstünüm” (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 520) demişti.

Bunun üzerine nazil olan âyetlerde: Allah’ın peygamberliği kime vereceğini daha iyi bildiği o makamın böyle fazla çocuk sahibi olmak ve daha yaşlı bulunmak gibi maddi sebep ve vesilelerle ulaşılacak maddî bir makam olmadığı belirtilmiştir. (el-En’âm 124)

Ayrıca da peygamberliğin ilâhî ve yüce bir rahmet olduğu ve bunu ancak Allah’ın dilediğine vereceği kimsenin böyle bir rahmete lâyık olduğunu iddia edemeyeceği; gelen âyetlerde açıkça beyan edilmiştir. (Zuhruf   31-32)

Peygamberlik kulun irade ve gayretiyle ilgisi olmayıp yalnız Allah’ın tercihiyledir. Bununla beraber peygamber olan zatlarda bulunması şart olan bazı vasıflar da vardır. Bu vasıfları şöylece sıralayabiliriz:

1) Peygamberler; hür olan erkek kişilerden olur. Kölelerden kadınlardan cinler ve meleklerden peygamber gelmemiştir. Şöyle ki:

a)Peygamberlik sadece ERKEKLERE hastır. Bu husus Enbiyâ sûresinin 7. âyetinde kesin olarak belirtilmiştir.  Bazıları Meryem Havva Âsiye Sâre Hacer Hz. Musa’nın annesi Yuhaniz gibi bazı kadınların da peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerse de ulemânın ekseriyetinin ittifakıyla bu görüş isabetli bulunmamıştır. (Tafsilât için bk: Muhittin Bahçeci Âyet ve Hadîslerle Peygamberlik ve Peygamberler 87-88)

b) Peygamberler HÜR kişilerden olur. Toplumda horlanan bir sınıf olan kölelerden peygamber çıkmamıştır. İşte bu sebeble Hz. Lokman ekseriyetin görüşüne göre peygamber değildir. Zira o azadlı bir köledir. Kölelikten kurtulduktan sonra birçok peygamberlere ulaşmış ve onlardan ilim öğrenmiştir. Hakîm bir zat olarak meşhurdur. (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 528-529)

c)Meleklerden de peygamber gelmemiştir. Bir âyet-i kerîme de meleklerden bir kısmı için “Rusül”  (Resuller) denmekte ise de bu lügat mânâdaki peygamber demek değildir. Allah ile peygamber arasında elçilik ve kitap indirmede aracılık yaptıkları iyi kullara ilhamlarda bulundukları için -bazı melekler bu tabirle zikredilmişlerdir. (Fatır 1; Bk: H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 530)

d) Meleklerden  peygamber gelmediği gibi bazı alimlerin görüşüne göre cinlerden de peygamber gelmemiştir. (Bu hususta tafsilât için bk:  H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 530-531)

2)Peygamberler körlük baras cüzzam gibi hastalıklardan soyca ayıplanmaktan kalp katılığı ve insanlığa yakışmayan vasıflardan ve tiksindirici durumlardan uzaktırlar.

Nübüvvet vazifesinin haricinde kalan her türlü insanlık ihtiyaçlarında ve tiksintiyi gerektirmeyen beşerî durumlarda ise sair insanlara eşittirler. Herkes gibi yer içer uyur evlenir kızar gülerler...

Hz. Eyyûb’un ağır hastalığı ve Hz. Ya’kub (A.S.)’un gözüne perde inmesi Nübüvvet vazifesini aldıktan sonra olmuştur. Geçici olarak ve sırf insanlara ibret olsun diye verilmiş ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye tarafından mu’cize olarak harika bir şekilde kaldırılmıştır. Bu bakımdan onların bu hali bahsi geçen şarta aykırı düşmez. Bu şart Nübüvvetten evvel böyle bir durumda olmamakla ilgilidir. (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 527-532)

Bazı tefsirlerde Hz. Eyyûb (A.S.)’un yaralarının kurtlandığı anlatılmaktadır. Peygamberlerin insanların tiksinti ile karşılayacağı hallerden uzak olacağı îslâm âlimlerince üzerinde ittifak edilen bir husustur. Bu bakımdan Hz. Eyyûb (A.S.)’un da dıştan bakınca çirkin görülüp tiksinti duyulacak hallerden azade olduğu muhakkaktır. Şu halde O’nun hastalığı bedenindeki yaraları; sanıldığı gibi vücudunun dışında bakanların tiksineceği açıklıkta değildi. Öyle olmadığı içindir ki bakanlar sadece onun derin hastalıklar içinde olduğunu biliyor fakat müzmin yaralarını ve hastalığını açıkça göremiyorlardı. Nitekim günümüzde de hastanelerde yatan nice kanserli ve iç organları tamamen yara-bere içinde hastalar var ki dıştan bakınca hiçbir şey farkedilmez. Nefret ve tiksintiyi mucip bir manzara sezilmez.

Eyyûb (A.S.)’un da durumu böyleydi. Bakanlar dışta tiksintiye sebeb olacak hiçbir şey göremiyorlardı ama yaralardaki mikrop ve kurtçuklar diline ve kalbine kadar her tarafına zarar verir hale gelmişti. Zikir ve tefekkürüne engel teşkil ediyorlardı... (bk. A. Şahin Yeni Asya Gazetesi 24/2/1976)

3) Peygamber olan zatlar İSMET sıfatını haizdirler yani hata ve günahlardan masum ve uzak bulunurlar.İsmet sıfatı şu 2 hususta olur:

a) İtikadî hususlarda: Peygamberler gerek peygamberlikten evvel ve gerekse peygamberlikten sonra açık veya gizli; her türlü KÜFÜR’den  ve ÎNKÂR’dan münezzehtirler. Bu hususta icmâ vardır.

b) Akval yani ağızdan çıkan konuşmalarda: Yine peygamberler gerek kasden ve gerekse sehven (bilmeyerek) gerek peygamberlikten önce ve gerek sonra gerek bir faydaya ve maslahata binaen olsun ve gerekse olmasın; vakıaya aykırı realiteye zıt haber vermek demek olan KİZB’den (YALAN’dan) uzaktırlar.

Peygamberler her hallerinde SIDK sahibidirler yani doğruyu söylerler. Doğru ne ise onu yaparlar Sıdk hali peygamberlerin en başta gelen vasıflarından biridir Peygamberler kızgın veya neş’eli bütün beşeri hallerinde vakıaya aykırı hareket etmekten; fuzuli lüzumsuz söz söylemekten beridirler. Mizah (şaka) yapmaları caizdir fakat yaptıkları bu şakalar da yine doğrunun ta kendisidir yalandan uzaktır. Bir gerçeğe dayalıdır. (Muhâkemât   54;  Resûl-i  Ekrem  (S.A.V.)’in  ashabına  yaptığı  bazı şakalar için bk: Gazali îhyâ ter. III 287-293)

Nitekim Sahabeden Abdullah bin Amr Peygamber (S.A.V.)’e kendisinin her sözünü rıza ve kızgınlık anlarında da söylediklerini yazıp yazmamasını sorduğu vakit Hz. Peygamber O’na: Her söylediğini rıza ve gazab halinde söylediklerini de yazmasını; ağzından ancak doğru sözün çıkacağını söylemiştir.

c) Fiiliyatla ilgili hususlarda:Peygamberler büyük günahların (KEBAİR) her çeşidinden tamamen masumdur. Bu hususta da icmâ vardır

Küçük günahlar (SAGAİR) ise iki kısma ayrılır:   

aa) Başkalarının istiskal ve nefretini celbeden küçük günahlar: Meselâ gizlice bir lokma ekmek aşırmak gibi. Satılan bir şeyi tartarken bir-iki gram eksik tartmak gibi... Bunlar ne kadar küçük de olsa; böyle bir şeye tenezzül edenin basit ve düşük tabiatlı olduğunu gösterdiğinden peygamberler gerek kasden ve gerekse sehven bu gibi hallerden münezzehtirler

bb) Nefret hissi uyandırmayan müsamaha ile karşılanabilen küçük hatalara gelince:Peygamber Nübüvvetten sonra bunlardan da mahfuzdur. Teftazânî Şerhü’l-Makasıd adlı eserinde bu görüşü benimsemiştir Şerh-i Akaid adlı kitabında ise kasıtla yani bilerek veya sehven bu gibi küçük hataların (Bk: Tecrid ter. IV 295-296) Peygamberlerden sâdır olabilmesini caiz görmektedir. Peygamberlerden sâdır olabilen bu gibi küçük hatalara “Zelle” denmektedir. Bu gibi fiilî durumların dışında peygamberlerde “re’y ve te’vilde isabetsizlik” görülebilir. Bir dinî hükmün açıklanmasına vesile olmak için bazı fiillerinde geçici olarak yanılma ve sehve düşme de caizdir. (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 432) Ancak bu isabetsizlik ve sehiv derhal Cenâb-ı Hak tarafından düzeltilir. Mü’minlerin ondan gereken dersi almaları te’min edilmiş olur.

4) Peygamberler FETANET sahibidirler.Peygamberler zamanlarının en akıllısı ileri görüşlüsü ve zekâca en mükemmelidirler. İdrak ve ihsas kuvveleri son derece gelişmiştir. Zekâca geri ufku dar aklı bozuk kimseler Peygamber olamaz.

5) Peygamberler TEBLİĞ vazifesini hakkıyla ifa ederler. Her peygamber kendisine emredilen hükümleri hiç birini unutmadan yanılmadan olduğu gibi ümmetlerine tebliğ ederler. Bu hususta herhangi bir eksiklik veya fazlalık söz konusu değildir. Allah’ın hıfzıyla bu gibi kusur ve zaaflardan muhafaza edilmişlerdir.

6) Peygamberler EMİN Şahıslardır.Bütün peygamberler içinde yaşadıkları toplumun en güvenilir ve itimad edilir kimseleridir. Onların gerek Nübüvvetten önce ve gerekse sonra emin kimseler oldukları herkes tarafından ikrar edilmiştir. Peygamberlerin dâvalarında haklılık ve doğruluklarına en büyük delil budur. Onlar bu vasıflarını hatırlatarak kavimlerinden hakka ve insafa gelmelerini istemişlerdir. (Bk:  el-A’raf 68; eş-Şuara 107 128 162   178;  ed-Duhan 18)

Nübüvvetten evvel emin olan insanlara karşı hiçbir yalanı ve hıyaneti tesbit edilemeyen bir kimse hiç tutar da Peygamber olmadığı halde “Ben Allah’ın Resulüyüm” diye Allah’a iftira ve hıyanet eder mi? Elbette etmez. Bu husus akıl ve insaf sahiplerinin gözünden kaçmaz.

Nitekim Bizans İmparatoru Hirakl’in Resûlüllah Efendimizin Nübüvvetini tahkik için Kureyş hey’etine sorduğu sualler arasında bu husus da vardı. O Kureyşlilere Nübüvvet iddia eden bu zatın Nübüvvetten evvel herhangi bir yalanını görüp görmediklerini sormuştu. Hayır cevabını alınca: “Normal hallerde insanlara karşı hiç bir yalanı tesbit edilmeyen bir kimse Allah’a iftiraya teşebbüs edemez. O zat dâvasında doğrudur” (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 547) demişti.

7) Bütün peygamberler ÎLÂHÎ VAHYE mazhar olmuşlar ve vahyi getiren melekle görüşmüşlerdir.

8) Bütün peygamberler nübüvvet iddialarının doğru olduğunu göstermek için Allah’ın kudret ve iznine dayanarak harikulade bazı işler yapmışlardır. Bunlara MU’CİZE denir.

9) Peygamberlere ait özelliklerden biri de Cenâb-ı Hakk’ın istisnasız hepsinden “MîSAK” almasıdır. Bazılarından ise “MİSAK-l GALiZ” alınmıştır.

 Misak kelimesi lûgatta anlaşma sözleşme yeminleşme ve söz verme mânâlarına gelir. Terim mânâsı ise peygamberlerin bütün güçlüklere eza ve cefalara katlanacaklarına ve dâvalarından hiçbir şekilde dönmeyeceklerine dair Cenâb-ı Hakk’a söz vermeleridir. Bütün peygamberlerden bu söz alınmıştır. (Âl-i İmrân 80)

Misak-ı Galiz ise bu sözleşmenin yeminle te’kid ve te’yid edilmiş şeklidir. Kendisinden misak-ı galiz alınan peygamberler beş tanedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunlara Ülul-Azm Peygamberler denir ki bunlar: Hz. Nuh Hz. İbrahim Hz. Musa Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (Aleyhimü’s-selâm)’dir. (el-Ahzâb 7; Vehbî Hülasa XI/4390-91; M. H. Yazır   Hak Dini Kur'an Dili V/3872)

Peygamberlerden misak (söz) alınmasının hikmeti şudur:

Peygamberlik vazifesi son derece zor ve meşakkatli bir vazifedir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak peygamber olarak seçtiği bu müstesna zatlara önceden karşılaşacakları bütün engelleri ve zorlukları bildirmiş alıştırıcı tebliğlerde bulunmuştur. Yani onları ruhen böyle bir mücadeleye hazırlamıştır. Allah’ın peygamberlerden aldığı misak onların azim ve gayretlerini artırmak sabır ve sebatlarını ziyadeleştirmek içindir. En gayretsiz bir insan bile birine söz verdiği zaman mahcup düşmemek için o sözü yerine getirmeye bütün gücüyle gayret eder. Elbette Allah’a söz veren böyle müstesna zatların bu sözlerini yerine getirmek için ne derece gayret gösterecekleri açıktır. Gerek misak gerekse misak-ı galizin arkasında birçok güçlükler meşakkatlar yatmaktadır. Ülü’1-Azm peygamberlerin yolları ise daha çetin karşılaşacakları güçlükler sıradan insanların tahammül gücünü çok çok aşacak derecede büyüktür. Bu sebeble Cenâb-ı Hak onlardan böylesine şiddetli bir teahhüd yani misak-ı galîz almıştır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

 “Ey müminler!. Sizden evvelki ümmetlerin başlarına gelenler sizin başınıza da gelmedikçe cennete gireceğinizi mi sanmıştınız? Onları öyle şiddetli ihtiyaçlar hastalıklar belâlar istilâ etti oldukları yerden ayakları kaydırıldı ve öylesine sarsıntılara düçar oldular ki Allah’ın Resulü ve ona inananlar “Allah’ın nusreti ne zaman?” demek mecburiyetinde kaldılar. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden “Haberiniz olsun muhakkak Allah’ın nusreti ve yardımı pek yakındır” denildi.” (el-Bakara 214) mealindeki âyet-i kerîme bu zorlukları açıkça göstermektedir.

Nebi ile resul arasındaki fark nedir?

Nebi kelimesi haber mânâsına gelen nebe’ kökünden alınmıştır. Ya ism-i fail olarak kullanılır. O zaman mânâsı “Kendisinin peygamber olduğunu halka bildiren veya kendisine Allah tarafından tebliğ edilen hükümleri haber veren” demektir. (H. Cisrî Risâle-i Hamidiye 524) Veya ism-i mef’ûl mânâsındadır. O zaman mânâsı “kendisine Allah tarafından peygamber olduğu veya bazı ilâhî hükümler haber verilen zat” demek olur. Resul kelimesi ise Allah tarafından ilâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zat (mürsel) manasınadır. (a.g.e.   524)

Resulle Nebî kelimelerini bazıları eş manâlı kabul etmişlerdir. Bazıları da “mânâları farklıdır. Fakat kullanışta aynı şeyi ifade için kullanılmıştır” demişlerdir. Doğrusu aralarında umum ve husus farkı olduğudur. Resullerin 313 tane olduğu Nebilerin ise 124 binden fazla bulunduğu rivayetler arasındadır. (a.g.e. 525)

Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetlerde Resul ile Nebî kelimesi ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise ayrı ayrı mefhumlar olmalarını gerektirmektedir. (Bk: el-Hac 52) Fakat bazan bu iki kelimenin Kur’an’da aynı mânâya geldiği yerler de vardır.

Bu iki tabirin birbirinden farklı mefhumlar olduğunu söyleyenler aradaki farkın resulün yeni bir şeriat sahibi olması olduğunu ileri sürerler. Her Resul ya yeni şeriatla gönderilir veya kendisinden evvelki şeriatın bazı hükümlerini değiştirir. Nebiler ise kendisinden evvelki şeriatın tebliğ ve tatbikçisi durumundadır. Yeni hüküm tebliğ etmezler evvelki şeriatı neshetmezler. (H. Cisrî a.g.e. 526)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet