1. Körelmiş organlar Evrim’i doğrular mı?
2. Yapay zekâ robot Sophia Allah’ın varlığını inkâr edenler için bir delil midir?
3. Ateizmi çürütecek bilgiler verir misiniz?
Değerli kardeşimiz
Soru 1:
Körelmiş organlar Evrim’e delil olur mu?
Cevap 1:
Körelmiş organ mı var ki evrime delil olsun? Hiçbir canlıda körelmiş veya fazladan bir organ yoktur. Sadece vazifesi bilinemeyen organlar vardır.
Bazı ahmaklar vazifesini bilmediği veya bilemediği organ veya dokuyla karşılaşınca hemen lüzumsuz veya işe yaramayan "artık organ" veya "körelmiş organ" yaftasını yapıştırıyor. Güya kendilerince varlıkların silsile halinde birbirinden evrimle meydana geldiğine delil göstermeye çalışıyorlar.
Böyle bir iddia sadece onların cahilliğini gösteriyor o kadar.
Kâinatta son derece nizam ve intizamla birlikte son derece iktisat ve tutumluluk hâkimdir.
Hiçbir yapı hiçbir doku ve hiçbir organ ne fazladır ve ne de noksan. Ne kadar ihtiyaç varsa o kadar yaratılmıştır.
Şimdi siz çarşıya kendinize gömlek almaya gitseniz nasıl gömlek alırsınız? Herhalde tam bedeninize göre ve vücut organlarına uygun bir gömlek seçersiniz. Mesela üç kollu bir gömlek almazsınız. Çünkü sizin iki kolunuz var.
İşte Allah da canlıları yaratırken her bir canlının vücuduna ne lazımsa o kadar yaratmıştır. Ne fazla ve ne de noksan.
Artık bu körelmiş organ safsatası 1960’lı 1970’li yılların iddiasıydı. O zamlar insanda 80’den fazla lüzumsuz ve körelmiş organ sayılıyordu. Sonradan o organlardan her birinin bir değil bazen onlarca faydası keşfedilince artık bu körelmiş organ safsatasını bırakmışlardı.
Demek ki sana çok eski iddialar ulaşmış.
Allah’ın varlığını inkâr etmek için 1960 ve 1970'li yılların bir iddiası daha vardı. O da bazı kimselerin; “Gözümün görmediğine inanmam.” demeleriydi.
Neyse ki gözün görme sınırının dışında olan radyo dalgaları televizyon dalgaları ile röntgen ve X ışınlarının varlığı anlaşılınca o iddialarını bırakmışlardı. Çünkü bu iddiaları onların cahilliğini gösteriyordu. O senin sorduğun körelmiş oran iddiası da bu; “Gözümün görmediğine inanmam.” iddiası ile birlikte çoktan çöpe atılmıştı.
Demek ki birileri onları çöplükten çıkarıp işin içinde olmayanların zihnini bulandırmaya çalışıyorlar.
Siz şunu aklınızdan çıkarmayın:
Kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın eseridir ve Allah her şeyi yerli yerinde yaratmıştır. Her canlı türünü de doğrudan kendi kabiliyet ve potansiyelinde halk etmiştir.
İşbu ilk yaratılışla bitmiş de değildir. Her bir canlı hayata bir hücre olarak ayak bastığı andan itibaren bu hayat sahnesinden çekilinceye kadar Cenab-ı Hakk’ın idaresindedir. Allah her an canlıların hücrelerini yenilemekte onlara hayat vermekte ihtiyaçlarını temin etmektedir.
Artık evrim adı altında Allah’ı nazarlardan gizlemek isteyen her şeyi tesadüfle tabiatla izah eden tabiatı ilah kabul eden ateistlerin inkâr ve küfür kokan bilim adı altında sundukları bu pis ve iğrenç iddialara bakmayın onlarla zihninizi bulandırmayın. Bırakın onlar kendi inkârları içerisinde debelensinler.
Siz bu iddialarla lüzumsuz meşgul oldukça ve onların batıl iddialarına gönlünüz meylettikçe Allah’tan uzaklaştığınızı unutmayın. Kendisine şirkin koşulduğu kalpten Allah uzaklaşır.
Bir Müslüman’a Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak için Allah’ın kitabı ve Peygamberi (asm)'nin mesajı kâfi gelmiyor mu ki ateist felsefecilerin peşine takılıp onun batıl fikirlerinin tellallığını yapıyor ve güya o bilim adamlarının ağzından çıkanları Allah’ın varlığı konusunda kendisine delil olarak alıyor? Allah’ı anlamak ve bilmek için böyle saçma bir yol takip edilir mi? Bu yolu takip edenlerin varacağı yer şeytanın yanıdır ve arkadaşlığıdır. Tabii isteyen istediği arkadaşını seçmekte serbest olduğuna göre onlara söyleyecek bir sözümüz yoktur. Şeytanın arkadaşlığı onların olsun.
Soru 2:
Yapay zekâ robot Sophia Allah’ın varlığını inkâr edenler için bir delil midir?
Cevap 2:
Tam aksine Allah’ın varlığına ve birliğine en büyük delildir.
- O robotu kim yaptı? Yapan insan değil mi?
- İnsanı yapan ve yaratan kimdir? Her halde hava su toprak ve güneş yapmadı. Kaldı ki o varlıklar da sonradan yaratılmıştır. Bunların ne aklı ne şuuru ve ne de düşüncesi ve hayatı vardır.
- Bir robot yani insanın eseri ne kadar mükemmelse o eser sahibinin mükemmelliğini göstermez mi?
İşte robotun mükemmelliği insanın mükemmelliğini insanın mükemmelliği de insanın ustasının mükemmelliğini gösterir. Yani robotun güzelliği ve mükemmelliği Allah’ın varlığına ve birliğine en güzel delildir.
Soru 3:
Ateizmi çürütecek bilgiler verir misiniz?
Cevap 3:
Ateizmi çürütecek bilgiler tefsirleridir kelam kitaplarıdır kainat kitabının sayfalarıdır.
Özellikle iman hakikatlerinin İslamiyet hakikatlerinin ibadetlerin manasının ispat edilmesi ve anlaşılması konusunda son derece önemli olan altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı eserlerini okumanızı tavsiye ederiz.
Ayrıca konuyla ilgili Merhum Mehmet Kırkıncı Hocanın “Varlıklar yoktan mı yaratılmaktadır?” isimli şu makalesini okumanızın faydalı olacağını düşünüyoruz:
Evvelâ şunu belirtelim ki bir kısım materyalist ve ateistler saf zihinleri şüpheye düşürmek için Allah’ı doğrudan inkâr etmek yerine; “Şu kâinat yoktan icat edilmeyip zerrelerden teşekkül etmiştir” diyerek önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah’ı inkâra gidiyorlar.
Hâlbuki eşya ister hiçten bir anda ister zerrelerden (tedricen terkip tarzında) yaratılsın bir tertip edeni vardır. Çünkü madem eşya var ve bu eşya hadistir yani sonradan yaratılmıştır mütegayyirdir yani her an değişmektedir mümkündür elbette onu ihdas eden yokluktan varlık âlemine çıkaran yâni onun varlığını yokluğuna tercih eden Vâcib ve Ezeli bir müreccihi bir muhdisi bir sânii vardır.
Malûmdur ki hiçbir san’at sâni’siz hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha zahirdir. Bu eserler ister tedricen ister def’aten yapılsınlar her iki halde de ustalarına delil olurlar. O halde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allahü Teâlâ’nın varlığına birliğine azamet ve kibriyâsına sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise bu sual Sâni-i Âlem’i inkâr namına değil ancak O’nun hikmetini taharri cihetiyle sorulabilir.
Evet Cenâb-ı Hakk’ın iki tarzda icadı vardır.
Birisi: İbda ve ihtira tarzındadır; yâni kâinatı meydana getiren unsurların hiçten yoktan yaratılmasıdır.
Diğeri inşâ tarzındadır; yâni eşyanın zerrelerden terkip suretiyle icad edilmesidir.
Allahü Azîmüşşân şu kâinatta yazdığı hadsiz mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi hükmündeki zerreleri yâni atomları ibda-i mahz ile hiç yoktan halketti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını hikmetinin düsturlarını vazetmek ve meharet ve ihsanatını tecdit etmek gibi hikmetlere binaen bir kısım mevcudatı inşâ suretiyle vücut dairesine çıkarttı. Yâni zerreleri ibda ile yoktan yarattı. Sair mahlûkatı ise o zerrelerden inşâ etti.
Evvelâ şu hakikati belirtelim ki Cenâb-ı Hakk’ın kudreti noktasından mevcudatın İBDA yahut İNŞA suretinde yaratılmasının farkı yoktur. Zerrelerin yoktan icadı ile herhangi bir mevcudun o zerrelerden yaratılması kudret-i İlâhiyye’ye nisbeten müsavidir. Yani biri daha zor diğeri daha kolay değildir.
Her ânında her hâlinde binler ihtiyaç ve meskenet içerisinde yuvarlanan ve en basit ihtiyacını dahi tedarik edemeyen âciz bir insan Ulûhiyyetin hassasından olan bu hakikati kendi acziyeti ve cüz’î ölçüleriyle tartarsa elbette yanlış yola girer aldanır. Sonunda akıldan uzak görerek inkâra sapabilir.
Hâlbuki “Bir zatın eseri düşünülürken onun sıfatlarını nazara almak lâzımdır” hükmünce bu mes’eleyi Allah’ın muhît sıfatları ve mutlak kudreti noktasında temaşa etmek gerekir. Şu koca kâinatı insana hizmet ettiren Allahü Azîmüşşân’ın azametini O’nun bu muhteşem eserlerinde seyretmek yerine İlahî hakikatları kendi cüz’î aklına kuvvet ve irâdesine kıyas eden insan büyük bir gaflete düşer.
Üstümüze gök kubbeyi çadır gibi kuran şu nihayetsiz fezada had ve hesaba gelmeyen cisimleri kudretiyle evirip çeviren hem yeryüzünü hârika eserleriyle ayaklarımızın altına döşeyen bir Hâlık-ı Küllişey’in kudretinden mevcudatın “ibda” yahut “inşâ” ile yaratılması uzak görülemez. Zaten bir insan Allah’ın bütün kemâl sıfatlara sahip olduğuna iman ettikten sonra Allah’a acz isnad ederse apaçık bir tenakuza düşmüş olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kudreti zâtındandır sonsuzdur ve mutlaktır. Kudretinin güneşe teveccühü ile zerreye teveccühü arasında fark yoktur. İkisini de aynı kolaylıkla icat eder tedbir ve idare eder. Teveccühünde parçalanma ve bölünme olamaz.
Mahlûkat dairesindeki kayıdlar O’nun icadının önüne geçemez. Elbette O’nun kudretine nisbeten eşyanın ibda’ ve inşâ ile yaratılması arasında fark yoktur.
Her şeyi sonsuz bir kolaylıkla icad edip güneşleri zerreler gibi evirip çeviren ve herşeyi hâlden hâle devirden devire tavırdan tavıra değiştiren O Zât-ı Kibriya
sonsuz kudretiyle istediği şeyi yokluktan varlığa ve varlıktan yokluğa rahatlıkla getirip götürebilir.
Evet bir anlık zamana sonsuz icatları sıkıştıran bir Kadir-i küllişey’in zerratı yoktan sair mahlûkatı da o zerrattan yaratması en bedihî bir hakikattir.
Mademki Kudret-i İlâhiyye noktasında “ibda”’ ile “inşâ”nın farkı yoktur. İnsan aklı bu hakikati rahatlıkla kabul eder. Ancak belki yoktan var etmenin hikmetini araştırabilir.
Biz de bu mes’elenin hakikatini tefsir âlimlerimizin açıklamaları çerçevesinde kısaca açıklamaya çalışacağız.
İbda’ hiçten icattır. Eşyaya hiçten ve yoktan vücut verilmesi ona lâzım olan her şeyin yoktan yaratılmasıdır.
İnşâ ise eşyanın mevcut elementlerden toplanmak suretiyle icat edilmesidir.
İki türlü ibda’ vardır: Birincisi ibda’-ı mutlak yahut ibda’-ı mahz ve küllidir. Yani tamamen yoktan ve hiçten icat etmek diğeri ibda’-ı cüz’îdir.
Kâinatın ilk yaratılışı ibda’-ı mutlak ve ibda’-ı mahz iledir. Yâni kâinatın ilk yaratılışında her şey sırf hiçten ve yoktan icat edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle misâl ve nümûne olarak alınacak hiçbir kanun madde müddet asıl suret yokken varlık âleminin örneksiz mukayesesiz taklitsiz emsalsiz olarak yoktan ve hiçten icadıdır.
Kanun madde ve müddet henüz mevcut değilken zerrelerin taklitsiz mukayesesiz ve misâlsiz yaratılması “ibda’-ı mahz”dır. Kâinatın teşekkülü yâni yer küresinin ayın güneşin ve yıldızların kendilerine mahsus keyfiyet şekil ve hususiyetleriyle yaratılmaları ibda-i mahz olduğu gibi bütün bitki ve hayvanların ve insanın ilk modelinin yaratılması da “ibda’-i mahz”dır. Bütün nevi’ler bu ilk modellerden yaratılmışlardır.
Kâinat ve onu ortaya getiren atomlar ibda’-i mahz ile yaratıldı. Bu ilk yaratılıştan sonra ibda’-i mahz kapısı kapatıldı. Artık şu anda her varlık mevcut atomlardan yaratılmaktadır. Çünkü âlemde her şeye hükmeden bir denge mevcuttur.
Cenâb-ı Hak denge kanunu ile her varlığı o kadar ince bir nizâm ve o derece hassas bir ölçü ile tanzim etmiştir ki hilkatte abes ve israf olmadığı gibi adaletsizlik ve dengesizlik de yoktur. Evet bu denge ve nizam kanunu kandaki alyuvar ve akyuvarlardan bütün canlıların doğum ve ölümlerine kadar atom sistemindeki dengeden tâ sema burçlarına feza sistemlerine kadar her şeye hükmetmektedir. Mademki kâinatta bir umumî nizam ve denge kanunu vardır her şey gibi bu âlemin temel taşları hükmünde olan unsurlar da bu kanunun dışında kalamaz.
Yaratılan her şeyin model ve suretlerinin ilm-i İlâhîde hazır olması O Zât’ın ilminin sonsuz ve her şeyi içine aldığını gösterdiği gibi her şeyin asılları olan atomların önceden yaratılıp dengelenerek istif edilmesi de O’nun sonsuz tedbirini gösterir.
Evet bu hâl O’nun her şeyi mükemmel mizan ile plânlayıp hazırladığının ve hiçbir şeyi şaşırmadan unutmadan ve ihmal etmeden güzelce idare ve tertip ettiğinin ve bir atomu bile israf etmediğinin delilleridir.
Cüzlerde parçalarda görünen bu denge kanununun küllerde bütünlerde de cereyan etmesi hikmetin gereğidir. Evet insanın her bir uzvu vücuduna göre nasıl bir ölçü ile ayarlanmış ise kâinatı ortaya getiren manzume ve sistemler de aynı ölçü ile tanzim edilmiştir.
Elhâsıl Cenab-ı Hakk (CC) ibda’-i mahz ile yarattığı ve hazırladığı atomları iplik gibi istimal etmekte ve bütün mahlûkatı bir kumaş gibi dokumaktadır. İşte bu ipliklerin hiç yoktan yaratılması ibda-i mahz onların bir araya getirilmesiyle muhtelif eşyanın dokunması yaratılması ise inşâ’dır.
Bu inşâ ile ortaya çıkan yeni yeni şekiller desenler motifler tezyinatlar keyfiyet ve mahiyetler de ibda’-i cüz’îdir.
Başka bir ifade ile ibda’-i cüz’î ibda’ ve inşâ’nın birlikte tahakkuku ile ortaya çıkmakta ve kâinatta her an cereyan etmektedir. Meselâ şu anda yaratılan her bir mevcudun tâbiri caiz ise plân ve programı ibda’dır. Bu plân ve programa göre atomların toplanıp eşyanın ortaya çıkışı ise inşâdır. Eşyanın vücud sahasına çıkması ile onlara takılan sayısız sıfatlar hususiyetler ahvaller ise yine ibda’ hakikatini göstermektedir. Demek ki kâinatta her an ibdaya dayanan yeni bir inşâ görülmektedir.
İbda’ ve inşâ hakikatlerini daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir misâl verelim:
Mimarlık san’atı ve estetik yönünden dünyada bir şaheser olan Selimiye Camii taşlardan yapıldığı halde hiç kimse bu san’at eserine “taştır” veya “taş yığınıdır” diyemez ve böyle bir iddiada bulunamaz. Hiç şüphesiz bu taşlarla ortaya çıkan san’at maharet itina ihtimam tenasüp harika plân güzel nakş ve motifler dakik tezyinat ve manidar ihtişam. Hülâsa bu camideki bütün hususiyetler elbette taşlardan ayrı olarak ustasının fikir ve mütalâasından ortaya çıkan tabiri caiz ise yeni yeni ibda’-misâl maharetlerdir.
İşte bu caminin taşlardan tedricen yapılması inşâ hakikatine onun sayısız sıfat meziyet ve hususiyetleri yâni taşlardan başka her şeyi ise ibda’ hakikatine güzel bir misâldir.
Selimiye Camisi taşlardan yapıldığı gibi meselâ bir bülbül de atomlardan yaratılmıştır. Artık bülbül atomlar yığını değildir. Kudret-i İlâhiye atom hamurundan bülbülü halk etmiş o hamurdan bambaşka bir mahiyet ortaya çıkarmıştır. Böylece inşâ hususiyet kazanmış rengi ve şekli sesi ve güzelliğiyle hayatı hissiyatı ve duygularıyla apayrı bir mahiyet ortaya çıkmıştır. İşte bülbüldeki hiçten ve yoktan yaratılan bütün bu özellikler ibdadır.
Şu muhteşem kâinat da Allah’ın kudretiyle yaratılan bir bülbül gibidir. Bu bülbül sonsuz nağmeler ile Zât-ı Akdes’in ibda’ ve inşâsındaki hadsiz cemâl ve kemâlini ilân etmektedir. Şimdi bu harika kudret mû’cizesine azot karbon oksijen vesaire mi diyeceğiz? Bu yepyeni garip ve acib mahiyetleri basit elementlere mi vereceğiz? Yahut bu harika icatları kör kuvvete ve serseri tesadüfe mi havale edeceğiz?
Yaratılan her şey hey’etiyle maddesiyle şekliyle taşıdığı özellikleriyle mu’cizedir. Elhâsıl ibda’ ve inşâ tezahürleriyle bu kâinat mütemadiyen dolup taşmaktadır.
Kâinat Hâlık’ının nihayetsiz ilim ve hikmetiyle bu âlemi en mükemmel bir surette takdir ve tanzim ettiğini ve onda vazife görecek bütün maddeleri dakik bir mizan ve hassas bir ölçü ile hazırladığını izah için şöyle bir misâl verelim:
Fevkalâde mahir ve san’atkâr bir zâtın hiçbir kimseyi taklit ve hiçbir eserden faydalanmadan gayet muhteşem ve mükemmel bir fabrika kurduğunu ve bu fabrikada binbir çeşit bez ve kumaş dokuyup ilminin genişliğini san’atının inceliğini kudretinin müessiriyetini haşmetinin büyüklüğünü göstermek istediğini farz ediniz. Bu fabrikadan nihayetsiz mahsulât almak isteyen o zât evvelâ onun plân ve programını gayesine uygun ve istikbaldeki hedeflerine münasip bir şekilde zihninde tesbit ve tayin eder. O fabrika ile ilgili en cüz’i mes’eleleri dahi dikkate alır. Onun ne kadar çalışacağını ve bu müddet içerisinde hangi maddelerin ne kadar lâzım olacağını ince hesaplarla tespit eder ve gerekli bütün hammaddeleri hazırlar istif eder.
O zâtın böyle bir fabrikanın modelini plân ve programını belirledikten sonra fabrikada faaliyet müddetince kullanılacak umum malzeme ve eşyayı önceden düşünüp tedarik etmesi ve her şeyi en ince teferruatına kadar plânlaması onun ilim ve tedbirinin ihatasına açık bir delil değil midir? Hem bu takdir ve tanzim onun gayet geniş fikir ve hafızasını ve fabrikadaki her şeyi dikkate alan küllî nazarını ve tedbirli olduğunu gayet açık şekilde göstermez mi? Hem bu vaziyet o zâtın mükemmel bir mizan ve intizamla iş gördüğünü ve hiçbir şeyi unutmadan ve şaşırmadan hikmetle idare ve tertip ettiğini ortaya koymaz mı? Hem her şeyi bütün incelikleriyle hat altına alan bir ilim ve hiçbir şeyi yokluğa ve israfa atmayan bir adalet sahibi olduğunu göstermez mi?
Aynen bu misâl gibi Cenab-ı Hakk (CC) şu kâinat fabrikasının icadını arzu etti. Kâinatın esaslarını Ezelî ilmi ile takdir edip ezel ve ebede nazaran altı gün sayılacak bir vakitte bütün mahlûkatı bütün atom ve kısımları ile yoktan ve hiçten yarattı yâni ibda-ı mahz ile halk etti. Sonsuz kemal ve cemal sahibi olan O Zât-ı Akdes kudretinin mû’cizeleriyle rahmetinin harikalarıyla ve hikmetinin incelikleriyle bu fabrikada bin bir isminin güzelliklerini gösteren çok çeşitli tezgâhlar kurdu.
Evet her şeye bir sınır koyup hudut tayin eden ve her şeyi ölçü ve tartı ile dengeleyen bütün kâinatı bütün şuunâtıyla ve keyfiyetiyle kabza-i Rubûbiyetinde tutan kemâl-i mizan ile tedbir tedvir idare ve terbiye eden ve hiçbir şey hiçbir hâl irâdesinden hariç olmayan ve ezelden ebede kadar bütün mülk ve melekût kâinat ve mekân bütün ahval ve harekât ilminde ve nazarında bulunan Allahü Zülcelâl Hazretleri bu kâinat tezgâhlarından kıyamete kadar alacağı mahsuller ve yaratacağı masnûata yani san’atlı yapılan şeylere yetecek kadar atomu hazırlamıştır.
O Hâkim-i Ezelî ibda-ı mahz ile yarattığı atomları muhafaza ederek bu tezgâhlarda bir vazifeden diğer bir vazifeye sırayla sevk etmektedir. Yâni bir atoma veya elemente nihayetsiz vazifeler gördürerek hadsiz neticeler almaktadır. Bütün elementleri halk ettikten sonra ibda-i mahz kapısını kapatan Kadir-i Hakîm sonsuz hikmetini göstermek için atomları bir vazifeden diğer bir vazifeye koşturmakta ve defalarca kullanmaktadır.
Bu mes’eleyi bir diğer misâlle şöyle izah edelim: Hâkim ve âlim bir zâtın çeşitli ilimleri içine alan çok şümullü bir kitap yazmak istediğini farz edelim. O zât evvelâ arş hükmündeki kalbi ile kitabı yazmayı irâde eder; sonra kürsi hükmündeki dimağında o şümullü kitabın muhtevasını tesbit ve tayin eder. Daha sonra kalemine kitabı yazmaya yetecek kadar mürekkep doldurur ve sözü edilen kitabı hafızasında tesbit ettiği düstur ve esaslara göre yazar. O hâkim ve âlim zâta karşı;
“Bu zât niçin mürekkebi mektuptan evvel doldurdu? Her sayfada ayrı mürekkep doldurması gerekirdi!” denilebilir mi?
Kâtibin bütün mürekkebi önceden doldurması onun için bir noksanlık sayılabilir mi? Hâlbuki şu hâl kâtibin noksanlığına değil ilminin mükemmelliğine temkin ve tedbirine delildir. Hem kitabın tamamının onun ilmi ile ihata edildiğini her bir harfin bir hat ile tayin edildiğini her harfin onun ilmindeki plân ve takdire göre yazıldığını; hatta kitabın yazılmadan önce suret ve mahiyetiyle onun ilminde mevcut ve hazır olduğunu gösterir. Demek ki kâtip harika ilmi ve ihatalı hafızası ile kitabını takdir ettiği gibi yazıyor intizamla tedbir ediyor.
Aynen bunun gibi Hâkim-i Ezelî şu kâinat kitabını yazmayı irâde etti. O kitabın yazılması için lâzım gelen mürekkep mânâsındaki bütün atomları yani elementleri takdir etti ve nihayetsiz kudreti ile halk etti. Bütün elementler o ezelî ilimdeki plâna ve takdire göre hareket etmekte ve kâinat kitabının mürekkebi olarak vazife görmektedir.
Elhâsıl aynı basit maddelerden dokunan ve aynı mürekkeple yazılan zemin yüzündeki muhtelif hayvanat ve nebatatın aynı hava aynı su aynı ışığa mâruz kalmakla beraber her bir nev’in hatta her bir ferdin diğerlerinden ayırt edici renk ve şekilleri hususiyetleri tat ve kokuları hayat ve hissiyatları mizaç ve istidatları vardır. İşte atomlarda bulunmayan bu sayısız meziyet ve hususiyetler “ibda” ile ortaya çıkmaktadır. Evet bahar mevsimi bu hakikatin mahşere benzer bir misâlidir. Hatta her an dahi Allahü Azîmüşşân’ın “icat” ve “ibda”sına bir bahar gibidir. Eğer yeryüzünde atomlar da her an her devre yeniden yaratılmış olsaydı; bugün yer küresi mevcut ağırlığının belki milyonlar katına çıkmakla kâinattaki umumi denge bozulacak ve yaratılıştan beklenen neticeler ortaya çıkmayacaktı.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın varlığına delillere ateistlerin yaptığı itirazlar var nasıl cevap ...
- Ateist düşünce okudukça araştırdıkça düşündükçe ulaşmak ...
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet