- Evliya kalp gözü ile birçok özellik gösterirken bazı sahabeler evliyadan daha üstün olmalarına rağmen neden çok kuvvetli nefsi hareketler yapmışlardır?
- Bilindiği üzere Tasavvuf tarihi evliyaullahın birçok kalp gözü ile tetkik edip önlediği felaketler kötülükler ve keşiflerle doludur. Sahabelerin ulaşamayacağımız nefs seviyeleri bulunmakta olduğu da dile getirilmektedir.
- Çözemediğim husus şudur ki; Cemel Vakası'nda olduğu gibi dedikodularla Hz. Aişe'ye iftira atan münafıklardan o dedikodulara katılan birçok sahabe olması icap eden müslümanın bulunması Sıffin savaşında müslüman kardeşinin kanını dökmeye kılıcının kalkması ( savaşta savaşanlardan tahminimce çoğu sahabedir) Müslümanları ebedi nispette ayıracak olan münafıkların oyunların sahabe tarafından tespit edilip savuşturulmaması (sünni- şii ayrımı) Hz. Aişe ve Hz. Ali'nin gizli gizli savaşa sürüklenmesinin bu en üst düzeylerdeki sahabeler tarafından kalp gözü ile tespit edilememesi Hz. Muaviye'nin lider olabilmek için Hz. Ali'yi safdışı etme uğraşısı gibi birçok olayın hiçbirinde öğrenegeldiğimiz terbiye edilmiş nefsi yahut kalp gözü ile yapılmış tespiti göremiyoruz.
- Haşa (Utanarak söylüyorum. Lakin içimi açmaz isem çözümü tek başıma bulamıyorum) gayet hiç nefis terbiyesi yokmuş gibi normal insan tepkileri varmış gibi geliyor.
- Bu durumu açıklar mısınız?
Değerli kardeşimiz
Birçok açıdan bakılması gereken bu sorulara birkaç yönden cevap vermek gerekir.
Bu tür konulara eserlerinde cevap veren Bediüzzaman Said Nursi’den istifade ederek sorulara cevap vermeye çalışacağız:
1. Resul-i Ekrem (asm) Kendi Kendine Gaybı Bilir miydi?
“…Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'La ya'lemü'l-ğaybe ille'l-lâh' sırrınca: Kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenâbı Hak ona bildirirdi o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak hem Hakîm’dir hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor mübhem kalmasını istiyor. Çünkü; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir."
"İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musîbetler dahi perde-i gaybda kalmış. İşte hikmet-i rabbânîyye ve rahmet-i ilâhîyye böyle iktiza ettiği için Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı ziyâde hassas merhametini ziyâde rencide etmemek ve âl ve ashâbına karşı şedîd şefkatini fazla incitmemek için vefât-ı Nebevî’den sonra âl ve ashâbının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisatı umûmîyetle ve tafsilâtıyla göstermemek (1) muktezây-ı hikmet ve rahmettir."
"Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı fakat dehşetli bir surette değil ona ta’lim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel kısmen tafsîl ile bildirmiş. O da haber vermiş. O’nun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkta çalışan ve 'Ve men kezebe 'aleyye müte'ammiden fe'l- yetebevve' mak 'adehû mine'n- nâri' hadisindeki tehdidden şiddetle korkan ve 'Ve men azlemü mimmen kezebe 'ale'l-âhi" ayetindeki şiddetli tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.”(2)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Lâ ya'lemü'l-ğaybe ille'l-lâh' sırrınca: Kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi o da bildirirdi.” Sahabeler ve evliyalar da kendi kendilerine gaybı bilmez. Aynı kural onlar için de geçerlidir... Ayrıca Cenab-ı Hakkın hakîm ve rahîm olması çoğu hadiselerin gizli kalmasını gerektirir.
2.“Cenâb-ı Hak hem hakîmdir hem rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor mübhem kalmasını istiyor.”
3. Şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda kalmıştır.
4. “İşte hikmet-i rabbânîyye ve rahmet-i ilâhîyye böyle iktiza ettiği için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı ziyâde hassas merhametini ziyâde rencide etmemek ve âl ve ashâbına karşı şedîd şefkatini fazla incitmemek için vefât-ı nebevî’den sonra âl ve ashâbının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisatı umûmiyetle ve tafsilâtiyle göstermemek muktezây-ı hikmet ve rahmettir.”
5. Fakat Cenab-ı Hak “bazı hikmetler için mühim hâdisatı -fakat dehşetli bir sûrette değil- ona ta’lim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel kısmen tafsîl ile bildirmiş. O da haber vermiş”tir.
6. Bu açıklamalar içinde doğrudan sahabeleri ilgilendiren önemli bir konu da vardır: Hz. Peygamber (asm)’in haberlerini de “en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkta” çalışan hadis uydurmadaki tehditlerden korkan muhaddisîn-i kâmilîn bize haber vermişlerdir. Hadis uydurmanın tehlikesine yukarıda geçtiği üzere ayet ve hadislerle işaret edilmiştir. Burada sahabenin en yüksek derece-i takvada hem yüksek adalet ve sıdk vasfında olduğundan söz edilir.(3)
2. Ashâb-ı Kiram ve Ehl-i Velâyet de Kendi Kendine Gaybı Bilmez
Hz. Peygamber (asm)’in kendi kendine gaybı bilmemesi hakikati; Sahabeler ve ehl-i velâyet için de geçerlidir. Bediüzzaman “Kastamonu Lâhikası” adlı eserinde Ashâb-ı Kiramın ihtilafları ile ilgili olarak bu konuya bir mektubunda şöyle temas eder:
"Aziz sıdık müstakim kardeşlerim! Gayet ciddi bir ihtar ile bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: ‘Lâ ya‘lemu’l- ğaybe illellâh’ sırrıyla ehl-i velâyet gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi hasmının hakiki halini bilmedikleri için haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mâbeynindeki muharebe gösteriyor."
"Demek; iki veli iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola…”(4)
Aşere-i Mübeşşere arasındaki muharebeden kasıt Cemel savaşıdır.
3. Sahabeler Nazar-ı Velâyetle Müfsitleri Neden Keşfedemediler?
Bir sual ve cevapla Bediüzzaman konuya şöyle temas eder:
“Aziz kardeşim!
Senin birinci sualin ki: Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsidleri neden keşfedemediler? Tâ Hulafây-ı Râşidîn’in üçünün şahâdetini netice verdi. Hâlbuki küçük Sahabelere büyük velilerden daha büyük deniliyor?
El-Cevap: Bunda iki makam var.
Birinci Makam: Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:
"Sahabelerin velâyeti velâyet-i kübrâ(5) denilen veraset-i nübüvvetten gelen berzah tarikına uğramayarak doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrabiyet-i İlâhîyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki o velâyet yolu gayet kısa olduğu halde gâyet yüksektir. Hârikaları az fakat meziyyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyânın kerâmetleri ise ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden ikram-ı İlâhî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerâmetlerin ekserisi de seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise sohbet-i nübüvvetin in’ikasiyle ve incizâbıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk dâire-i azîminin tayyına mecbûr değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zâhirden hakîkata geçebilirler. Meselâ: Nasılki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var"
"Biri: Bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise ehl-i sülûkün mesleğidir ki ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider."
"İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip dün geceki leyle-i kadr’i öbür gün leyle-i îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mâzî ve müstakbel olan vakitler ona nisbeten hazır hükmündedir."
"İşte bu temsile göre dün geceki leyle-i kadr’e geçmek için mertebe-i ruha çıkıp mâzîyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gâmızın esası akrabiyet-i İlâhîyenin inkişâfıdır. Meselâ: Güneş bize yakındır; çünkü ziyası harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nurâniyet noktasında onun akrabiyetini hissetsek âyinemizdeki misalî olan timsâline münâsebetimizi anlasak o vasıta ile onu tanısak; ziyası harareti hey’eti ne olduğunu bilsek onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münâsebetdar oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbûr oluruz ki; kavânin-i fenniye ile fikren semavâta çıkıp semâdaki Güneşi tasavvur ederek sonra mâhiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb’ayı uzun uzadıya tedkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i ma’nevîyeyi ancak elde edebiliriz."
"İşte şu temsil gibi nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i sâire ise ekseri kurbiyet esası üzerine gider. Birçok merâtibde seyr ü sülûke mecbûr olur."(6)
"İkinci Makam:"
"O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki onları keşfetmekle fesâdın önü alınsın. Çünkü: Pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle birbirine zıd ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bâhusus bazıların gurur-u millîleri Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini ibtâl edilmiş hem medâr-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İntikamını bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almağa hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münâfıklar o halet-i içtimâiyeden istifade ettiler denilmiş."
"Demek o hâdisatın önünü almak o vakitteki hayat-ı içtimâiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.” (7)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. Burada Hz. Ömer Hz. Osman ve Hz. Ali dönemini ilgilendiren ve bu üçünün şahadetine sebep olan müfsitlerin neden sahabelerce keşfedilemediği sorusunun cevabı aranmaktadır.
Sahabeler bu kadar büyükse ve velâyet-i kübra/en büyük velayet sahibi ise neden kerametleriyle kendilerini şehit edecek kimseleri keşfedemediler ve bunlara mani olmadılar?
2. Bediüzzaman’ın sözleri işaret ediyor ki; adı geçen halifeler Hulafây-ı Râşidîn’dirler yani Peygamber’in râşid halefleridirler bu açıdan evliyadandırlar. Her üçü de mümin olduklarından şehit olarak vefat etmişlerdir. Bu yüzden onlar hakkında bazılarının yaptıkları gibi farklı iftiralar atmak yersizdir ve büyük hata ve yanlıştır. Onlar zâlim fâsık gâsıp ve kötü müminler ve yöneticiler değillerdir. Öncelikle “Hulafây-ı Râşidîn” tavsifi bunu gösterir. Raşit kısaca; hak dini kabul eden hak yolunda yürüyen ve hakka erişmiş rüşde ermiş kâmil ve olgunlukta en ileriye vasıl kimseler manalarına gelir.(8)
3. Bu konuda dakîk bir sırr-ı velâyetin beyanı kurbiyet ve akrabiyet konusunun açıklanması ve velâyet-i kübrâ meselesinin izahı ve özellikleri ile soru cevaplandırılır.
Evet “Sahabelerin velâyeti velâyet-i kübrâ denilen veraset-i nübüvvetten gelen berzah tarikına uğramayarak doğrudan doğruya zahirden hakikate geçip akrabiyet-i İlâhîyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki o velâyet yolu gayet kısa olduğu halde gâyet yüksektir. Harikaları az fakat meziyyâtı çoktur. Keşif ve kerâmet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de seyr ü sülûk zamanında tarîkat berzahından geçtikleri vakit âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise sohbet-i nübüvvetin in’ikâsiyle ve incizâbiyle ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk dâire-i azîminin tayyına mecbûr değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikate geçebilirler.”
Kurbiyet ve akrabiyet konusunun anlaşılmasında güneş misali iyi kavranırsa konunun anlaşılması kolaylaşır. (9)
4. Ayrıca burada veraset-i nübüvvetten gelen velâyet-i kübrâdan söz edilmektedir. Yani sahabelerin Hz. Peygamber’in büyük vereseleri/dinde büyük varisleri olan kimseler olduğuna da işaret edilmektedir. Yani onlar Hz. Peygamberden aldıkları din ve ilim mirasında daha çok pay sahibidirler. Nasıl maddî mirasta ölüye daha yakın olanlar akrabalıklarının yakınlığı derecesinde daha çok miras alıyorlarsa sahabeler de ona dinde ve dine hizmette en yakın kimseler olduklarından diğer müminlerden daha çok miras almaktadırlar.
5. Hem velâyet-i kübrâda “keşif ve keramet orada az görünür.” Bu açıdan da sorulan sorunun cevabı aranmalıdır.
6. Hem sahabeler güneşin zatı gibi tesirli ve feyizli olan “sohbet-i nübüvvet güneşinin in’ikâsiyle ve incizâbiyle ve iksiriyle bu velâyet-i kübrâya nail olmuşlardır. Bir kademde bir adımda ve bir sohbette yani az zamandaki bir beraberlikte zahirden hakikate geçebilmişlerdir. Burada güneşin zatından alınan feyiz ve tesirle güneşin aynalardaki aksinden aynaların kabiliyeti miktarınca alınan feyzin bir olmadığı hatırlanmalıdır.(10)
Burada ayrıca nübüvvet iksiri ve risalet güneşinin büyük cezbe ve incizabından da söz edilmektedir.
7. Diğer yandan üç raşit halifenin fitnelerde şehit olmasına bir başka açıdan da bakılmalıdır.
Evet “O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudi’den ibaret değildir ki onları keşfetmekle fesâdın önü alınsın. Çünkü: Pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyet’e girmeleriyle birbirine zıd ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bâhusus bazıların gurur-u millîleri Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini ibtâl edilmiş hem medâr-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İntikamını bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiye’den almağa hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar o halet-i içtimâiyeden istifade ettiler denilmiş.”
Yukarıdaki satırlarda karışıklık ve fesadın üç önemli sebebine temas edilir:
a) Fesada sebep olanlar sadece birkaç Yahudi değildir. Burada Hz. Osman’ın şahadetine sebep olan olaya işaret vardır.
b) O zamanda muhtelif milletlerin İslam’a girmesiyle “birbirine zıd ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr” yani İslam âlemini etkileyen muhtelif fikir ve cereyanlar söz konusudur.
c) Burada Hz. Ömer düşmanlığı ve muhalefetinin İranlılardaki perdeli ve örtülü olan gerçek sebebine temas edilir. Onların “gurur-u millîleri Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli” yaralanmıştır seciyeten intikama fırsat beklemektedirler. Çünkü onların hem eski dini ibtâl edilmiş hem “medâr-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrib edilmiş”tir. Böyle bir sosyolojik zeminde onlar intikamlarını “bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiye’den almağa hissen taraftar bir suret almış” haldedirler. Hz. Ömer zamanında yapılan fetihler hatırlanırsa bu durumun varlığı anlaşılır.
4. “Yâ Sâriyetu el- Cebele el-Cebele!” Sözü ve Kâtil Fîrûz Konusu
“Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber üstünde bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına: "Yâ sâriytü el- cebele el-cebele" deyip Sâriye’ye işittirip sevkü’l- ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde neden yanındaki kâtili Fîruz’u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?"
"El-Cevap: Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz. (Hâşiye) Yâni: Hazret-i Yâkub’dan sorulmuş ki: ‘Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?’ Cevaben demiş ki: ‘Bizim hâlimiz şimşekler gibidir; bazen görünür bazen saklanır. Bazı vakit olur ki en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.’"
"Elhasıl: İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de fakat "ve mâ teşâûne illâ en yeşâ allâhu" sırrınca meşîet-i İlâhîye asıldır ve kader hâkimdir. Meşîet-i İlâhîyye meşîet-i insaniyeyi geri verir. (...) "izâ câe'l-kaderu 'umiye'l- basaru" hükmünü icra eder. Kader söylese; iktidar-ı beşer konuşmaz ihtiyar-ı cüz’î susar.”(11)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. Hz. Ömer dönemi İslam komutanlarından Sâriye b. Zenim olayı ve bununla ilgili keramet Hz. Ömer halife iken bir Cuma günü minberde hutbe sırasında gerçekleşmiştir. Sâriye b. Zemin (r.a.) o sırada İran topraklarında savaşmaktaydı.
2. “Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber üstünde bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına: "Yâ sâriytü el- cebele el-cebele" deyip Sâriye’ye işittirip sevkü’l- ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu” göstermiştir. Burada tayy-ı mekânla Sariye’ye bir aylık mesafede sesi işittirme Hz. Ömer’in savaş stratejisinde üstünlüğü ve harika kumandanlığı ve velayetinde ne derece keskin nazarlı oluşu gibi noktalara temas edilir. Hz. Ömer’in bu kerameti tarih ve kelam kitaplarında sahabenin kerametine delil olarak gösterilir.(12)
3. Hz. Ömer o sırada halifedir Medine’de bütün müminlere ve Sahabelere Cuma namazı kıldırdığı gibi Mescid-i Nebevi’de onun arkasında namaz kılmak üzere orada olan Hz. Ali de onun Sâriye ile ilgili sözlerini duymuş ve bir soru üzerine bu sözlerin boş çıkmayacağını da dile getirmiştir.(13)
4. Burada da açıklandığı üzere hâdise; Hz. Ömer’in imanına takvasına veliliğine büyük rütbeli bir mümin olduğuna ve açıkça keramet gösterdiğine delildir.(14)
Ayrıca ashâb-ı kiramın kerametlerinin de bir örneğidir. Devlet başkanı ve başkumandan olan Hz. Ömerü’l- Faruk Hz. Sâriye’nin zaferine sebep olmuştur.
5. Peki “Neden yanındaki kâtili Fîruz’u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?” Bediüzzaman bunu sahabelere karşı suizannı engelleme (15) onlar hakkında sevgilerin yara almaması gibi noktaları nazara alarak Hz. Yakup (a.s) örneği ile açıklamaktadır. Bir de şöyle düşünelim. Hz. Ömer'in Fîruz vasıtasıyla şehit olacağı mukadderse fakat öldürmeye teşebbüs edeceği vakti ve saatiyle Hz. Ömer'e bildirilse o da tedbir alsa katili olacak Fîruz tarafından nasıl öldürülebilecek ve şehit olacaktır?
6. Hem “insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de fakat "ve mâ teşâûne illâ en yeşâ allâhu" sırrınca meşîet-i İlâhîye asıldır ve kader hâkimdir. Meşîet-i İlâhîyye meşîet-i insaniyeyi geri verir.” İnsan kendi kendine gaybı bilmediği gibi Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak izin vermezse ve istemezse keramet de gösteremez. Zira kerametler insanlar vesilesi ile gösterilse de Allah tarafından yaratılırlar ve onun yaratması ve meşîetiyle gösterilebilirler.
5. Sahabelerde Hata ve Hilaf Konusu - Ashâb-ı Kiramın Adaleti ve Sıdkı
“Eğer desen: ‘Sahabeler de insandırlar; hatadan hilâftan hâlî olmazlar. Hâlbuki içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatın medârı sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki hattâ ümmet ’Sahabeler umumen âdildirler doğru söylerler’ diye ittifak etmişler.’
"El-Cevap: Evet Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık sıdka müştak adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzabın derekesinden âlây-ı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi Muhammedü’l- Emîn aleyhissalâtü vesselâmı âlây-ı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur."
"İşte hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziyâ-i sohbetiyle nurlanan Sahabeler o derece çirkin ve sukûta sebep ve Müseylime’nin maskaraâlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi’rac-ı suûd ve terakkî ve fahr-i risâletin hazîne-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimâât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka-ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde elbette ellerinden geldiği kadar tâlip ve muvâfık ve âşık olmaları katîdir zarûrîdir şüphesizdir."
"Hâlbuki şu zamanda kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey en güzel şeylerle beraber bir dükkânda bir fiyatla satılsa elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.”(16)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. Evet “Sahabeler de insandırlar; hatadan hilâftan hâlî olmazlar.” Asr-ı saadette az da olsa sahabelerin işledikleri bazı günahlar ve bunlara verilen had cezaları da bunu isbat eder.(17)
2. “İçtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatın medârı ahabelerin adaleti ve sıdkıdır.” Onlar adaletli ve sıdk sahibi kabul edilmezse onlarla bize ulaşan Kur’an ayetlerinin sünnetin İslam’ın hükümlerinin yanlışlığı söz konusu olur.
3. “Ümmet; Ehl-i Sünnet ‘Sahabeler umumen âdildirler doğru söylerler’ diye ittifak etmişler’dir.(18)
4. Evet “Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık sıdka müştak adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki ortalarındaki mesafe Arştan Ferşe kadar açılmış esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzabın derekesinden âlây-ı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.” Buradaki “ekseriyet-i mutlaka itibarıyla” kaydı ve tabiri dikkat çekicidir. Hem sahabelerin bu durumunun açıklamasında kizbin bütün çirkinliği ve sıdkın bütün güzelliği ile ortaya çıkması hususu da orijinal bir tesbittir.
5. “Hâlbuki şu zamanda kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa tercih ediliyor.” En çirkin şey en güzel şeylerle beraber bir dükkânda bir fiyatla” satılıyor. Bu açıdan “pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimat edip körü körüne alınmaz.” Burada satıcı ve dükkân sahibi bu zaman âlimleridir bunların marifetine ve sözlerine itimatta dikkatli olmalı ve körü körüne onlardan alışveriş etmemelidir. Zira aynı dükkânda ve aynı fiyatla en çirkin ve değersiz şeylerle en güzel şeyler birlikte satılmaktadır.
6. Sahabeler İçinde Fitnelerle Mühim Kusurlar Oldu mu?
Fetih suresinin son ayeti sonundaki “ihbarda(19) hafî bir îmâ daha var ki: Sahabeyi tavsifât-ı mühimme ile sena ederken en büyük bir mükâfatın va’di makamca lâzım geldiği halde "Mağfiraten" kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak.
Çünkü mağfiret kusurun vukuuna delâlet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlûb ve en yüksek ihsan “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücazat etmemektir. "Mağfiraten" kelimesi nasıl bu lâtif îmâyı gösteriyor. Öyle de Surenin başındaki "li yağfiraleke'l-lâhu mâ tekaddeme min zenbike vemâ teahhra" cümlesiyle münâsebetdardır. Surenin başı hakiki günahlardan mağfiret değil; çünkü: İsmet var günah yok. Belki Makam-ı Nübüvvete lâyık bir mânâ ile Peygamber’e müjde-i mağfiret ve ahirinde sahabelere mağfiret ile müjde etmekle o îmâya bir letâfet daha katar.(20)
İşte âhir-i Feth’in mezkûr üç âyeti (21) on vücûh-u i’câzından yalnız ihbâr-ı gaybî vechinin çok vücûhundan yalnız yedi vechini bahsettik. Cüz-ü ihtiyarî ve kadere dâir Yirmi Altıncı Söz’ün ahirinde şu âhirki âyetin hurufâtının vaziyetindeki mühim bir lem’a-i i’câza işâret edilmiştir. Bu âhirki âyet cümleleriyle Sahabeye baktığı gibi kayıdlarıyla dahi yine sahabenin ahvâline bakıyor. Ve elfâzıyla Sahabenin evsâfını ifade ettikleri gibi hurufâtıyla ve o âyetteki hurufâtın tekerrürü adediyle yine Ashâb-ı Bedir Uhud Huneyn Suffe Rıdvan gibi tabakât-ı meşhûre-i Sahabede bulunan zâtlara işâret ettikleri gibi ilm-i cifrin bir nev’i ve bir anahtarı olan tevâfuk cihetiyle ve ebced hesabiyle daha çok esrarı ifade ediyor. (...)
Sûre-i Fethin âhirindeki Âyetin ma’nay-ı işarîsiyle verdiği ihbâr-ı gaybî münasebetiyle gelecek ayette aynı haber aynı ma’nây-ı işarî ile verdiği münasebetle bir nebze ondan bahsedilecek.” (22)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. Fetih suresinin son ayeti “Sahabeyi tavsîfât-ı mühimme ile (yani önemli vasıflarla) sena ederken en büyük bir mükâfatın va’di makamca lâzım geldiği halde kelimesiyle işâret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak”tır.
2. Demek sahabeler de insan olmaları ve peygamberler gibi masum olmamalarından onların rütbeleri makamları ve sevapları büyük de olsa büyük- küçük hataları ve kusurları olabilir. Bediüzzaman “mağfiraten” kelimesindeki bir îmâdan bunu istihraç etmektedir.
3. “Çünkü mağfiret kusurun vukuuna delâlet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlûb ve en yüksek ihsan “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücâzât etmemektir.” mağfiraten”kelimesi bu lâtif îmâyı gösterir.
4. Bediüzzaman’a göre surenin sonundaki “mağfiret” kelimesi “sûrenin başındaki li yağfiraleke'l-lâhu mâ tekaddeme min zenbike vemâ teahhra"cümlesiyle münâsebetdardır. Surenin başı hakiki günahlardan mağfiret değil; çünkü: (Rasulullah’ta) ismet var günah yok. Belki Makam-ı Nübüvvete lâyık bir mânâ ile Peygamber’e müjde-i mağfiret ve ahirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle o imaya bir letafet daha katar.”
7. Bir Tek Seyyie ile bütün Hasenâtı Örtmek Doğru mu?
İyi mümin insanların ve Sahabelerin hata ve kusurları konusunda âdil ve insaflı olmak gerekir. Bu konuda Bediüzzman’ın Lem’alar kitabında dikkat çeken bir kısım vardır. Orada üstad Nursi sadece sahabeler konusunda değil bütün müminler konusunda yapılan büyük bir yanlıştan şöyle söz eder:
“İnsanın hayât-ı ictimâiyesini ifsad eden bir desîse-i şeytâniye şudur ki:Bir müminin bir tek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar mümine adavet ederler. Hâlbuki: Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mîzan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman hasenâtı seyyiâta galibiyeti mağlubiyeti noktasında hükmeyler."
"Hem seyyiâtın esbâbı çok ve vücudları kolay olduğundan bazen bir tek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek bu dünyada o adâlet-i ilahiyye noktasında muamele gerektir."
"Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyyeten veya keyfiyeten ziyade gelse o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır. Belki kıymetdar bir hasene ile çok seyyiâtına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır."
"Halbuki; insan fıtratındaki zulüm damarıyla şeytanın telkiniyle bir zatın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur mümin kardeşine adavet eder günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setr eder göstermez. Öyle de: insan garaz damarıyla sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter unutur mümin kardeşine adavet eder insanların hayat-ı ictimaiyesinde bir fesad aleti olur…” (23)
Bu konuda dikkat çekenler:
1. Bir seyyie ile bütün hasenâtı örtmek; insanların hayât-ı ictimaiyesini ifsad eden bir desîse-i şeytaniyedir. Yani bunu yapan insan şeytanın desisesine uymakta ve bu yanlışı işlemektedir.
2. Şeytanın bu desisesini dinleyen insanlar bu değerlendirmelerinde âdil değil insafsızdır bu yanlışları yüzünden müminlere ve ashâb-ı kirama sevgileri sona erdiği gibi ardından onlara adavet ederler.
3. Hâlbuki Cenâb-ı Hak haşirde adâlet-i mutlaka ile mîzan-ı ekberde amelleri tarttığı zaman hasenâtın seyyiâta galibiyetini ve mağlubiyetini nazara alır ve bu noktada hükmünü verir. Dünyada da hatalar konusunda bu adalet ölçüsü esas alınmalıdır.
4. Diğer yandan seyyiâtın esbâbı çoktur ve onları işlemek ve vücudları kolay olduğundan bazen Allah -celle celâluhû- kulun bir hasenesi ile çok seyyiâtını örter.
5. “İnsan fıtratındaki zulüm damarıyla şeytanın telkiniyle bir zatın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur mümin kardeşine adavet eder günahlara girer.” Fıtrattaki zulüm damarı ve şeytanın telkini insana bu büyük hatayı işletmekte İnsanın bir hatasıyla yüz hasenâtını unutturmakta ve o mümine sevgi yerine adavet ettirmektedir.
6. “Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder göstermez. Öyle de: insan garaz damarıyla sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter unutur mümin kardeşine adavet eder insanların hayat-ı ictimâiyesinde bir fesad aleti olur…”
7. Sahabelerden ve onların kusurlarından söz edilirken de; genelde insafsızlık ve zulüm damarıyla; ashâb-ı kirâmın dağ gibi iyilikleri bir hata ile örtülebilmekte ve bu konuda şeytanın desisesi dinlenmekle sahabelere karşı sevgi zedelendiği gibi onlara karşı adavet virüsleri müessir olmaya başlamaktadır. Oysa bizden önce geçen sahabelere ve müminlere tavrımızı belirleyen bir ayette bizden önce geçenlere hatalarından dolayı “istiğfar” emredilmektedir. (24)
8. Hz. Ali Dönemindeki Dâhilî Muharebeler–Adâlet-i Mahzâ ve Adâlet-i İzâfiyye
“İkinci Suâlinizin Meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanınd