Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Aşere-i mübeşşere (sahabeler) arasındaki savaşların çıkış sebepleri nelerdir?..

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:17    Güncellendi: 31.01.2025 23:17
Cevap

Değerli kardeşimiz

Hz. Osman (ra)'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıkî idi. Hz. Osman'ın şahadetiyle İbn-i Sebe davasında büyük bir merhale kat'etmiş oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm'ın fütûhat ve tebliğ devri kapandı bir duraklama ve çekişme devri başladı.

Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (r.a) Emevî Hz. Ali (ra) ise Haşimî olduğu için Hz. Osman'ı Hz. Ali'nin öldürttüğünü ve O'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. İbn-i Sebe bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.

Bu maksatla Mısır'dan gelen kafileden Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye:

"Malûmunuz olduğu üzere bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz "

dediler. Hz. Ali (r.a) bu teklifi reddederek onları evinden kovdu.

Hz. Ali'den (r.a) böyle bir cevap alınması üzerine Küfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr'e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.

İbn-i Sebe onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıkî'ye şu talimatı verdi:

"Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz...."

Gafıki başkanlığındaki âsiler bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara:

"En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız Ali Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz "

dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı Hz. Ali'nin (r.a) huzuruna çıkarak O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi hiç istemediği halde kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a) Hz. Ali'ye (r.a) giderek O'ndan kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman (ra)'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben:

"Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir..." dedi.

Hz. Ali (r.a) suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise şu fikirdeydiler:

"Fitne büyümüş devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble âsiler hemen cezalandırılmalıdır."

Hz. Ali (r.a) Kur'an'ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ” nassından hareket ile "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görüşünü ileri sürerek onların bu fikrine katılmadı.

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) Hz. Ali'nin görüşünü öğrendikten sonra Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke'de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali de (r.a) Hz. Âişe Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (r.a) Basra'ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma bölünme olmaması için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde bir elçisini Hz. Âişe Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e göndererek onlara tefrikanın fenalığını birlik ve beraberliğin önemini her şeyin sulh yoluyla daha iyi hall olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince Hz. Aişe Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in yanına giderek onlara Hz. Ali'nin görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu sükûnet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını bunun da İslâm'a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: "Eğer Ali bu fikirde ise aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır." dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe taraftarlarını toplayarak onlara:

"Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz."

dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha'nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): "Ne var ne oluyor?" diye sorduklarında İbn-i Sebe'nin adamları "Hz. Ali'nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı " dediler.

Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): "Anlaşıldı Hz. Ali harbi kesmekte samimî değilmiş." dediler. Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine İbn-i Sebe'nin adamları: "Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük." dediler. Hz. Ali de: "Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler." dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak'ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat'etmiş oluyordu.

Soru: Müslümanların sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

Cevap: "İsmet" yani "ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma" sıfatı ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız kusursuz olmak ancak onlara hâstır. Sahabeler bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan âzâde oldukları söylenemez. Ancak şu var ki herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslâm dairesinden çıkmadığı gibi bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Dört hak mezhebin bütün müçtehitleri sahabe-i kirâm arasında geçen ayrılıkları şöyle değerlendirmişlerdir:

"Sahabe-i kirâmın her biri kendi başına birer müçtehittir. Kur'an ve hadiste açıkça beyan edilmeyen konularda içtihat yapma en evvel onların hakkıdır. Fıkıh biliminin yönteminde kesinleşmiş bir kuraldır ki bir kimsede içtihat rütbesi varsa o kimse başkasının içtihadına uymaya mecbur değildir. Ashap arasında çıkan muhalefetler münakaşa ve muharebeler içtihat farklılığından doğmuştur. Hâşâ nefsanî arzuların isteklerin bu ayrılıklarda payı yoktur. Çünkü onlar sohbet-i nebevi ile kin adavet düşmanlık gibi kötü sıfatlardan arınmışlardır. Nefisleri böyle süfli şeylerden temizlenip pâk olmuş ulviyet kazanmıştır."

Evet sahabe-i kirâmın her biri İslâm dininin tesisinde birer müçtehittir. Bilindiği gibi içtihat eden bir kimse yaptığı içtihatta isabet ederse iki sevap kazanır; isabet edemediği takdirde içtihat etmesine mükâfat olarak bir sevap alır. Canlarıyla başlarıyla her şeyleriyle İslâm'a mâl olan O'nun yüceltilip yayılmasından başka bir gayeleri olmayan o seçkin insanların içtihatları da yine İslâm'ın yüceltilip yükseltilmesi içindir. Bu aşk bu azim onlarda o derece ileri gitmişti ki Uhud Muharebesi'nde Peygamber Efendimize (asm) zıt görüş bildirmekten çekinmemişlerdi. "Biz İslâmîyet’in başarısını şunda görüyoruz " diye görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Sahabenin çoğu Resulüllah Efendimize (asm)  zıt içtihatta bulunduklarından Peygamberimiz (asm) onların içtihadına uymaya mecbur oldular. Daha sonra gerçekleşen olaylar Peygamberimizi (asm) haklı çıkardı. O zaman Kur'ân-ı Azimüşşân'ın nâzil olması devam ettiği halde Cenâb-ı Hak ashâbı uyarıcı bir ayet bile indirmedi. Herhangi bir ayetle herhangi bir ikazda bulunmadı; bilâkis Peygamberimize (asm) eskisi gibi onlara fikir danışmaya devam etmelerini emretti. Resulüllah Efendimiz (asm) de onları ayıplamadı yine bağrına bastı şefkatle kucakladı bu emir gereğince onlarla fikir alışverişine devam etti. Sadece bu hâl dahi sahabe-i kirâmın Allah ve Resulü indindeki beğenilirliklerini ve dinde içtihat sahibi olduklarını en açık bir şekilde göstermeye yeterlidir.

Şimdi insafla düşünelim. İçtihatta Peygamber'le farklı düşündükleri halde ne Allah ne de Resulüllah tarafından uyarılmayan sahabeleri aralarında çıkan ayrılıklardan dolayı biz mi yargılayacağız? Zerre kadar vicdan ve basiret ve anlayışı olan bir kimsenin bu cinayete tevessül etmemesi icap eder.

Haddimizi tecâvüz ederek İslâm'ın temeline kanlarını akıtan o seçkin cemaati yargılamaya kalkar ve birini haklı çıkarıp diğerini tenkit edersek o hidayet yıldızlarına hiçbir leke süremez ancak kendi elimizle kendi felâketimizi hazırlamış oluruz.

Kaldı ki o yargıladığımız kimseler ashâbın ileri gelenleridir. Bir kısmı cennetle müjdelenmiştir. Bizim dedikodusunu ettiğimiz o kişileri Kur'an ve Peygamber Efendimiz (asm) medh ü senâda bulunmuştur.

Bu hususu hiç unutmamalı ashap arasında çıkan ayrılıklarda mümkün olduğu kadar temkinde bulunmalı haddimizi bilmemekten büyük ölçüde sakınmalıyız.

Şayet sahabelerin ayrılığı Hak katında meşrû ve mâkul olmasaydı elbette bunun için onları engelleyecek bir emir indirilirdi. Nitekim sahabe-i kirâm Peygamber Efendimizin (asm) yanında yüksek sesle konuştuklarında şu uyarı ayeti indirilmiştir:

"Ey iman edenler! Seslerinizi Resulüllah'ın sesinden yüksek çıkarmayın 0'nun yanında birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider." (Hucürat 49/2)

Hucürât sûresinde müminlerin sûizandan sakınmaları şöyle emredilmektedir:

"Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi?.." (Hucürât 49/12)

Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerimede bir mümini gıybet etmenin ölü eti yemek kadar çirkin ve mümine yakışmayan bir davranış olduğunu bize haber veriyor. Ya gıybet edilen bu mümin sahabelerden hem de onların en ileri gelenlerinden biriyse artık meselenin tehlikesini siz takdir ediniz.

Resulüllah Efendimiz (asm) de bir hadis-i şeriflerinde:

"Ateş odunu nasıl yer bitirirse gıybet dahi sâlih amelleri öyle yer bitirir."

buyurmakla bizleri bu noktada şiddetle ikaz etmektedir.

Hem kendi ahiret hayatımızın selâmeti hem de İslâm'ın geleceği adına bu hakikatlere kulak vermemiz lâzım ve elzemdir. Bir mümin diğer bir mümine sûizan etmekten men edildiği halde İslâm'ın temeli Hz. Peygamber (asm)'in çalışma ve silâh arkadaşları ve şu andaki bütün Müslümanların hidayetlerinin vesilesi olan sahabe hakkında hele onların en ileri gelenleri hakkında sûizan etmenin ne kadar sorumluluk gerektirdiği açıkça anlaşılabilir.

Akıllı ve idrakli insanlar için en selâmetli yol bu meselede ileri geri konuşmaktan kaçınmaktır. Biraz düşünmekle hemen anlaşılacaktır ki insanlar bu âleme sahabeler arasındaki problemleri tahlil etmek bu konuda bir tarafa haklı diğerine haksız hükmünü vermek için gönderilmemişlerdir. Ve bu hususta bir kanaate sahip olmak insanın yaratılış gayesi olamaz. İnsan bunun için değil Allah'a hakkıyla kul olmak için yaratılmıştır. Yâni dinimiz bizi sahabe ayrılıklarının tahliline değil kulluğun gereklerini yerine getirmeye dâvet ediyor.

Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz halifesinden neferine kadar aynı rızık ile hayat buldu ve aynı heyecanı paylaştılar. İslâm'ın gelişmesinde yayılmasında yücelip gelişmesinde gece gündüz demeyip gizli ve âşikâre durmadan çalıştılar. Canlarıyla kanlarıyla cihat ettiler ve fedakârlıkta erişilmezlere eriştiler. Kur'an aşkı Peygamber aşkı için aşiretlerine karşı koydular ailelerini çocuklarını mal ve mülklerini feda ettiler. Peygamberimizin (asm) nefsini kendi nefislerine çoluk çocuklarına anne ve babalarına tercih ettiler. İslâm binasının temeline kanlarını akıttılar.

O günden bugüne tâ kıyâmete kadar bütün Müslümanların dünyevî ve uhrevî saâdetlerine vesile oldular. Onların hepsine karşı derin bir minnettarlık beslemek onlara dua ve onları medh ü senâ etmek hepimiz için bir insaf ve vicdan borcudur.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet