Değerli kardeşimiz
Kur’an’da güneşin dünyanın etrafında döndüğünü gösteren hiçbir ayet yoktur.
Bu konuda en meşhur olan ayet Yasin Suresinin 38. ayetidir:
“Ve’ş-şemsu tecrî li müstekarrın leha.”
"Güneş kendi yörüngesinde akar gider."
Şimdi bu ifadeden güneşin dünyanın etrafında döndüğünü söyleyebilir miyiz? Elbette söylemeyiz. Aksine dolaylı da olsa yerküresinin güneşin etrafında dönmekte olduğunu bu ayetten anlamak mümkündür. Şöyle ki:
a. Ayette güneş için kullanılan “şems” kelimesi onun durmaksızın hareket halinde olan bir kütle olduğunu göstermektedir. Çünkü bu kelimenin Arapçadaki etimolojik anlamı yürüyen koşan yerinde duramayan dizginlenemeyen demektir. Araplar koşarken zor zapt edilen dizginlenemeyen at için “Feresun şamis” ifadesini kullanırlar. "Feres şâmis" demek "serkeş ve zapt edilemeyen at" demektir.[bk. Lisan; Müncid; Veciz (ŞMS) maddesi]
b. Ayette ikinci kelime olarak yer alan “Tecrî” kelimesi akarak hareket eder anlamında muzari bir fiildir. Bu fiilin gelecek zamanın geniş bir kipi olarak kullanılması güneşin sürekli hareket halinde olduğunu göstermektedir. Güneşin akıyor olduğunun ifade edilmesi onun katı değil sıvı/gazlar halindeki bir kütleye sahip olduğuna delâlet ettiği gibi onun bir gemi gibi feza-esir denizinde yüzmekte olduğuna işaret etmektedir.
c. Ayette üçüncü kelime olarak yer alan “Li mustekarrın” terkibi iki şeyden meydana gelmiştir.
Birincisi:“Lam” harfidir. Bu harfin tercih edilmesi dikkate değer. Çünkü be harfin-zarfiyeti ifade eden fi intihayı ifade eden ila ve sebebiyeti ifade eden lam(kendi asıl manası) olmak üzere- üç anlamı vardır.
İkincisi: “Mustekar” sözcüğüdür. Bu kelimenin de Lam gibi üç anlamı vardır: İstkrar (mastar) istikrarlı yer (mekân ismi) istikrarlı zaman (zaman ismi).
Bu iki kelimenin üç anlamı da birbiriyle iç içedir; güneşin üç hareketinin olduğuna işaret etmektedir. Buna göre;
- Lam Fi manasında mustekar ise mekân ismi manasında olduğu zaman ayetin anlamı şöyle olur: “Güneş kendi karargâhı içerisinde / kendi yörüngesinde sürekli hareket halindedir.”
- Lam sebebiyet / kendi öz manasında mustekar ise mastar/istikrar manasında olduğu zaman ayetin anlamı şöyle olur: “Güneş kendi sisteminin / çevresindeki gezegenlerin istikrarı için durmadan hareket etmektedir."
Bu iki anlamıyla ayet gösteriyor ki; güneş kendi yörüngesinde belli bir amaca hizmet için durmadan hareket etmektedir. Amaç ise güneş sistemindeki gezegenleri bir arada tutmak onların her birisinin hususi yörüngelerinde düzenli hareket etmelerini sağlamaktır. Bunun tek yolu güneşin sürekli hareket halinde olmasıdır. Çünkü hareketten hararet / ısı hararetten ise çekim kuvveti doğar. Dünyanın da içinde bulunduğu güneş sisteminin düzenli bir rotayı takip etmesi için güneşin bir cazibe merkezi olarak çevresindeki uydularına yön vermesi gerekir. Bundan anlıyoruz ki ayet güneşin dünyanın etrafında değil dünyanın güneşin etrafında dolaştığına işaret etmektedir.
- Lam intiha / bir son durağa doğru gitmeyi ifade eden ila manasında mustakar ise zaman ismi manasında olduğunda ayetin manası şöyle olur: “Güneş sistem olarak –helazonik bir hareketle- durmadan bir yere doğru gitmek üzere hareket halindedir.” Bu günkü astronom bilgilerine göre güneşin sistem olarak bağlı bulunduğu saman yolu galaksisinden gittikçe uzaklaşan bir rotayı takip etmekte Şemsu’ş-şumus veya Herkul burcuna doğru yol almaktadır.
Böylece söz konusu ayetin üç kelimelik cümlesinden bu günkü müspet ilmin de kabul ettiği çerçevede üç manidar anlamı görmek mümkündür. Bu tür kapsam genişlikleri Kur’an’a mahsus ve onun semavî kimliğini ispat eden i’caz parıltısı olarak görülmelidir.
- Peki niçin Kur’an bu gibi konuları çok açık bir şekilde ifade etmiyor da kapalı bir üslubu kullanmayı tercih ediyor?
Bu sorunun cevabı şudur:
Din bir imtihandır. Allah'ın teklifleri bir tecrübedir. Kömür gibi ruhlarla elmas gibi ruhların birbirinden ayrılması ancak imtihan ateşiyle mümkündür. Bir mâdene verilen ateş ile ondaki kömür ile elmas bakır ile gümüş toprak ile altın birbirinden ayrıldığı gibi din imtihanı da insanın ruhundaki duygu ve düşünce mâdenine verilen bir teressübat ameliyesidir.
"Kıymetli mâdenler yerinde kalır. Köpükler ise uçar gider." (Ra'd 13/17).
Kur'an'ın hedefi ise bir imtihan meydanı olan şu fâni dünyada insanlar arasında yarışma düzenlemek ve herkese fırsat eşitliği tanımak ve onları mükemmelliğe doğru eğitmektir. Böyle olunca insanların aklını ellerinden alacak şekilde onları belli bir yöne doğru zorla sürüklemek anlamına gelen istikbalde olacak bir takım gaybî işlerin Kur'an'da açıkça ifade edilmesi düşünülemez. Aksine Kur'an'ın akla kapı açacak fakat onu tek yöne yönlendirip hür iradesini elinden almayacak şekilde o gaybî olaylara işaretler yapması hikmetinin gereğidir. Çünkü eğer açıkça bahsetse teklif sırrı bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlara "La ilâhe illallâh" yazmak gibi bir kopya söz konusu olur ki imtihanın gizlilik prensibine ters düşer. (bk. Sözler s. 276-278).
Bilindiği gibi kâinatta bir tekâmül kanunu vardır. Her şey gibi fen bilimlerinin ortaya koyduğu ilmî keşifler de zamanla terakki edip gelişmiştir. Bir merdivenin basamakları gibi bir önceki buluş bir sonrakine yer hazırlayan bir mukaddime hükmündedir. Bu zaman faktörüne riâyet edilmeden birbirinin basamakları hükmünde olan fennî buluşların yayıldıkları zaman dilimlerini dikkate almadan bunların ders verilmemesi gerekir. Bundan asırlarca önce gelen insanlara modern fen buluşları ders verilseydi veya garip meseleleri anlatılsaydı onların zihinlerini şaşırtmaktan başka bir işe yaramazdı. Meselâ: Kur'an Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak için:
"Ey insanlar! Bakınız şu durgun gibi görünen yerküresi büyük bir hızla hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında dönmektedir. Doğudan çıkıp batıdan battığını düşündüğünüz şu güneş ise sadece kendi etrafında dönüyor. Ayrıca gördüğünüz şu bir damlacık suda binlerce canlı vardır. İşte bu hârika işlere bakıp Allah'ın büyüklüğünü anlamaya çalışınız."
demiş olsaydı bütün o zamanların insanlarını bu gerçekleri yalanlamaya sevk edecekti. Çünkü bunlar duyu organlarının gördükleriyle çelişiyor. Sadece yeni fenlerin ortaya çıkmalarından sonra gelen insanları memnun etmek için böyle buluşlardan bahsetmek ve daha önceki asırlarda yaşayan bütün insanların zihinlerini altüst edecek bilgileri ders vermek irşat prensibine aykırı olduğu gibi belâgat üslubuna da terstir.(bk. Nursi Muhâkemat s. 160-161; Humûsî Fikretu’l-İ’caz. s. 298).
Bununla beraber Kur'an hikmetinin gereği olarak insanlarla akıllarının düzeyine göre konuşmayı prensip edindiğinden eski zaman insanlarının seviyelerini dikkate aldığı gibi bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere onlar için de fennî buluşlara işaret eden birçok karineler koymuş ve o hakikatlere işaret etmiştir.(bk. İşârât s. 202-204; Şuaat s. 68-69).
d. Delil-iddia münasebeti yönünden: Her yönüyle mucize olan Kur'an'ın ifade tarzında; Arapların konuşma tarzlarına uygun hüküm çıkarma kurallarına münasip ve dâvâ edilen gerçeklerin isbatı konusunda başarılı olan en açık bir dil kullanılacaktır. Bu sebeple kamuoyunun genel temayüllerini okşayacak ve kendilerince apaçık gerçekler olan konuların şekillerini değiştirip zâhir hislerini rencide etmeyecek şekilde bir üslup kullanılacaktır. Dolayısıyla Allah'ın birliğini iddia eden Kur'an eğer bu dâvâsını ispat etmek için on asır sonra ancak öğrenilebilen bir takım fizyolojik jeolojik ve kozmolojik meseleleri delil olarak kullansaydı bu takdirde delil iddiadan daha kapalı ve daha anlaşılmaz olurdu. Böyle bir ortamda en istikametli yol; mevcut insanların basit zihinlerine de hitap eden fakat aynı zamanda ileride gelecek konuya âşina olan insanların anlayabilecekleri bir takım işaretleri yol üzerine bırakmaktır ki Kur'an-ı Hakîm bu yolu seçmiştir.(bk. Muhâkemat s. 12-15; Şuaat s. 69-70).
Bu konuda Kur’an’ın ifadeleri ile felsefe / fen bilimlerinin ifadelerini karşılaştıran Bediüzzaman said Nursi özetle şu görüşlere yer vermiştir:
Kur'an'ın kâinattan bahsetmesi fen ile felsefenin bahsi gibi değildir. Çünkü onlar kâinattan kâinat için bahsediyorlar. Yüce Yaratıcının varlığını düşünmezler. Onun için yollarını şaşırmışlardır. Kur'an-ı Hakîm ise Allah'ın zât sıfat ve isimlerini bildirmek için kâinattan bahsediyor. Böyle bir iman dersine her asırdaki bütün insanlar toplum ve fert olarak herkes muhataptır. İnsanların çoğu fen bilimlerini bilmediklerine göre Kur'an'ın o tür meseleleri açıkça nazara vermesi irşat bakımından olduğu kadar belâğat ve istidlâl metodu açısından da doğru olmaz.
Meselâ: Kur'an güneşten bahsedince "güneş bir lâmbadır." der onun nizam ve intizamın zembereği olduğunu nazara verir. Çünkü güneşten güneş için bahsetmez. Misâl olarak "Güneş döner." (Yâsin 36/38) tabiriyle kış - yaz ve gece - gündüzün meydana gelmelerindeki hârika düzeni nazara vererek Allah'ın sonsuz kudretini tâlim eder. Yine "(Allah) güneşi bir lâmba yaptı."(Nuh 71/16) tâbiriyle dünyanın bir saray şeklinde olduğunu içindeki eşyanın insan için tefriş edildiğini ve güneşin bile onun hizmetine verilmiş bir mumdar/ adeta bir mum gibi ışık veren bir hizmetçi olduğunu hatırlatmakla Allah'ın sonsuz rahmetini ve nihâyetsiz nimetlerini nazara veriyor.
Şimdi bakalım iman nurundan mahrum olan sersem ve geveze felsefe ne diyor: Güneş büyük bir sıvı-ateş kütlesidir. Ondan fırlamış olan gezegenleri etrafında döndürüyor. Cesameti bu kadar mâhiyeti böyledir şöyledir. Korkunç bir dehşetten müdhiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Mevzûyu Kur'an gibi işlemiyor. Sadece bu misâle bakarak; içi kof ancak dışı mutantan olan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlamak mümkündür. Onun şa'şaalı dış görünüşüne aldanıp Kur'an'ın gâyet mu'ciz-nümâ beyanına karşı hürmetsizlik etmek hem vicdan hem akıl ve ilim açısından büyük bir haksızlık olur.(bk. Mektûbat s. 187-188).
Not: Şu açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:
Kur’an’ın İfade Tarzı Her Asrın İdrakine Hitap Edecek Bir Genişliktedir.
Örneğin; bir cer edatı olan "lam"ın farklı üç anlamı vardır ki Kur’an aşağıdaki ayette bunu kullanarak konuya geniş bir perspektif kazandırmıştır:
"Güneş kendisi için belirlenen yerde akar (döner)."(Yâsin 36/38)
mealindeki âyette geçen "li müstakarrin" kelimesinin başında bulunan ve bir harf-i cer olan "lam"ın değişik anlamlarına işaret edilmiştir. Farklı seviyelere değişik mânâları bildirmek hikmetiyle âyette özellikle "lam"ın kullanıldığını ifade eden Bediüzzaman Said Nursi şu görüşlere yer vermiştir: Buradaki lam hem kendisinin asıl mânâsı olan illiyet anlamına hem zarfiyeti ifade eden "fi" mânâsına ve hem de bir mesafenin son sınırını gösteren "ilâ" mânâsına gelir. İlmî seviye ve ihtisas bakımından farklı yerlerde olan değişik insan kesimleri söz konusu farklı mânâları anlayabilir ve âyetten farklı dersler çıkarabilirler.
Meselâ: Avam tabakasından olan bir kimse "lam"ı "ilâ" mânâsında görüp âyetten ısındırıcı ve ışık verici bir lamba olan güneşin bir gün seyrini tamamlayıp son durağına ulaşacağını ve artık kimseye bir faydası dokunmayacağını anlar. Güneşe bu kadar nimetleri takan Rabbine hamd eder.
Bir ilim adamı da "lam"ı "ilâ" anlamında anlar. Ancak o diğerinden daha farklı olarak şöyle düşünür ki: Güneş yalnız bir lamba değil aynı zamanda bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbânî mensucatın bir mekiği gece gündüz sahifelerinde yazılan ilâhî mektupların mürekkebi nur bir hokkasıdır. Âyet bu âlime dünyanın zâhiri dönüşünü güneşin hakiki dönüşüne bir alamet yaptığını ders verir. Ve güneşi dünyanın mevcut intizamının büyük bir zembereği olarak gösterir. Bunu gören ilim adamı ise Allah'ın bu sonsuz hikmetine karşı "Mâşallah" deyip secdeye kapanır.
Kozmoğrafyacı bir astronomi bilgini ise "lam"ın "fî" anlamında görülen zarfiyet mânâsına uygun olarak âyetten şunları anlar: Güneş kendi merkezinde ve kendi ekseninde zemberekvâri bir hareket ile manzumesini yani kendisine bağlı olan gezegenlerle birlikte oluşturduğu güneş sistemini Allah'ın emri ile belli bir düzen içerisinde harekete geçirir.
Böyle büyük bir saati yaratıp tanzim eden Allah'ın sonsuz kudret ve azameti karşısında hayrette kalan bu mütefennin adam "büyüklük ve sonsuz güç Allah'a mahsustur" deyip Allah'a itaat eder. Maddeci felsefeyi bir kenara atıp Kur'an'ın hikmet dairesine girer.
Dikkatli bir Hakîm nazarında buradaki "lam" hem illiyeti hem de zarfiyeti ifade edip şu dersi veriyor:
Hikmet sahibi yaratıcı sebepleri işlerine zahiri perde yaptığından genel çekim kanunu denen bir ilâhî kanunla sapan taşları gibi gezegenleri güneşle bağlamış ve çekim kanunu ile farklı ve fakat düzenli hareketle o gezegenleri hikmet dairesinde döndürüyor. Çekim kanununun meydana gelmesi için güneşin kendi ekseninde hareket etmesini bir zâhiri sebep olarak vaz'etmiştir. Çünkü zâhiri sebepler dairesinde hareketten hararet; hararetten kuvvet; kuvvetten câzibe meydana gelir. Bütün bunlar yaratıcı kudretin birer yansıması olarak ve ilâhî prensip çerçevesinde meydana gelir.(bk. Sözler s. 412-413).
Dünyanın güneş etrafında dönmesi müsbet ilmin verileriyle isbatlanmış ve herkese malum olmuştur. Dünya güneş etrafında döndüğü gibi güneşin de daha geniş bir dairede dönüşü ve seyahatı vardır. Kainatta hareket halinde olmayan hiç bir cisim yoktur.
"Dağları görürsün de donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O işlediklerinizden haberdardır." (Neml 27/88)
Neml suresindeki ayette Dünya'nın sadece döndüğü değil dönüş yönü de vurgulanmaktadır. 3.500-4.000 metre yükseklikteki ana bulut kümelerinin hareket yönü daima batıdan doğuya doğrudur. Hava durumu tahminleri için çoğunlukla batıdaki duruma bakılmasının sebebi de budur.
Bulut kümelerinin batıdan doğuya doğru sürüklenmesinin asıl sebebi Dünya’nın dönüş yönüdür. Günümüzde bilindiği gibi Dünyamız da batıdan doğuya doğru dönmektedir. Bilimin yakın tarihlerde tespit ettiği bu bilimsel gerçek Kur'an’da yüzyıllar öncesinden -Dünya'nın bir düzlem olduğu bir öküzün başının üstünde sabit durduğu sanılan XIV. yüzyılda- haber verilmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet