- Fatiha suresinin tefsirini gönderir misiniz?
Değerli kardeşimiz
Sure başlarında yazılı bulunan besmelenin Kur'ân'dan bir âyet olup olmadığı üzerinde ihtilâf edilmiştir. el-Mushafu'l-imâm (ilk ve esas Kur'ân nüshası) yazıldığı zaman Berâe (Tevbe) sûresi dışında kalan sûrelerin başına besmele yazılmıştı. O ana nüshadan istinsah edilen bütün nüshalarda da sûre başlarına besmele yazılmıştır. Sahâbîler Mushaf'tan olmayan bir şeyi Mushafa yazmazlardı. O zaman Kur'ân'da nokta ve öteki işaretler de yoktu. Daha sonra konan nokta ve diğer işaretler Kur'ân'ın metninden ayrılsın diye metin mürekkebinden ayrı mürekkeple yazılmıştı.
Ebû Davud'un ibn Abbâs'tan rivayetine göre:
"Peygamber (s.a.v.) kendisine "Bismillahirrahmanirrahim" ininceye dek bir sûreyi diğerinden ayırmayı veya bir rivayete göre sürenin bittiğini bilmezdi." (Ebu Davud Salat 122)
Ümmü Seleme'nin de "Peygamber (s.a.v)in besmeleyi Fâtiha'dan bîr âyet olarak okuduğunu söylediği rivayet edilir. (el- Fethurrabbani 3/189)
Ebû Hüreyre'nin rivayetinde ise Peygamber (s.a.v):
"Fâtiha'yı okuduğunuz zaman 'bismillâhirrahmânirrahîm'i de okuyunuz. Çünkü Fatiha Kur'ân'ın anası Kitabın anası yedişerli iki (es~Seb'u'l-mesâni)dir. Bismillâhîrrahmânirrahîm de onun âyetlerinden biridir." demiştir. (Darekutni Salat babu vucubi kıraati bismillah)
İşte bu kanıtlara dayanan Şafiî Besmele'yi Fâtiha'dan bir âyet saymıştır Öteki sürelerdeki besmeleler hakkında tereddüdlü bulunan Şafiî kâh Besmele her sûrenin âyetidir kâh yalnız Fâtiha'dan bir âyettir demiştir. (el- Cami’li Ahkamil-Kur’an 1/93)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Fâtiha'dan önce Besmeleyi okuduğu hakkında hadisler varsa da bu hadisler Besmelenin Fâtiha'dan bir âyet olduğunu kanıtlamaz. Peygamber (s.a.v.) her işe Besmele ile başlamanın İslâmın bîr şiarı olduğunu belirtmek için Fâtiha'ya başlarken de Besmele okumuştur. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Besmele çekmeden Fatiha okuduğu hakkında da hadisler vardır-Hz. Ayşe'nin:
"Allah'ın Elçisi (s.a.v.) namaza tekbîr ile okumaya da (elhamdu lillâhi rabbi'l-âlemîn) ile başlardı."
dediği rivayet edilir. Enes İbn Mâlik de şöyle demiştir:
"Peygamber (s.a.v.)'in Ebu Bekir'in Ömer'in ve Osman'ın arkasında namaz kıldım. Bunlar (elhamdu lillâhi rabbi'l-âlemîn) ile başlardı namazın ne önünde ne de sonunda (bismillâhirrahmânirrahîm) demezlerdi." (Müslim Salât 52; Nesâ'î Iftitâh 20)
"Onlardan hiçbirinin (bismillâhirrahmânirrahîm) dediğini duymadım." (Müslim Salât 51)
"Onlar okumaya (elhamdülillâhi rabbi'l-âlemîn) ile başlardı." (Dârimî Salât 34)
Hz. Ebû Hüreyre Peygamberimiz (s.a.v.)'den şu hadisi nakletmiştir:
"Yüce Allah buyurdu ki: Namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için yarısı kulum içindir. Kulumun dilediği kendisine verilecektir. Kul elhamdu lillâhi rabbi'l âlemin dediği zaman Allah: Kulum bana hamdetti der. Kul ar-Rahmâni'r-rahîm dediği zaman Allah: Kulum benim şerefimi andı der. Kul mâliki yevmi'd-din dediği zaman Allah: Kulum işini bana havale etli der. Kul iyyâke na'budu ve iyyâke nesta'în dediği zaman Allah: Bu benimle kulum arasında (bir sır)dır. Kulumun istediği kendisine verilecektir der. Kul ihdinâ's-sırâta'l-mustakîm... dediği zaman Allah: Kulum dilediği verilecektir der."(bk. Ebu Dâvûd Salât: 132; Nesâ'î İftitah 23; İbn Mâce Edeb 52)
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.) Fâtiha'nın âyetlerini sayarken besmeleyi zikretmemiştir.
İşte İmam Mâlik bu delillere dayanarak Neml suresinin 30'ncu ayeti dışındaki besmelenin âyet olmadığı kanâatine varmıştır. Ona göre besmelenin sûre başlarına yazılması Hz. Peygamber (s.a.v.)'in böyle emretmesi ve her işe besmele ile başlanmasını buyurması yüzünden olabilir. Gerçi besmelenin sûre başlarına yazılması mütevatir olarak nakledilmişse de besmelenin Kur'ân olduğuna dair tevatür yoktur.
Peygamberimizin (s.a.v.) namazda besmeleyi okumadığına dair hadîsler de okuduğuna dair hadîsler de vardır. Fakat okuduğuna dair hadîsler daha kuvvetlidir. Kendisinin ve sahâbîlerinîn namazda besmeleyi gizli okuduğuna dair hadîsler de mevcuttur. Bu rivayetlerden Hz. Peygamber (s.a.v.)'in namazlarında bazan besmeleyi açık bazan gizli okuduğu anlaşılır.
Yüce Allah:
"Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etinden yeyin." (Enam 6/118)
buyurmuştur. Hz. Nuh (as) mü'minlere: "Bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ inne rabbî leğafûru'r-rahîm: Gitmesi de durması da Allah'ın adiyledir kuşkusuz Rabbim bağışlayan esirgeyendir."
diyerek gemiye binmelerini emretmiş Hz. Süleyman (as) da mektubunun başına "Bismillâhirrahmânirrahîm" (Neml 27/30) yazmıştır.
Allah Peygamberine; "Onların yoluna uy..." (Enam 90) buyurduğuna göre yeme içme çıkma girme gibi her mubah işe "Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek başlamak kuvvetli sünnettir.
Hanefilere göre besmelenin Kur'ân'a yazılması onun Kur'ân olduğunu gösterirse de her sureden bir âyet olduğunu göstermez. Besmelenin namazda Fatiha ile bareber açıktan okunmadığına dair hadisler de onun Fâtiha'dan bir âyet olmadığına delildir. O halde her sûre başında bulunan besmele müstakil bir âyettir sûreye dâhil değildir. Yalnız Neml Sûresinin ortasında geçen besmele o sûrenin bir âyetidir.
En doğru görüşün bu görüş olduğu anlaşılmaktadır. Zira sahâbiler devrinde Kur'ân'dan olmayan hiçbir şeyin Kur'ân metniyle yazılmadığı halde besmelenin yazılmış olması onun Kur'ân olduğunu gösterir. Besmelenin Fatiha ile beraber açıktan okunmadığını belirten hadisler de besmelenin Fâtiha'nın bir parçası olmadığını gösterir. Ayrıca bu görüşü destekleyen başka deliller de vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mülk Suresinin otuz âyet olduğunu söylemiştir. Kurrâ' ve âyet sayıcılar "Mülk Sûresinin besmele hariç otuz âyet olduğunda birleşmişlerdir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Kevser Suresinin üç âyet olduğunu söylemiştir. Kevser Sûresi de besmele hariç üç âyettir. Eğer besmele bu sûrelere dahil olsaydı Mülk Sûresinin otuz bir Kevser Süresinin de dört âyet olması lâzım gelirdi. Demek ki besmele sürelere dahil değil müstakil âyettir.
Kur'ân olduğu hakkında tevatür bulunmadığından besmeleyi Kur'ân'dan saymamak doğru olamaz. Zira her âyet için "Bu Kur'ân'dır" denmesi ve bu sözün tevâtüren nakledilmiş olması gerekmez. Bu hususta hal karinesi (durum delili) kâfidir. Peygamberimizin (s.a.v.) vahiy kâtiplerini çağırıp bir şeyi Kur'ân'ın falan yerine yazmalarımı emretmesi onun Kur'ân olduğunu gösterir.
Besmele de böyle yazılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Onu her surenin başına yazın" demiştir.
Besmelenin âyet olup olmadığı âyet ise sürenin bir parçası olup olmadığı hakkındaki bu görüş farkları yüzünden besmelenin namazda okunması meselesinde de görüş ayrılıkları doğmuştur:
İmam Mâlik besmeleyi âyet kabul etmediği için farz namazlarda ne açıktan ne de gizli olarak besmele okunmasını caiz görmemiştir. İmam Şafiî ve İmam Ahmed de besmeleyi her sûreye dahil bir âyet gördükleri için açık okunan namazlarda açıktan gizli okunan namazlarda gizliden besmele okunmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hanîfe ise besmeleyi müstakil âyet kabul ettiği için Fâtiha'dan önce gizli olarak besmele çekmenin sünnet olduğunu söylemiştir.
FATİHA SURESİ TEFSİRİ
İndiği Yer: Mekke
İniş Sırası: 5
Âyet Sayısı : 7
Nüzulü:
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke'de nazil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzul sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Mushafın baş tarafına konmak üzere vahyedilmiştir; Kur'an'in hem bir mukaddimesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek'atlarında rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede O'na yaklaşması murat edilmiştir.
Adı ve Âyet Sayısı
Kur'an ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan "Fatiha es-Seb’u’l-mesânî Ümmü'l-kitâb" adları hadislerde geçmektedir. (bk. Buharı Tefsir 1 Ezan 109; Tirmizî Salât 183)
Fatiha"ilk evvel başlangıç" demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu Kur'ân-ı Kerîm'i okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fatiha sûresinden önce gelen (nazil olan) âyetler ait oldukları sûrelerin parçalandır ve bu sûrelerin nüzulü Fâtiha'dan sonra tamamlanmıştır.
es-Seb'u'l-mesânî "ikilenen tekrarlanan yedi" demektir. Bu sûre yedi âyetten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rek'atta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği İçin bu ismi almıştır.
Ümmü'l-kitâb "kitabın aslı temeli anası" demektir. Bazı hadislerde "Ümmü"l-Kur'ân" (Kur'an'ın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fatiha sûresine bu ismin verilmesi yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir.
Fatiha'nın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı besmelenin Fatiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki görüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) ' göre besmele Fâtiha'ya dahil bir âyettir "el-hamdü" ile başlayan ise İkinci âyettir. Medine Basra ve Şam kurrâsına göre besmele Fâtiha'ya dahil bir âyet değildir "el-hamdü..." birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtiha'dan saymayanlara göre "en'amte aleyhim" den sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
Konusu
Bu sûre ilâhî kitabın bütün amaçlarını; getirdiği mâna bilgi ve hükümleri özet halinde ihtiva etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı insanların dünya hayatını düzene koymak ve iyi (ilâhî irade nzâ ve düzene uygun) bir dünya hayatından sonra ebedî saadeti sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için:
1. Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır.
2. Bu emir ve yasakların hayata geçmesi bunların kaynağının "yaratıcı varlığı zaruri kemal sıfatlarına sahip her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan Allah" olduğunun bilinmesine bağlıdır.
3. Bu imanı bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Sûrenin başından "yev-mi'd-dîn"e kadar birincisi "müstakîm"e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da mükâfat ve ceza vaadi ile -konulan desteklemek canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen- Kur'an kıssalarının özü veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi irşad ve talimatla ilgili bütün muhtevası "bilinmesi ve inanılması gerekenler" ve "yapılması gerekenler" diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah peygamberlik gayb âlemi hakkında bilgiler öğütler misaller hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler ve hayat düzeni gibi amelî ahlâkî hükümler ve öğretiler vardır. Fatiha sûresi bütün bunları ya sözü veya özüyle ihtiva etmektedir ya da bu konularda akim önünü açarak ona ışık tutmaktadır.
"Hamd Allah'a mahsustur" cümlesi Allah Teâlâ'nın kendisini hamde (övgüye yüceltmeye) lâyık kılan bütün yetkinlik sıfatlarını; "âlemlerin rabbi" ifadesi diğer yaratma ve fiil sıfatlarını; "rahman ve rahîm" isimleri Allah'ın insanlara rahmet ve merhametinden kaynaklanan din kurallarını; "ceza ve hesap gününün sahibi" nitelemesi kıyamet hallerini ve âhiret âlemini; "Yalnız sana kulluk ederiz" kısmı iman ibadet ve sosyal düzeni; "Yalnız senden yardım dileriz" cümlesi amellerde İhlâsı (ibadetlerin yalnızca Allah rızâsı için yapılmasını) ve tevhidi (O'ndan başkasına kul olarak boyun eğilmemesini Tanrı'ya mahsus sıfat ve etkilerin O'ndan başkasına tanınmamasını) ifade etmektedir. "Bizi doğru yola ilet" cümlesi ibadet nizam düşünce ve ahlâk çerçevesini "nimete erdirdiklerinin yoluna..." kısmı gelip geçmiş örnek nesilleri millet ve toplulukları; "gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil" bölümü ise kötü örnek teşkil eden ve hallerinden ibret alınması gereken geçmiş toplulukları içine almaktadır.
Denebilir ki besmelenin başındaki "bi" edatından başlayarak besmeleye sonra Fâtiha'ya ve devamında bütün Kur'an'a doğru ilâhî sırlar perde perde açılmakta; yoğunlaştırılmış dar hacimden yoğunluğu gittikçe hafifleyen geniş hacimlere doğru yansıyan ilâhî irşadın ışığı âlemlere yayılmaktadır. "Bi" edatındaki"musahabe" (beraberlik) ve "istiâne" (yardım dileme) mânaları kul ile Allah ilişkisinin ve dolayısıyla dinin amacının bütününü İhtiva etmektedir. Besmelenin geri kalan kısmı ile Fatiha bu ilişkiyi daha da açarak devam etmekte diğer sûre ve âyetler de bunları aralarında bir bütünlük oluşturarak her kabiliyet ve zihin seviyesine uygun üslûplar içinde açıklığa kavuşturmaktadır.
Fazileti ve Özellikleri
Gerek yalnızca "el-hamdü lillâh" vb. şeklinde ifade edilen hamdın ve gerekse bütünüyle Fatiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır:
"Zikrin en üstünü 'la İlahe illallah' duanın en yücesi 'elhamdülillâh'tır." (Tirmîzî Duâ 9)
"Allah'a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür."(İbn Mâce Nikâh 19)
Allah'ın resulü Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye Kur'ân-ı Kerim'deki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş sonra da bunun Fatiha olduğunu açıklamıştır. (Buhari Fezâ'ilü'l-Kur'ân 9)
Yine birçok sahih hadiste Fatiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (Meselâ bk. Buhârî Fezâ'ilü'l-Kur'ân 9)
Meali
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.
Tefsiri
"Eûzü" veya "istiâze" diye bilmen bu cümle bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. "Kur'an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur'an okumaya başlayanlar besmeleden önce "eûzü..." ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler.
Asıl adı İblîs olan şeytan Allah'ın "Âdem'e secde et!" emrine uymadığı kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âleminden) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah'ın kullarını O'nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A'râf 7/11-17) Şeytan kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır. (En'âm 6/112) Ancak Allah'a iman eden O'na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır. (Nahl 16/98-100)
Yukarıda meali zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur'an okumaya başlayanlar "eûzü" çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidtere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müc-tehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir eûzü çekmek farz değil menduptur teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.
Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur'an okuma halinde bile -okumaya başlarken- eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur'an'm müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır. (bk Mü'minûn 23/96-98)
Eûzü bir yandan böyle maddî ve manevî serleri kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir.
Meali
1. Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla...
2. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.
3. Rahman ve rahîm.
4. Ceza gününün tek sahibi.
5. (Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.
6. Bizi dosdoğru yola ilet.
7. Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da doğrudan sapmışların yoluna da değil!
Tefsiri
1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin Kur'ân-ı Kerîm'in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği aynı dönemde Kur'an'a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa -aksine görüşler bulunmasına rağmen- her sûrenin başındaki besmeleyi sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılannın görüşleri de böyledir. (Cessâs Ahkâmü'l-Kur'ân 1 12)
İmam Şafiî Fatiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü -ona ait olması yönünden- daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fatiha'dan önce sessiz olarak okunur Fâtiha'yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz.
Besmele dilimize genellikle "rahman ve rahîm olan Allah adıyla" şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan "...okuyorum başlıyorum yapıyorum yiyorum" gibi bir yüklem vardır. "Allah'ın adıyla yemek okumak" ifadesinden Türkçe'de "yenen ve okunanın Allah'ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu" anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi "rahman ve rahîm olan Allah adına ... adını anarak ... Allah'tan yardım dileyerek..." şekillerinde çevirmek de uygun olur.
Kul herhangi bir davranışta bulunurken önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak "kendinin tek başına yeterli olmadığını başarı ve gücün ancak Allah'tan gelebileceğini Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O'nun mülkünde O'nun adına tasarrufta bulunduğunu asıl mâlik ve hâkim olan Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağım..." peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde "lâ ilahe" denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor sonra da "illallah" ifadesiyle hakiki tek eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış doğru kapılar açılmış sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
Allah yerine "tanrı" rahman yerine "esirgeyen" rahîm yerine de "bağışlayan" kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi bu isme hakkıyla lâyık olan "tek eşsiz benzersiz bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak varlığı zaruri (olmazsa olmaz) yokluğu düşünülemez" olan yüce zâta mahsustur bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir Başka bîr deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir halbuki Allah ismi O'ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.
Kur'an dilinde rahman sıfat-ismi de Allah'a mahsustur başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır. Rahman "en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lütuf ihsan rahmet bahşeden" demektir. Rahman rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine lâyık olmasına bakmaz bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.
Rahim "çok merhametli rahmeti bol" demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah'ın rahîm sıfat-ismi O'nun daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri lâyık oldukları sınırsız rahmetini lütuf ve merhametini ifade etmektedir. "Esirgemek" ve "bağışlamak" bu sonsuz engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
2. Dilimizde övme ve teşekkür etme Arapça'da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür "isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak"tır. Bu hem Allah'tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; "hamdolsun elhamdülillah..." denir ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah'a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler gerçek ve kâmil manasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah'ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdın tamamı Allah'a mahsustur O'na aittir.
Âlem maddî ve manevî görülen ve görülemeyen dünyada ve âhirette Allah Teâlâ'mn yarattığı her şeydir. Görülen hissedilen insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara "mülk ve şehâdet âlemi" madde ötesi varlıklara da "gayb ve melekût âlemi" denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah'tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi gayb ve melekût âlemine nispetle denizden bir damla sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi Allah'ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi mâliki takdir edip yaratanı koruyanı geliştireni) olan Allah'ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali "huzur güven sevgi yakınlık ve tatmin"e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca "Allah" kastedilir O'nun güzel isimlerinden biridir "sahiplik ve terbiye edicilik" özelliğini ifade eder. Bu kelime "rabbü'd-dâr" (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
4. "Din gününün mâliki" tamlamasında geçen mâlik "malın mülkün sahibi" demektir. Kıraat âlimlerince "hükümdar iktidar sahibi" anlamında "melik" şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatlan kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O'nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O'nun zâtına mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
"Din günü"nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. (Meselâ bk. İnfitâr 82/17-19)
Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim sahip melik ve mâliktin. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imam olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler -zaman zaman da olsa- Allah'ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah'ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak belli olacaktır Bunun için âhirette O gerçekte ve görünürde "melik ve mâlik"tir.
5. Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye davranış biçimine tercüman olarak "Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah'a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O'na özgü kılınması da -kul açısından- tabii hale gelmektedir.
İbadet "kulluk ve tapınma" olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada "sevgi korku ve boyun eğme" vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul -dünya hayatında bir imtihan olarak- serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın insanca (yalnız Allah'a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar benimsedikleri sistem ve usuller ilâhî irşada kulak aşmadıktan zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah'a ibadeti sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette "ederim dilerim" yerine "ederiz dileriz" şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini bu sebeple "Sen ben değil biz varız." ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada "biz"i oluşturan bağ imandır bir Allah'a kulluktur;
"Allah'ın kulları! Kardeş olun..."(Buhârî Nikâh 45; Müslim Birr 23 28-32)
mealindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah'tan geldiğini O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
6. İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı çıkmaz saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması bilgi ve güç almak için Allah'a yönelmeyi reddetmesidir.
"Gerçek şu ki insan kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O'na dönecektir)." (Alak 96/6-8)
"Bize doğru yolu göster" duası aynı zamanda rabbin kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kula düşen ilâhî irşada kulak vermek insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O'nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. "Doğru yol" (sırât-ı müstakim) İslâm'dır. Allah'ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm'dır. Yaratan ile yaratılan Allah ile kul akıl ile vahiy hürriyet ile cebir haksızlık ile adalet iyi ile kötü... ancak İslâm'da yerli yerine konmuş doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol yolun iki tarafında iki duvar duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağıran var ve o "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!" (Müsned IV 182-183; Şevkânî I 20)
Bu örnekteki yol İslâm'dır duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır kapılar haramlardır yolun başındaki çağıran Allah'ın kitabıdır yukarıdaki çağıran ve uyaran her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.
"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır."
7. Burada tarihe