Değerli kardeşimiz
Cevap 1:
Günümüzdeki laiklik bütün dünyada farklı kesimlerin farklı zihniyetlerine paralellik göstermektedir. Dine karşı alerjileri olanlar bunu dine karşı kullanmak istiyorlar. Dine karşı saygılı olan kesimin de bunu bütün dinlere karşı saygılı bir fenomen olarak algılamaları normaldir.
Anayasadaki ifadelere bakılırsa devlet laiklik ilkesiyle bütün dinlere karşı aynı mesafede durmayı dinsizlere karışmadığı gibi dindarlara da karışmamayı taahhüt eden bir görünüm sergilemektedir.
Buna göre devlet laik olabilir fakat fertler laik olamaz. Çünkü bir fert söz gelimi "Ben Müslüman değilim." veya "Filan dinden değilim." dediği zaman "Ben dinsizim." demek istemiş olacaktır. Bireyler din-dinsizlik perspektifinde tarafsız olamazlar. Dini olmayanın yeri dinsizliktir. Mantık açısından bunun başka izahı yoktur. Oysa küfre razı olmak küfrün ta kendisidir.
Demek ki fertler laik olamazlar. Ya dinsiz veya dindar olurlar. Ancak bazen az da olsa devletin laiklik ilkesine taraftar olduğunu ifade etmek için "ben laikim" diyenler de çıkıyor. Yoksa bizzat bir birey olarak kendilerini hem bir dine bağlı hem de laik olarak görenlerin bu tavırlarını cehaletlerine vermek gerekir.
Devlet bir kurum olarak böyle bir prensibi benimsemişse onun da görevi hangi dine bağlı olursa olsun bütün din mensubu ve dinsiz olan vatandaşlarına karşı tarafsız olmaktır. Ve onların bu özgürlüklerine despotça yaklaşımlarda bulunmaması esastır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki laiklik yabancı kültürden bize geçmiş bir fenomendir. Kişilerin veya grupların kendi zihniyetlerine göre dinimizle çatışan veya barışan bir esnekliğe sahip olarak şekillenebilmektedir.
Cevap 2:
Doğru İslamiyeti ve İslama uygun doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama İslama uymayan bazı uygulamalar İslamiyete ve Müslümanlara zarar vermektedir.
Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.
Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine ibadet dünyasına iniyorsunuz İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.
Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!..
- Şeriat nedir ne değildir?
Şeriat: “Din” “Allah’ın emri” “İlâhî emir ve yasaklar” gibi manalara geliyor.
İnsan bir kavramı reddederken de kabul ederken de anlamını bilmeli diye düşünüyoruz. Taraftar olmak veya olmamak ayrı mesele.
En çok tartışılan kavramlardan biri de “şeriat.” Bu konuda bir çok kişinin kafası bir hayli karışık. Anlamını bilen de konuşuyor bilmeyen de.
Önce Şemseddin Sami Efendinin dilimizin en esaslı lugati olarak bilinen “Kamus”una bakalım:
Şeriat “evamir ve nevahi-yi İlahiyye ve âyet ve hadis ve icma-ı ümmet esasları üzerine müesses kanun-u İlahi” diye tarif ediliyor.
Tarifte iki unsur dikkat çekiyor. Biri şeriatın “İlahi emirler ve yasaklar” oluşu. Diğeri bu İlahi kanunların “âyet hadis ve icma” denilen temeller üzerine kurulu bulunduğu.
Ömer Nasuhi Bilmen ise “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor:
“Şeriat din lisanında Cenab-ı Hakk'ın kulları için vazetmiş olduğu dini dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat din ile müradif olup hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı hem ahkam-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet ahlak ve muamelatı ihtiva eder.”
“Şeriat umumi manasına nazaran bir peygamber-i zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahi demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince bundan kanun-u İlahi hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a Hadise İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kastedilmiş olur.”
Bu ayrıntılı tarifte şu temel noktalar ustalıkla sıralanmış:
1. Şeriatı kulları için Allah koymuştur.
2. Şeriat dini ve dünyevi hükümlerin tamamıdır.
3. Şeriat “din” kelimesiyle eşanlamlıdır.
4. Şeriat kavramının içinde imani hükümlerin yanında ahlaka ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır.
5. Genel anlamda her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir.
6. Şeriat kelimesiyle açıkça Kur'an'a Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur.
Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendinin “Hak Dini Kur'an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir:
“Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teala'nın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki din demektir.”
Bu tarifte de bazı önemli noktalar dikkati çekiyor:
1. Şeriatı Allah koymuş ve kullarını sorumlu tutmuştur.
2. Allah şeriatı kullarının ebedi hayata ve hakiki saadete ulaşması için göndermiştir.
3. Şeriat müstakim yani doğru yolun adı olup hususi hükümlerden ibarettir.
4. Şeriat din demektir.
Asrımızın büyük âlim ve mütefekkiri Bediüzzaman ise şeriatı tarif ederken şunları söylüyor:
“Şeriat ikidir. Birincisi alem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi insan-ı ekber olan alemin harekat ve sekenatını tanzim eden sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.”
Bu tanımda da önemli noktalar vardı. Şeriatı ikiye ayırarak tarif ediyor tabiat mefhumuna da açıklık getiriyordu Bediüzzaman.
1. “Küçük âlem” olan insanın fiillerini ve işlerini düzenleyen ve Allah'ın “kelam” sıfatından gelen bildiğimiz şeriat.
2. “Büyük insan” olan âemin hareketlerini ve durumlarını düzenleyen şeriat.
3. Maddi âlemdeki kanunlara “tabiat” demek yanlış. Çünkü bu kavram Allah'ı hatıra getirmiyor. Oysa bu “fıtri” kanunları koyan ve tatbik eden O'dur.
Bu izah başka bir manayı da hatırlatıyor: Kainattaki varlıklar Allah'ın “fıtri” kanunlarına isyansız itaat ettikleri için bu alem muntazam ve mükemmel. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yok. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete erecekler. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır.
Bütün bu tanımlara göre “şeriat” diyen birisi “din kuralları” demektedir. İnsan ise hür bir varlıktır.
Kabul de edebilir red de... “Dinde zorlama yoktur.”
- Şeriat nasıl yaşanır?
Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek toprağını bulacak suyuna kavuşacak güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.
İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.
Akıl O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde mârifetullaha eriyor. Dil hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.
Sevgi korku şefkat merhamet gibi hislerden göze kulağa ele ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat hakikate giden yolun ismi. Lügat manası “Su membaından su almak için girilen yol.”
Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu Yunus’umuz ne güzel özetler:
"Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat meyvesi andan içerü."
Yola girmeden menzile erişilemez. Şeriatsız hakikate erme iddiaları sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.
Tarikat nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.
Kısacası hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek. Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:
“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”
Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk yâni hakikat. Kul bu hakikate ermek için ilk olarak şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.
Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan doğrudan şeriattan hakikate geçebilir. Ama bu ermenin bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.
Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince sadece İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur. Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen gıybet etmeyen başkasının malına canına ırzına namusuna kötü nazarla bakmayan helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.
Dinin temeli şeriatın esası insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre her yıldız hava toprak su ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için tesbih için hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki manasıyla bir irade mevcut değil. Onlar Allah neyi emrederse onu işliyorlar.
İnsana gelince o hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi her organı daima tesbihte daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.
İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor neyi arzu ederse onu yiyor neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.
Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.
İşte şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.
İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya diğeri ise âhiret işleri. Ama şu var ki İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar kaideler mevcut. Kul bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş hem de dünya hayatını daha rahat daha mesut yaşamış oluyor.
Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi bu son kısım. Elbette ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış ona karşı bir vurdumduymazlık bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet o İlâhî emri o Kur’anî hükmü inkâr etmek onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek kısır bir değerlendirme yanlış bir anlayış olur.
İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor.
İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.
Bu ibadetlerin şeklinde vaktinde miktarında farklılıklar var ama ibadeti emretmeyen ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin sosyal kaideler hele devlet yönetimine dâir hükümler dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.
Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi bütün dinlerde müşterek. Bu gaye Kur’an-ı Kerim’de:
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zâriyât 51/56)
âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da İngiltere’de Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.
Bu konuda yapılan tartışmalarda muhatabı olan mümini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.
Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.
İslâm’ın temel hükümleri hangi beldede olursa olsun ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.
Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir onlara inanmak da her mümine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.
“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk ibadet âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulû'l-emirlerimiz düşünsünler.” (Bediüzzaman)
İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayri müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır.
Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın oruç tutmanın da bir mana ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.
Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece Müslim - gayrı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.
Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.
- Asrımızda Şeriat geçerli midir?
Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi niyetlerine bakmaksızın hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı ikisi de istikametten sapmış.
Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabit olur.” El dendi mi parmaklar onun lâzımıdır. Eli parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin göz yüzün gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura saadete kavuşturur.
İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile birçok kimse bunlara inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.
Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar: “Bir mü’min ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”
İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı tuzaklar kurduğu devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın yahut gıdanın değil.
Gelelim istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette İslâm’ı tam tatbik etmeyen hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor bir icraat yapıyorsa bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum.” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa işlediği hata verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler” yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i sünnet âlimleri müttefiktir.
Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet