Değerli kardeşimiz
Şuur Arapça bir kelime olup “Ş-A-R” kökünden gelir. Görünen ve bilinen mânâsınadır. İnsanın ve hayvanın bedenindeki kıllara "şa'r" denilir çoğulu "eş'ar"dır.
İnce duygu anlayış ve bilgi sahibi olduklarından dolayı insanlardan bazılarına şair denilmiştir. Şair; "şuur sahibi" mânâsınadır. Bundan dolayı şiire "ince duygu ve ilim" adı verilir. Daha sonra vezinli ifadeler için isim olmuştur. (bk. Rağıb Ş-A-R maddesi)
Kur’an-ı Kerim'de akıl gibi şuur kelimesi kullanılmamıştır. Bunun yerine bu kökten gelen fiiller kullanılmıştır. Çünkü akıl iki şeyi bağlamak anlamına gelir. İki şey arasında sentez yapmak bir eylem olduğu için fiil kipinin kullanılmasını gerektirir.
Mesela; Yahudi ve Hristiyanlardan her bir grup Hz. İbrahim (as)’in kendilerinden olduğunu iddia ediyorlardı. Allah aşağıdaki ayeti indirerek bu iddialarını çürütmüş ve onları akılsızlıkla itham etmiştir. (bk. Taberî Al-i İmran 65. ayetin tefsiri).
“Ey Kitap ehli! Niçin İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Buna da mı akıl erdiremiyorsunuz?” (Al-i İmran 3/65)
Bu son cümleyi akıl kelimesinin sözlük anlamını göz önünde bulundurarak şöyle tercüme edebiliriz:
“Siz bir önceki hadise ile bir sonraki hadiseyi farklı zaman kategorisine göre değerlendirip ona göre aralarında var olan zıtlık ilkesi ile imkânsızlık ilkesini bir sentez halinde birleştirip bir sonuç çıkaramıyor musunuz?”
Şuur için de bir misal olarak şu ayetin mealini gösterebiliriz:
“Onlara/münafıklara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın.’ dendiği zaman; ‘Biz ancak ıslah edici kimseleriz.’ derler. İyi bilinsin ki; onlar fesatçıların ta kendileridir; fakat bunun şuurunda / bilincinde / farkında değillerdir.” (Bakara 2/12-13)
Yani bunlar yaptıklarının sunucunu kestiremiyorlar. Heva ve heveslerine uygun gelen şeyleri olumlu şeyler olarak görüyorlar. İşin nereye varacağını ince elekten geçirerek tartan bir bilince sahip değiller. Bu ince tartıları olmadığı için bakırı altın kömürü elmas sanıyorlar.
Şuur kavramını iki çeşit olarak algılamak mümkündür:
Birincisi: Akıl ve tasavvur sahasında cereyan eden konularda elde edilen şuur ki içe ait bilincin kavrayışın ilk kıvılcımıdır. (bk. Yazır III/204-205)
İkincisi: Beş duyu organı vasıtasıyla elde edilen şuur ki ilmin ilk merhalesidir. Ve şuur denilince ilk gelen budur. “Şeair-i İslamiye” olarak ifade edilen hususlar bu konuda mütalaa edilir. Söz gelimi yabancı bir ülkede bir minare bir mescit gördüğünüzde orada Müslümanların bulunduğuna intikal etmeniz; şu şeairden bu şuura varmanız bu çeşit şuura bir misal olabilir.
Bu anlamdaki şuur açık duygu ile hissetmektir. Yani şu anda his halinde olan ve henüz hafızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir ki dalgınlığın zıddıdır ve bir bakıma ilmin en zayıf mertebesidir. (bk. H. Yazır I/203)
Kısaca içe ait olsun dışa ait olsun her duygunun bir duyum yönü bir de özel duygu yönü vardır. İkisine de his edinilir. Fakat ilmîlik ve idrak asıl duyum değeri olandadır. Ve şuur daha çok bunun adıdır. (Yazır III/205)
İbn Arabî’ye göre Allah’ın lütfedip açtığı bir manevî kapının arkasında nelerin olduğunu özet halinde bildirmesi şuurdur. Detaylı bir şekilde bildirmesi ise ilimdir.
Mesela “Kendini/nefsini bilen Rabbini bilir.” prensibi çerçevesinde konuya bakarsak şunları söyleyebiliriz:
“Benim varlığım Allah’ın varlığına şahittir. Çünkü bir harf yazarsız bir iğne ustasız olmadığına göre benim de mutlaka bir Rabbim yaratıcım vardır.”
İşte varlığımın arkasında Rabbimin varlığını özet halde idrak etmem bir şuurdur. Şuur bir işin arka planını okumak -deyim yerindeyse- kapalı kapıların arkasında cereyan eden bazı şeylerin farkına varmaktır onları sezmektir. İlim ise kapının açılmasından sonra açıkça görülen manzara karşısında oluşan bilgidir.
İbn Arabî’nin ifade ettiği gibi; kapalı bir sandığın veya kapısı kapalı bir odanın içinde hissettiğimiz bir hareket veya bir nefes alıp verme gibi bir sinyalle orada -türünün ne olduğunu bilmediğimiz- bir canlının varlığını algılamamız veya sandığın ağırlığından dolayı içinde bir şeylerin olduğunu hissetmemiz şuur için bir misal teşkil etmektedir. Söz konusu sandık veya odanın içini görerek oradaki canlıyı bütün detaylarıyla görüp anlamak ise ilim için bir misal teşkil etmektedir. (bk. Futuhat III/514)
Bu hikmet içindir ki Allah:
“Biz ona şiir öğretmedik ve bu ona yakışmaz da.” (Yasin 36/69)
diye buyurmuştur. Çünkü şuurla ilintili olan şiirde konular ancak kapalı kapıların arkasından kavranmaya çalışılır. Bu ise peygamberlik makamına yakışmayan cılız bir bilgidir. Oysa Hz. Peygamber (a.s.m)’e öğretilenler net açık ve semavî kapıların ardına kadar açık olduğu bir zeminde gerçekleşmiştir.
“O /Ona öğretilenler ancak bir zikir ve hak ile batılı birbirinden ayıran her şeyi açıklayan açık bir Kur’andır.”
mealindeki ayetin son cümlesi bu gerçeğe/kesin ilme işaret etmektedir. (bk. Futuhat- ı Mekkiye III/458)
Akıl ve ilimle ilintili olan kapsamlı bir şuur -bildiğimiz kadarıyla- yalnız cinlerde meleklerde ruhanilerde ve insanlarda bulunan bir özelliktir. (bk. Şualar On Beşinci Şua s.645) Yoksa hususi anlamda bir feraset bir önsezi bir sezgi manasında diğer canlılarda da bulunur. İşlerini korunmalarını nesillerini devam ettirmelerini bu şuur sayesinde gerçekleştiriyorlar. Bal arsının ipek böceğinin bu maharetini başka neyle izah edebiliriz! Ancak bu yol gösterici mekanizma hayvanlarda şuur değil saika/sevk eden ve şaika/teşvik eden his olarak adlandırılmaktadır. (bk. Sözler Yirmi Dokuzuncu Söz s.506)
Sonuç olarak diyebiliriz ki;
Şuur: Bir şeyin farkında olma hâlidir. Şuur: Aklın ziyası kalbin nurudur. Şuur: Kâinatı aydınlatan yüce Allah’ın Nur isminin bir yansımasıdır. Şuur: Allah’ın nuru ile bakıp gören ferasetin gözbebeğidir. Hadis-i şerifte yer alan
“Müminin firasetinden çekinin çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi tefsiru sureti 15 6)
ifadesi imandan gelen bir şuurun bir ferasetin ne denli şeffaf olduğuna işaret etmektedir.
"Evet nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de Hz. Muhammed (a.s.m)’in maddî ve mânevî hayatı kâinatın hayatı ve ruhundan süzülmüş hülâsanın hülâsasıdır. Ve Hz. Muhammed (a.s.m)’in risaleti kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Hatta denilebilir ki Hz. Muhammed (a.s.m)’in maddî ve mânevî hayatı ortaya koyduğu eserlerinin şahadetiyle kâinat hayatının hayatıdır."
"Hz. Muhammed (a.s.m)’in risaleti ise kâinat şuurunun şuurudur ve nurudur. Kur'ân vahyi ise dinamik ve canlı hakikatlerinin şehadetiyle kâinat hayatının ruhudur ve kâinat şuurunun aklıdır."
"Bu gerçekler gösteriyor ki eğer kâinattan Hz. Muhammed (a.s.m)’in risaletinin nuru çıksa gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını aklını kaybedecek belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye/gezegene çarpacak bir kıyameti koparacaktır." (bk. Lem'alar Otuzuncu Lem'a s.336)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet