- Mesela kilisede çan çalmak serbest midir?
- Osmanlı Devletinde gayri müslimlere din ve vicdan hürriyeti var mıydı?
Değerli kardeşimiz
Bu soruyu iki cevap şeklinde iki başlıkla cevap vereceğiz.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki anlaşmalara riayet ettikleri fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir.
Emevîler Abbâsîler Fâtımîler Selçuklular Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.(1)
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri müslimlere / zimmilere din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim Protestan kiliselerini yıkacağım.” dediğini bile bile "Eğer devletime itâat ederseniz her camiinin yanında bir kilise inşa edilecek; buralarda herkes kendi Halıkına ibadet edecek.” cevâbını vermiştir.(2)
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmi kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.(3)
Çan çalmanın Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.(4)
Bununla birlikte bu yasak zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.(5)
Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.(6)
İlave bilgiler için tıklayınız:
- İslam'ın insana verdiği temel haklar nelerdir?
- Bir İslam ülkesinde Müslümanlar dışında kimseler de yaşayabilir mi? ...
Dipnotlar:
1) Zeydan Ahkâm 95-98.
2) Ercan Yavuz Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Turhan Kitabevi Ankara 2001 s. 241.
3) Christian Church Buildings” Etudes Balkaniques Sofia 1994 sy. 4 s. 33.
4) Adıyeke Nuri “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair” Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu (Ed: H.Celal Güzel) Yeni Türkiye Yayınları Ankara 2000. s.191) Tahta çalma işinin oldukça eski bir uygulama olduğu bu konunun XVI. yüzyıl şeyhulislâmlarından Ebussuud Efendi’ye de sorulmasından anlaşılmaktadır. (“Su’al: Bir kilise Müslümanlar mahallesinde vâki’ olup kafirler nâkûs yerine bir yufka tahtayı nice yerlerden delip ibadetleri zamanında ol tahtanın orta yerine tokmak ile darb edip bir savt-ı acib peyda olup Müslümanlar müte’ezzî olsalar şer’an ref’ olunmak caiz olurmu? Cevap: Vacibdir.” bk. Düzdağ M.Ertuğrul Şeyhulislâm Ebussu’ud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanuni Devrinde Osmanlı Hayatı Şule Yayınları İstanbul 1998 s.151.
5) “…ve metropolit ve papaz tâifelerinin hânelerinde izhâr-ı savt etmeksizin İncil kırâat eylemelerine muhâlefet olunmayub ve ehl-i örf tâifesi mücerred ta‘cîz içün siz mülk menzilinizden bir oda gözde Tevrat ve İncil okuyub kandil asmışsız ve mum yakmışsız ve iskemle ve tasvir koyub bürde asmışsız ve buhur yakıb salarsız ve elinizde değnek tutarsız deyu bahâne ile ref‘i savt ve i‘lân-ı küfr eylememek şartıyla icrâ-yı âyin-i bâtılalarına mücerred celb-i mal kasdıyla mîr-i mîran ve sâir ehl-i örf tâifesi taraflarından hilâf-ı şer‘i şerîf ve bi-gayr-i hak akçe mütâlebesiyle ta‘addî ettirilmemek içün mukaddem verilen fermân-ı âliberâtları şartına idhâl oluna deyu sâdır olan fermân-ı âlişân mahalline kayd olunmağla hilâf-ı fermân rencide ve ta‘addî ettirilmeyüb…” (B.Ş.S. -Bursa Şer’iyye Sicilleri- C29/4b; bk. Ali İhsan KARATAŞ Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti)
Soruda geçen konuyla ilgili olarak Ali İhsan KARATAŞ’ın "Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti" isimli makalesini takdim ediyoruz:
Osmanlı Devleti tebaası olan gayrimüslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti bakımından muasırları arasında en önde gelen devletler arasında yer almaktadır. Zaman zaman fethedilen şehirlerin en büyük mabedi fetih sembolü olarak camiye çevrilirken diğer mabetlere büyük ölçüde dokunulmamış ve gayrimüslimlerin ihtiyaçları için tahsis edilmiştir. Bu mabetlerinin işleyişi yönetimi gelir ve giderlerinin kontrolü din adamlarına bırakılmıştır. Gayrimüslimler gerek ferdi gerekse toplu ibadetlerini diledikleri gibi ifa etme hakkına sahip idiler. Zorla Müslümanlaştırmanın yasak olduğu Osmanlı Devleti’nde zimmiler aile hukukuyla ilgili meselelerini kendi din adamlarının nezaretinde çözebiliyor çocuklarının eğitim öğretimlerini de yine kendi dinlerinin gerektirdiği şekilde yapabiliyorlardı. Bu konulardaki hakları devletin koruması altındaydı. Zaman zaman yaşanan bireysel aksaklıklar idareciler tarafından giderilmeye çalışılmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin tebaası olan gayrimüslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda çok sayıda yazı kaleme alınmıştır. Bu yayınlardan gayrimüslimlere tanınan haklar bakımından Osmanlı Devleti’nin muasırı devletler arasında ilk sıralarda yer aldığı anlaşılmaktadır. Son yıllarda artan arşiv çalışmaları ve konuyla ilgili tespit edilen belgeler de bu gerçeği te’yid etmektedir. Bu çalışmada da özellikle Bursa Şer’iyye Sicilleri’nden tespit edilen belgelerle konuya katkı sağlanmaya çalışılacaktır.
İslâm hukukuna göre halkı Müslüman olmayan bir şehir fethedilince şehrin sakinleriyle “zimmet akdi” denilen bir anlaşma yapılır. Bu anlaşmayı kabul eden gayrimüslimlere zimmi denir. Bu antlaşmayla hakları garanti altına alınmış olan gayrimüslimler birçok konuda Müslümanlarla eşit hale gelir ve Müslümanlar gibi bütün hususî haklardan faydalanırlar.1 İslâm hukukunun önemli bir bölümünü teşkil eden ve ilk uygulamaları Hz. Peygamber döneminde yapılan zimmet akdine göre Müslüman idareciler cizye ödemeyi kabul eden zimmilerin can ve mal güvenliklerini sağlamak zorundadırlar.2
İslâm hukukunda kendileriyle zimmet antlaşması yapılan gayrimüslimlerin Kur’an’daki “dinde zorlama yoktur” ayeti3 gereği zorla Müslümanlaştırılmalarını yasaklanmıştır. Onların mabetlerinde ibadet etmeleri mülk edinme ve seyahat etme gibi hakları engellenemez. Müslümanların zimmilere zulmetme hakları yoktur. Nitekim Peygamber Hz. Muhammed bir hadisinde bir zimmiye zulmeden gücünün üzerinde yük yükleyen ve isteği dışında ondan zorla bir şey alan kişiye kıyamet gününde bizzat kendisinin düşman olacağını belirtmiştir.4
İstanbul’un fethinden önce Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere İslâm hukukuna göre muamele edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise İslâm hukuku açısından bir değişiklik yapılmamakla birlikte biraz daha farklı bir uygulamaya gidilerek millet sistemi oluşturulmuştur.
Millet sisteminde din ve mezhep esasına göre tasnif edilen zimmiler Rumlar Ermeniler ve Yahudiler üç ayrı millet olarak kabul edilmiştir. Böylece gayrimüslimlerin devletle olan ilişkileri yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. XVIII. asırdan itibaren Katolikler ve Protestanlar da millet sistemi içerisindeki yerlerini almışlardır.5 Bu sistemle gayrimüslimlerin idare edilmesi daha kolay hale gelmiştir. Zira daha önce devlet bir bütün olarak gayrimüslimler ile muhatap iken şimdi bölümlere ayrılmış ve her birinin başında devlete karşı cemaatinden sorumlu olan liderlerle muhatap olmaya başlamıştır. Bu sistemle gayrimüslimler bakımından İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı haklarda bir kayıp olmamışken devletin zimmi tebaayla olan ilişkilerinin düzene girmesi sağlanmıştır.
Doğu (Bizans) ve Batı (Roma) kiliseleri arasında yaşanan problemler sonucunda Patrik II. Anastasios istifa etmiş ve Ortodoks dünyasının liderliği boş kalmıştı.6 İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesiyle birlikte Fatih daha önce dağılmak üzere olan Ortodoks kilisesini yeniden canlandırmak amacıyla Rumlardan boş olan patriklik makamına yeni bir patrik seçmelerini istedi. Bunun üzerine Rumlar kendi dinî kurallarına göre Georgios Scholarios’u “Gennadios” ünvanıyla patrik olarak seçtiler. Fatih Sultan Mehmet bu seçimi onayladı ve cemaate haklarını içeren bir de ferman verdi.7 Ayrıca Rumeli ve Anadolu’nun yanında Mısır Suriye Filistin Kıbrıs ve Rus Ortodokslarının idaresi de İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikliği’ne bağladı.8 Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Hıristiyanlar kendilerine tanınan imkanlar bakımından memnundular. Zira onlar birçok bakımdan koruma altına alınmışlardı.9
1461 yılında ayrı bir millet olarak kabul edilen Ermeniler için de bir patrikhane kurulmuş ve söz konusu millete patrik olarak Bursa Metropoliti Ovakim tayin edilmiştir.10 Ayrıca Süryani Habeş ve Kıbti kiliseleri de Ermeni patrikhanesine bağlandı. Ortodokslara verilen hakların aynısı Ermeni Patrikhanesi’ne de tanındı.11
Rumlar ve Ermenilerden sonra millet olarak tanınan üçüncü grup ise Yahudilerdir. Fetihten sonra Yahudilere hahambaşı olarak Moşe Kapsali tayin edildi ve kendisine cemaatini idare etme yetkisi verildi.12 Osmanlı Devleti’nde Yahudilere verilen hakların genişliği nedeniyle dünyanın birçok yerinde baskı gören Museviler Osmanlı Devleti’ne gelmeye başladılar.13
Kuruluşundan beri Osmanlı Devleti’nin zimmilere İslâm hukukunun sınırları içinde muamele ettiği ve topraklarında barındırdığı gayrimüslimlere verdikleri haklar bakımından muasırı devletler içerisinde en iyiler arasında yer aldığı gerçeği yabancı araştırmacıların da daima dikkatini çekmiştir.14 Nitekim İslâm araştırmalarında önemli bir yeri olan Brockelmann İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi adlı eserinde Osmanlı yöneticilerinin zimmilere yönelik tutumlarıyla ilgili şu ifadelere yer vermiştir:
“Alt tabakadan idare organlarının keyfi hareketlerine karşı merkezî idarenin kolayca yardıma çağrılabildiği hükümet merkezinde ve civarında milliyetlerine ve mezheplerine göre millet halinde toplanan Hıristiyanlar bilhassa Rumlar 'Rum milleti' tam bir siyasi ve dini hürriyete malik idiler. Onların patrikleri Osmanlı hakimiyeti devrinde evvelce Bizansta malik oldukları salahiyet ve nüfuzdan daha geniş bir nüfuza bile sahipti. Vaftizler evlenmeler cenaze merasimleri ve hac açıktan açığa ve ekseriya parlak bir şekilde icra ediliyordu. Büyük yortu günlerinde Türk hükümeti dini merasimin bir engele maruz kalmadan icra edilmesi için kilise kapılarına kendiliklerinden yeniçeri nöbetçiler koyuyorlardı.”15
Osmanlı Devleti’nde zimmilere İslâm hukukunun yanında örfî hukuk da uygulanmıştır. Zaman zaman zimmilerle ilgili çıkarılan fermanlar büyük ölçüde İslâm hukukuna uygun olmakla birlikte devlet idarecilerinin görüşlerini de yansıtmaktadır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere İslâm hukukunda ehl-i zimmet aile hukukunu ilgilendiren meselelerinde kendi dinî hükümlerine bağlı idiler. Millet sistemiyle birlikte bu konuda herhangi bir değişiklik yapılmamış ve zimmiler evlenme boşanma miras ve vasiyet gibi meselelerini yine kendi dinî hükümlerine göre çözmüşlerdir.16 Bununla birlikte istemeleri halinde Osmanlı mahkemelerine de başvurma hakları vardı ki şer’iyye sicillerinde onbinlerce gayrimüslimin hemen her konuda şer’î mahkemelere başvurduğu ve meselelerine İslâm hukukuna göre çözüm istedikleri görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin dinleriyle ilgili meseleler cemaat reislerine bırakılmıştır. Âyinlerin düzenlenmesi din adamlarının seçilmesi ve azledilmesi mabetlerin gelir ve giderleri çocukların eğitim-öğretimleri gibi konular zimmilerin iç işlerinden kabul edilerek bunlarla ilgili uygulama ve düzenleme yetkisi patrik ve metropolitlere verilmiştir.17 Eskiyen ve tahrip olan kilise ve havraların eski şekillerinin değiştirilmemesi şartıyla tamir edilmelerine imkan tanınmıştır.18
Millet sistemiyle birlikte gayrimüslimler cemaat olarak kimliklerini devam ettirme imkanını bulmuşlardır. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle:
“Millet kompartımanına mensup olan kimse; modern toplumdaki azınlığın aksine bazı davranış ve tutum sergiler. Bu aidiyet fertlere aile ve sülale ve cemaat içinde bir güvenlik ve hatta vakar verir. Kendi toplumsal grubu içinde kendi ananesi ve babadan sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında ilişki azdır çatışma azdır. Modern toplumdaki azınlık ferdi gibi çevre ile didişme kimlik ispatı asimile olma (çoğunluk tarafından emilme) veya asimilasyona karşı direnme dolayısıyla çatışmacı davranışlara girme gibi durumlar söz konusu değildir….”19
Osmanlı Devleti’nde zimmilerden başka çok sayıda müste’men de20 vardı. Yabancı devlet görevlileri ve ticaret için Osmanlı topraklarına gelen müste’menlerin durumu devletlerarası anlaşmalarla belirlenmiştir. 1535 yılında Fransa’ya verilen kapitülasyonlarla bu devletin vatandaşı olan tüccarın her türlü davalarında Fransız konsoloslarının yetkili olduğu kabul edilmiştir.21 Yabancı tüccarın Osmanlı topraklarında ticaret yapabilmeleri için değişik tarihlerde Fransa dışında başka devletlere de ticaret ahidnameleri verilmiştir.22
Bu ahidnameler kapsamında ülkeye gelen yabancılara (müste’menler) “Osmanlı suları ve topraklarında kendi bayraklarını taşıyarak serbestçe ticaret yapabilecekleri hiç kimse tarafından rencide edilmeyecekleri; gemilerinin kazaya uğraması halinde ilgililer tarafından kendilerine gereken kolaylık gösterileceği gibi mallarına da dokunulmayacağı; kanuni gümrüklerini ödedikten sonra başka her hangi bir vergi ve resim talebinde bulunulmayacağı; hiç kimsenin bir vatandaşının borcundan sorumlu tutulmayacağı; kendi aralarındaki davalara konsolosları tarafından bakılacağı Osmanlı tebaasıyla olan anlaşmazlıklarının mahalli mahkemelerde dava konusunun 4.000 akçeyi geçmesi halinde İstanbul’da görüleceği garantisi veriliyordu.” 23
Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrimüslimlere tanıdığı inanç ve ibadet hürriyeti devletin kuruluşuyla birlikte başlamıştır. Bu yaklaşım birçok yerin fethini de kolaylaştırmıştır. Henüz kuruluş döneminde Bursa’nın Orhan Gazi tarafından fethedilmesinin ardından şehirde yaşayan halkın malları yağmalanmamış yalnızca tekfurun malı gaziler arasında dağıtılmıştı.24 Hatta Bursa’dan önce fethedilen çevre köy ve kasaba insanlarının rahatlık içinde yaşadıkları hiç kimsenin zulme uğramadığı ve inançlarında serbest bırakıldıkları haberleri Bursa halkı üzerinde olumlu etkiler yapmış ve bunun sonucu olarak da şehrin fethi kolaylaşmıştır. Nitekim Orhan Gazi Bursa’nın fethedilmesinden sonra Hisar’ın tesliminde yardımcı olan ve aynı zamanda tekfurun veziri olan Saroz’a “…bu Hisar’ı verdiniz. Neden verdiniz. Neden bunaldınız da verdiniz?” diye sorunca Saroz şu cevabı vermişti:
“Birkaç sebepten dolayı verdik. Biri budur ki sizin devletiniz günden güne büyüdü. Bizim devletimiz döndü. Bunu iyice bildik. Biri de bu ki baban üzerimize havale yaptı gitti. Onun devleti köylerimizi zaptetti. Size itaat eder oldular. Bizi hiç anmaz oldular. Biz de bildik ki onlar rahat oldular. Onun için bizi anmazlar dedik. Biz de o rahatlığa heves ettik…”25
Bursa’nın fethiyle şehirden kaçan Yahudiler bizzat Orhan Gazi tarafından Bursa’ya davet edilmiş ve kendileri için bir havra inşa edilmesine izin verilmiştir.26
Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlere başlangıçtan itibaren İslâm hukuku çerçevesinde haklar verilmiştir.27 Zira İslâm hukukunda mevcut müsamaha ve himaye prensipleri Osmanlı Devleti idaresinin temelini oluşturmuştur.28 Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimlerin can ve mal güvenlikleri devletin ellerine teslim edilmiştir.29 Kanunların uygulanışı bakımından Müslümanlarla gayrimüslimler arasında bir fark da gözetilmemiştir. Mahkeme kayıtlarına bakıldığında Müslümanlarla zimmiler arasında dava konusu olan meselelerin birçoğunda zimmiler haklı bulunarak şikayet konusu olan mağduriyetlerinin giderilmesi yönünde karar verildiği görülmektedir. Araştırmalarında büyük ölçüde mahkeme sicillerini kaynak olarak kullanan Mustafa Akdağ bu meseleyi şöyle izah eder:
“...Ahalisi bütün Hıristiyan (Rum veya Ermeni) olan köylerde imam yerine papaz bulunduğundan başka böyle köylerin kethüdaları da tabii olarak gene kendilerinden yani Hıristiyan kimselerden idi. Ziraatçi Türk ve Hıristiyan halk ister ayrı köylerde köy komşusu ister aynı köyde ev komşusu olarak yaşamakta bulunsunlar birbirleriyle çok iyi geçiniyorlardı. Esasen devlet kanunları her iki topluluğu da hiç din farkı gözetmeden ‘reaya’ saymakta bunlar için mirî toprak tasarruf edenlerin ödeyecekleri vergileri bir devlet hizmetlisine yüklettiği zaman o hizmetlinin beratında zikrolunan vergileri kendisine vermekle ödevli olan kişiye ‘raiyet’ (kiracı köylü) adını vermekte idi.”30
Kıbrıs’ın fethedilmesinden sonra 979/1572 tarihinde Osmanlı padişahı tarafından Kıbrıs beylerbeyi kadısı ve defterdarına gönderilen fermanda ada halkına ne şekilde muamele edilmesi gerektiği özetle şöyle belirtilmiştir: “Kıbrıs adası yeni fethedilen bir yerdir. Halk savaş yüzünden zor duruma düşmüş olabilir. Kıbrıs halkı bana Yaratıcının emanetidir. Onlara adalet ve şefkatle muamele ediniz. Kimseye zulmetmeyiniz. Mahkemelerde vergi alınmasında ve idareyle ilişkili tüm işlerinde onlara yardımcı olursanız Kıbrıs kısa zamanda kalkınır ve refah seviyesi yükselir. Onlardan her biri emniyet içinde yaşasınlar. Bu emirlerimin yerine getirilmesi konusunda hiç kimse ihmalkârlık yapmasın. Eğer emirlerim yerine getirilmeyerek Kıbrıs reayasına zulmedildiğini gereğinden fazla vergi alındığını duyarsam hiçbir mazereti kabul etmeyeceğimi bilesiniz.”31
Osmanlı Devleti’ndeki zimmilerin içinde bulundukları durumu göstermesi bakımından bu topraklarda yaşayan Yahudilerin Avrupa’daki dindaşlarına gönderdikleri mektuplar da oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu mektuplardan biri Almanya’da doğmuş ancak hayatını Edirne’de sürdüren ve bir Fransız Yahudisi olan İsaak Zarfati tarafından Avrupa’daki Yahudiler için yazılmıştır. XV. yüzyılın ilk yarısında yazılan bu mektupta Yahudilerin Osmanlı Devleti’nde yaşadıkları huzurlu günler şöyle ifade edilmektedir:
“Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum; despotik yasalar zorla vaftiz edilmeler sürgünler sıradan gündelik olaylarmış. Bana anlatıldığına göre yağmurdan kaçarken her seferinde doluya tutuluyorlarmış… Kardeşler hocalar dostlar tanışlar! Ben İsaak Zarfati soyum Fransız da olsa Almanya’da doğmuş ve oradaki saygıdeğer hocalarımın dizi dibinde oturmuş olsam bile size derim ki: Türkiye hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz şu anda burası sizin için en hayırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizler için Türkiye’den geçiyor. Hıristiyanlardansa Müslümanların (egemenliği) altında yaşamak sizin için daha iyi değil midir? Burada herkes kendi asması ve inciri altında huzur içinde oturabiliyor. Burada en değerli esvablar giymenize izin var. Oysa Hıristiyan ülkelerde çiğnenmiş siyah ve mavinin tekmelenmiş yeşil ve kırmızının hakaretine maruz kalmadan hüzünlü renkler taşıyan alçaltıcı esvablar giymeye mahkûm etmeden çocuklarımıza kendi zevkimize göre kırmızılar ya da maviler giydirmeye bile cesaret edemiyorsunuz…”32
1655-56 yıllarında Osmanlı şehirlerini gezen Thevenot da Sakız Adası ile ilgili gözlemlerini aktarırken Osmanlı topraklarındaki zimmilerin ibadet özgürlükleriyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
“…Türkler herkese kendi dinlerine göre ibadet hürriyeti tanımışlardır ayin herkesin önünde yapılıyor ve şaraplı ekmek yortusunda hiçbir korku duyulmadan ve Türkler tarafından hiçbir saygısızlığa maruz kalınmadan bir gölgelik altında şaraplı ekmek (Saint-Sacrament)i sokaklarda gezdirirlerdi. Hz. İsa’nın heykeli de önde bir fenerle taşınmaktaydı.”33
Zimmilerle ilgili bu anlayış daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Örneğin XIX. yüzyıl Osmanlı sultanlarından II. Mahmut “Ben teb’anın Müslümanını camide Hıristiyanını kilisede Musevisini de havrada fark ederim. Aralarında başka gün bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır.”34 diyerek zimmilerin baskı altında kalmadan kendi inançlarını yaşamaları gerektiğini ve kendisinin de bizzat bu durumun takipçisi olduğunu vurgulamıştı.
Osmanlı Devleti’nde zimmilerle ilgili haklar öylesine genişti ki bu meselenin zamanla devletin aleyhine dönüşen bir durum ortaya çıkardığını ifade eden araştırmacılar olmuştur. Nitekim Stanford Shaw Osmanlı idarecilerinin zimmilerle ilgili tutumlarının gereğinden fazla özgürlükler içerdiği bu sebeple de İmparatorluğun son yüzyılında azınlık sorunlarının çıktığı eğer zimmilere tanınan haklar daha az olsaydı azınlık sorunlarının bu kadar büyümeyeceğini şu sözlerle ifade etmektedir:
“Osmanlılar dünya tarihi boyunca başka yerlerde başka istilacıların yaptıkları gibi istila ettikleri yerlerde yaşayanları din değiştirmeleri için zorlamayı reddetmemiş olsalardı Osmanlı İmparatorluğu’nu son yüz yılında büyük zaafa düşürecek hiçbir azınlık sorunu olmayacaktı. Oysa Osmanlılar bunun yerine Rumlar Ermeniler ve Yahudilere kendi dinî önderleri yönetiminde kendi dillerini ve geleneklerini kullanarak kendi okullarını mahkemelerini yetimhanelerini hastanelerini vb. koruyup sürdürerek sultanın koydukları istenen vergileri ödedikleri İmparatorluk sınırları içinde güvenlik ve düzeni sürdürdükleri sürece Osmanlı egemen sınıfıyla pek az bir ilişki içinde kendi yaşamlarını daima yaşama hakkı tanıdılar. Dahası Hıristiyanlar ve Yahudiler Sultan tarafından yalnız Müslümanlara getirilmiş olan bir takım yükümlülüklerden de uzaktılar….”35
Osmanlı toplumunda zimmilerin zorla Müslümanlaştırılması yasaktı. Bilindiği üzere “dinde zorlama yoktur”36 ayeti İslâm dininin önemli prensiplerinden birisidir. Buna göre hiç kimse kendi rızası olmadan Müslüman yapılamaz. Bununla birlikte kendi rızasıyla Müslüman olan birisinin önünde de hiçbir engel yoktur.37 İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devleti’nde de gayrimüslimlerin bir devlet politikası olarak zorla Müslümanlaştırılması söz konusu olmamıştır. Gayrimüslimlerin Müslüman olmaları yönünde eğer planlı bir baskı uygulanmış olsaydı hiç şüphesiz Osmanlı hakimiyetindeki yerlerde yaşayan zimmilerin büyük çoğunluğu ihtida etmiş olurlardı. Ancak Osmanlı Devleti’nin farklı dönemlerinde Bursa 38 Trabzon 39 Konya40 ve Kayseri ile41 ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında din değiştirerek Müslüman olan gayrimüslimlerin oranının çok büyük olmadığı görülmektedir. Gayrimüslim din adamlarına verilen beratlarda da herhangi bir zimminin zorla Müslümanlaştırılmayacağı garantisi verilmekteydi. Bu konuyla ilgili zaman zaman bazı Müslümanlar tarafından yapılan ihlaller gayrimüslim yetkililer tarafından ilgili makamlara intikal ettirilerek gerekli önlemlerin alınması sağlanmıştır. 1843 yılında Bursa ve civarından sorumlu olan Rum Metropoliti Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek kendi ellerindeki beratlarda yukarıda zikredilen garantinin verilmiş olmasına rağmen Bursa’da bir kısım reayanın zorla İslâmlaştırıldığını iddia etmiştir. Bunun üzerine Bursa kadısına gönderilen bir fermanda “metropolite verilen berattaki şartlara göre onlara muamele yapılmasını emrediyorum” ifadesiyle ilgili kişiler uyarılmışlardır.42
Gayrimüslimlerin zorla İslâmlaştırılmasının engellenmesinin yanında ihtida edenlerin eski dindaşları tarafından rahatsız edilmelerine veya tekrar eski dinlerine dönmeleri yönünde gayrimüslimlerin baskı yapmalarına da müsaade edilmemekteydi. Zimmilerin zorla Müslümanlaştırılmamaları konusunda yukarıda işaret edilen 1843 tarihli fermanın devamında şu ifadelere yer verilmiştir:
“…kendi rızalarıyla Müslüman olanların eski dinlerine dönmeleri hususunda metropolit ve başkaları tarafından baskı görmemeleri ve rahatsız edilmemeleri konusunda da gerekli önlemlerin alınmasını emrediyorum.”43
Bu emrin aksine davranan zimmiler cezalandırılmışlardır. Örneğin Müslüman olan Yahudilerin cemaat yetkilileri tarafından tekrar Yahudileştirilmeleri devlet tarafından yasaklanmış olmasına rağmen bu işe kalkışanlar olmuştur.44
İnançlarına dokunulmayan gayrimüslimler ayrıntılara ilişkin bazı kısıtlamalar dışında gerek kilise ve havralarında toplu olarak gerekse evlerinde bireysel olarak rahat bir şekilde ibadet etme haklarına sahiptiler.45 Din adamlarına verilen beratların tamamında zimmilerin ibadetlerini rahatça yapabilecekleri yönetici veya halk tabakasından hiç kimseye ibadetleri konusunda müdahale edilmemesi gerektiği açıkça belirtilmiştir.46 Meselâ 1168/1755 tarihinde Rum metropolitine verilen bir beratta zimmilerin ibadetlerine müdahale edilmemesi şu şekilde bildirilmiştir:
“…ve papaz ve keşiş tâifesinden bazıları metropolitleri marifetiyle zimmi tâifesinin hânelerine varub âyinlerini icra eyledikte ve kadîmden âyinleri üzere mâbeynlerinde nizâm ve intizâmlarına kudât ve nüvvâb ve mütesellimler ve voyvodalar ve mütevelliler ve subaşılar ve sâir ehl-i örf tâifesi taraflarından muhâlefet olunmaya…”47
Şehirlerin yerel yöneticileri ve zimmi din adamlarına şehirde ikamet eden gerek Ermeni48 ve Rumların 49 gerekse Yahudilerin50 ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için yukarıdakine benzer fermanların gönderildiği aynı içerikteki fermanların XIX. yüzyılda Katolik Ermeniler 51 ve Protestanlar52 için de verildiği görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nde tebaanın ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için Müslüman ve gayrimüslim ayrımı yapılmadan herkes için gerekli imkanlar hazırlanmaktaydı. Bu amaçla şehirlerde kurulan haftalık pazarların Müslüman Yahudi ve Hıristiyanların kutsal günlerine denk gelmemesi için gayret edildiği görülmektedir. Kastamonu Sancağı’na bağlı Taşköprü Kazası’nda her hafta kurulan pazarın cuma gününe denk gelmesi bu günde Müslüman halkın alış-veriş yapmaları nedeniyle birçoğunun cuma namazını kılmada zorlandıkları gerekçesiyle mezkur pazarın salı gününe 53 Selanik Eyaleti dahilinde olan Vidina Kazası’nda kurulan haftalık pazarın pazar gününe tesadüf etmesi bunun da Hıristiyanların ibadet günlerine denk gelmesi nedeniyle Hıristiyanların rahatça alış-verişlerini yapamadıkları gerekçesiyle cumartesi gününe alınmasına karar verilmiştir.54 İlgili belgeden Vidina’da reaya arasında Yahudilerin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle cumartesi gününde pazar kurulmasında bir sakınca görülmemiştir. Hiç şüphesiz Müslümanlar ve Hıristiyanlar için dikkat edilen bu durum Yahudiler için de söz konusuydu. Nitekim İslimye’de haftada iki kere kurulan pazarın cumartesi ve pazara denk gelmesi ve adı geçen günlerin gayrimüslimlerin ibadet günleri olması nedeniyle şehirde bulunan zimmilerin alış-verişten mahrum oldukları gerekçesiyle haftalık pazarın pazartesi ve salı gününe alınması kararlaştırılmıştır.55
Gayrimüslimler rahat bir şekilde ibadetlerini yapabilmeleri için devlet her türlü güvenlik önlemini almaktaydı. Brockelmann bu gerçeği “büyük yortu günlerinde Türk hükümeti dinî merasimin bir engele maruz kalmadan icra edilmesi için kilise kapılarına kendiliklerinden yeniçeri nöbetçiler koyuyorlardı”56 sözüyle ifade etmektedir. Eğer ibadetlerini yapmalarına haksız olarak engel olunursa din adamları aracılığıyla doğrudan Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek söz konusu engellerin kaldırılmasını talep edebiliyorlardı. Zimmilerin bu konudaki talepleri çoğunlukla olumlu karşılanır ve söz konusu engellemeler ortadan kaldırılırdı. Örneğin 1198/1784 yılında İstanbul Rum Patriği ve İstanbul’da ikamet eden cemaat metropolitleri Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek Kirmasti Kasabası’nda metropolit tarafından tayin edilen keşiş ve papazların evlerinde seslerini fazla yükseltmeden İncil okumalarına izin verildiği bu konuda müdahale edilmemesi gerektiği kendilerine verilen beratta belirtilmiş iken ehl-i örf taifesinden bazılarının “siz şunu şunu yaparsınız” diye müdahale ettiklerini şikayet etmişler ve bu konuda kendilerine yardım edilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine zimmilere müdahale edilmemesi konusunda Kirmasti kadısına bir ferman gönderilmiştir.57
Mabetlerinde ibadet etmeleri bizzat devlet tarafından güvence altına alınan zimmiler ferdi ibadetlerini de evlerinde veya kendilerine ait mülklerinde rahatça yapabiliyorlardı.58 Metropolitlere verilen beratlarda evlerde yapılan ibadetler konusunda zimmilerin rahatsız edilmemeleri gerektiği belirtilmektedir.59 1104/1692 yılında İstanbul’da bir havranın yanması dolayısıyla Yahudilere verilen ve daha sonraki yıllarda da yenilendiği anlaşılan bir fermanda Yahudilerin havralarını tamir ettirinceye kadar evlerinde ibadet edebilecekleri hiç kimsenin bu duruma müdahale etmemesi gerektiği eğer müdahale edenler olursa cezalandırılacağı bildirilmiştir.60
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayrimüslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi. 61 Çan çalmanın Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.62 Bununla birlikte bu yasak zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.63 Tahta çalma işinin oldukça eski bir uygulama olduğu bu konunun XVI. yüzyıl şeyhulislâmlarından Ebussuud Efendi’ye de sorulmasından anlaşılmaktadır.64
Ayrıca beratlarda ga