- Birçok yerde bazı ayet ve hadislerin yanlış anlaşıldığını gördüm. Bu ayet ve hadisleri anlayacağımız şekilde açılar mısınız?
- Ayetler:
1. "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. ulu'l-emrinize de…" (Nisa 59)
2. "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe 5)
3. "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal 39)
- Hadisler:
1. ''Cennet kılıçların gölgesi altındadır.'' (Buhari Cihad 22)
2. "Savaş bir hiledir." (Müslim Cihad 17)
3. "Sizden biri bir kötülük gördüğünde gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi Fiten 11)
Değerli kardeşimiz
Din ayet ve hadislere dayanır. Dini metinlerin iyi anlaşılmaması uygulamada birtakım ciddi problemlerle bizleri karşı karşıya bırakır. En fazla yanlış anlaşılan ayet ve hadisler daha çok cihad konusundadır.
İslam'a muhalif olanlar bunları yanlış anlamaya zaten meyillidirler. Ama bir kısım dindar insanların bu tür dini metinleri din düşmanlarına haklılık verdirircesine yanlış anlamaları cidden ibret vericidir.
Soruda geçen ve yanlış anlaşıldığı ifade edilen ayetleri ve hadisleri kısaca açıklamaya çalışalım:
"Ulu'l-emr" amir idareci anlamındadır. Ayet Allah ve resulüne mutlak bir itaati emrederken idarecilere de atıf vavı ile itaat emretmiştir. Ancak bu itaat kayıtsız şartsız bir itaat midir yoksa belli kayıtları var mıdır?
Şu ayet itaatin mutlak değil mukayyet olduğunu bildirir:
"Müsriflerin (aşırı gidenlerin) emrine itaat etmeyiniz. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ve ıslaha yanaşmazlar."(Şuara 26/151-152)
Hz. Peygamber (asm) bunu şöyle ifade eder:
"Müslüman kişiye vacip olan bir günahla emredilmediği müddetçe sevse de sevmese de dinlemek ve itaat etmektir. Fakat bir günahla emredilse dinlemek ve itaat etmek yoktur." (Tirmizi Cihad 29)
Çünkü Allah'a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. Diğer itaatler vefakârlıklar sadakatler ancak Allah'a olan itaatin karşısında bulunmamak bu itaate muhalif olmamak şartıyla kabul edilebilir. Yoksa bu aslî itaatin muhalifi olan her itaat batıldır ve cevaz verilmez.
Asr-ı Saadette yaşanan şu olay konumuza ışık tutacak mahiyettedir:
Peygamber Efendimiz (asm) bir grubu sefere gönderir. Onlara komutanlarına itaat etmelerini hatırlatır. Yolda giderlerken bazıları itaatte kusur eder. Sinirlenen komutan grubu durdurur etraftan odun toplamalarını söyler. Toplanan odunları yaktırdıktan sonra "Kendinizi bu ateşe atın." der. Asker âdeta şok olur. Kimi "Peygamber itaat etmemizi istemişti. Haydi kendimizi atalım." derken diğerleri karşı çıkar. "Bizler ateşten kurtulmak için Peygambere tabi olduk. Ne diye kendimizi ateşe atalım ki?" derler.
Tartışma esnasında ateş söner; bu arada komutanın öfke ateşi de söner.
Görevlerini yapıp Medine'ye dönerler. Durum Hz. Peygamber Efendimize (asm) anlatıldığında şunu söyler:
"Şayet o ateşe girselerdi hep ateşte kalırlardı. Allah'a isyan olan hallerde itaat yoktur. İtaat ancak maruf (meşru) şeylerdedir." (Ebu Davud Cihad 87)
Konumuzla alakalı olarak Bediüzzaman'ın şu yaklaşım tarzı son derece mühimdir:
"Bir şeyi reddetmek ayrıdır kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır."(Nursi Şualar s. 350)
Şahısların hata ve yanlışları olduğu gibi devlet ve hükümet yetkililerinin de birtakım yanlışları hataları adil olmayan kanunları evrensel hukuka aykırı uygulamaları olabilir. Böyle bir durumda vatandaşın görevi bu yanlış uygulamalara medeni bir şekilde karşı durmak hata ve yanlışların düzeltilmesi için hukukî yollara başvurmaktır. Zaten sivil toplum kuruluşlarının varlık sebepleri de budur.
Müslümanlar Müslüman olmayanlarla yaptıkları anlaşmalara bağlı kalmakla mükellef midir?
İslam hukuku ile ilgili kitaplarda genel bir kural olarak ifade edildiği üzere "Müslümanlar yaptıkları sözleşmeye bağlı kalmakla mükelleftirler."
Kuran-ı Kerim şöyle der:
"...Ahde vefa gösterin. Çünkü ahitten sorulacaktır." (İsra 17/34)
Müşriklere savaş ilanını bildiren ayetin peşinden şu istisna getirilir:
"Ancak kendileriyle ahit yapıp da sonra ahde riayette kusur göstermeyen ve kimseye sizin aleyhinizde arka çıkmayan müşrikler bu hükümden hariçtir. Bunlara ahitlerinin bitimine kadar ahit gereğince muamele edin. Şüphesiz Allah takva sahibi kullarını sever."(Tevbe 9/4)
Bir başka ayette de şöyle bildirilir:
"...Onlar size karşı doğru oldukları müddetçe siz de onlara doğru harekette bulunun!.." (Tevbe 9/7)
Bu ilahi talimatlar doğrultusunda Müslümanlar ahitlerine riayet etmişler ahdi bozan taraf olmamışlardır. Huzeyfe bin Yeman'ın anlattığı şu olay buna güzel bir misaldir:
Bedir savaşına katılmama engel şu oldu: Beni ve babamı Kureyş kâfirleri yakaladılar. “Muhammed'e mi gidiyorsunuz?” dediler. “Hayır” dedik. “Sadece Medine'ye gidiyoruz.”
Bunun üzerine bizden ahit aldılar ve serbest bıraktılar. Hz. Peygamber'in (asm) yanına ulaşınca durumu anlattık. Şöyle buyurdu:
“Yolunuza devam edin Medine'ye gidin. Onlarla yaptığımız sözleşmelere uyarız onlara galip gelmek için de Allah'tan yardım dileriz." (Müslim Cihad 98)
Karşı tarafın ahdi bozup bozmadığı bazen çok net olmayabilir. Bu durumda yapılması gerekeni ayet şöyle bildirir:
“Eğer seninle ahit yapan bir kavmin hıyanetinden korkarsan savaş açmadan önce ahitlerinin sona erdiğini kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sevmez.”(Enfal 8/58)
Ayetten anlaşıldığına göre karşı tarafın ahdi bozduğu çok net değilse bunlara birdenbire saldırmak caiz değildir. Bunun yerine gerekçeleri gösterilerek anlaşmanın hükümsüz hale geldiği bildirilmelidir. Böyle bir mert tavır gösterilmeksizin savaşa girilirse karşı taraf haklı olarak "Müslümanlar ahde vefasızlık gösterdi. Ahit varken bize saldırdı." diye yaygara koparacaklardır.
Büyük Kuran müfessiri Hamdi Yazır şöyle der:
"Hak kâfire dahi taalluk etse yine haktır… Kâfirin küfrü hukukuna tecavüzü mubah kılmaz." (Yazır II 1451)
Zikredeceğimiz şu olay Hz. Peygamberin (asm) ne derece ahde vefalı hileden uzak dürüst bir hayat yaşadığının çok çarpıcı bir misalidir:
Müşrikler Hz. Peygamber'e (asm) İslam öncesi "Muhammedü'l-emin" diyorlar en kıymettar mallarını ona emanet ediyorlardı. Kendisine nübüvvet geldikten sonra onun dinine girmemekle beraber emanetlerini ona bırakmaya devam ettiler.
Hz. Peygamber (asm) müşriklerin baskıları sonrası çok sevdiği Mekke'yi terk etmek zorunda kaldı Medine'ye hicret etti. Ancak yola çıkmazdan önce yanındaki o kıymetli emanetleri Hz. Ali'ye teslim etti ve ertesi gün sahiplerine vermesini söyledi. Ve asla "Savaş bir hiledir. Onlarla yapacağım mücadelede bu mallara çok ihtiyacım olacak. Bunları yanımda götürürsem hem onları zayıflatmış hem de Müslümanları güçlendirmiş olurum." şeklinde düşünmedi.
Bundan dolayıdır ki sekiz yıl sonra Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girdiğinde Mekkeliler toptan Müslüman olmakta tereddüt etmediler.
Cihad ve savaşla ilgili ayetleri bir bütün olarak ele almayan bazı kişiler "…müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" gibi ayetleri dar çerçevede ele alarak yanlış neticelere varmaktadır.
Onların bu hâli namaz kılmayan birinin "Sarhoşken namaza yaklaşmayın..."(Nisa 4/43) ayetindeki "namaza yaklaşmayın" kısmını namaz kılmayışına delil getirmesine benzer.
Kuran'ın ayetleri hakkında hüküm verecek kişiler onun nasihini-mensuhunu muhkemini-müteşabihini evvelini-ahirini hatta bütün Kuran'ı iyi bilmek zorundadırlar.
Yoksa verecekleri hükümler yanlış olacaktır. Verdikleri hükümlerde Kuran'da olanı yansıtmak yerine kendi düşüncelerinde olanı yansıtacaklardır. Düzgün bir saraya tutulan ayna ancak düz ve şeffaf olduğunda sarayı aynen yansıtır. Eğri aynalar düzgün sarayı eğri gösterir. Tozlu aynalar net göstermez. Renkli aynalar ise kendi rengiyle gösterir. Kuran'a yönelen insanların mahiyet aynaları da böyledir.
Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde "Haram aylar çıktığında" kaydı vardır.
Arap yarımadasındaki müşriklere ya İslam'a girmeleri ya da kendileriyle savaşılacağı bildirilmiş düşünmeleri için de dört ay müddet verilmiştir. (bk. Tevbe 9/1-3)
Ayetin sonunda ise tövbe edip namazlarını kılmaları zekâtlarını vermeleri halinde serbest bırakılacakları anlatılmakta "Şüphesiz Allah Gafur'dur Rahîm'dir." ifadeleriyle bitirilerek Allah'ın affedici merhametli olduğu nazara verilmektedir.
Bir sonraki ayet ise şöyle der:
"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Ta ki Allah'ın kelamını dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir."(Tevbe 9/6)
Bu ayette müşrikler hakkındaki İlahî rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür.
Müşriklere bu dinin güzelliğini görmek Allah'ın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar bu dini bilmeyen bir topluluktur. Onlardan bu niyetle gelip görmek isteyenlere eman verilir yani emniyet içinde olduğu bildirilir. Gelir görür dinler ve isterse kabul etmeyebilir. Kabul etmediğinde "sen müşriksin" denilip öldürülmez. Emniyet içinde olacağı yere ulaştırılır.
Kuran'ın bütünlüğü çerçevesinde kıtal(savaş) ayetleri incelendiğinde karşımıza çıkan tablo işte budur.
Durum böyleyken bu ayetlerden -haşa- "Kuran'da inanç hürriyeti yok." "Kuran Müslüman olmayanlardan başkasına hayat hakkı tanımaz." gibi hükümler çıkarmak hem Kuran'ın esaslarına hem de tarihi realiteye zıttır. Zira Hz. Peygamber (asm) hem kitap sahibi olanlarla hem de kitapsız Araplarla barış ve saldırmazlık anlaşmaları yapmış ve bunlara riayet etmiştir.
Sonraki dönemlerde de uygulama aynı minval üzere olmuş gayrimüslim azınlıklar cizyelerini (vergilerini) vermeleri kanunlara uymaları şartıyla İslâm devletleri bünyesinde rahatça yaşamışlardır.
Ayette ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:
1. Fitnenin kökünü kazımak.
2. Allah'ın dinini hakim kılmak.
"Fitne" kelimesi "karışığını almak için altını ateşe koymak" anlamındadır. Bundan "mihnet ve belaya sokmak" manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı işkenceye tabi tutmak ibadetine müdahale etmek yurdundan sürüp çıkarmak gibi durumlar hep birer fitnedir.
Kuran-ı Kerîm'de "Fitne ölümden beterdir." denilir. (Bakara 2/191)
"Ölümden daha ağır ne vardır?" dememek gerekir. Zira ölümü temenni ettiren hâl ölümden daha ağırdır.
"Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar" ehl-i küfürle savaşmak genel bir dünya barışını hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek sulh ve sükûneti sağlamak Müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir.
Öyle ki dünyanın uzak bir köşesinde gayrimüslim bir devlet bir başka gayrimüslim devlete zulmetse Müslüman devletler bu fitneye müdahale etmeli haddi aşanlara hadlerini bildirmelidir.
Cihadın bu ulvî gayesine şu ayet işaret eder:
"Size ne oluyor ki 'Ya Rabbena halkı zalim olan şu memleketten bizi çıkar. Bize tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla!' diyen mazlum erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?"(Nisa 4/75)
"Dinin bütünüyle Allah'ın olması" hedefi ise beşerin beşere kulluktan kurtulup sadece Allah'a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. Kuran-ı Kerîm Yahudî ve Hristiyanlardan bahsederken "Onlar âlimlerini ve rahiplerini Allah'tan başka Rab'ler edindiler." der. (Tevbe 9/31)
Şüphesiz herhangi birini Rab edinmek için ona "Rab" namını vermiş olmak şart değildir. Üstteki ayeti açıklayan hadiste belirtildiği gibi Allah'ın hükümlerini bırakıp rahiplerin helal kıldığını helal haram kıldığını da haram kabul etmek onları Rab edinmek demektir. (bk. Tirmizi Tefsir 9-10)
İslam hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli bu dine girmek isteyenlere engel olunmamalı ve bu dini yaşamak isteyen her fert serbestçe yaşayabilmeli kimse dininden dolayı fitneye düşürülmemeli ezaya maruz kalmamalıdır.
İşte cihad bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak içindir. Önündeki engeller kaldırıldığında bütün insanlığın koşarak gireceği tek ilahi din İslam olacaktır.
Şüphesiz "dinin bütünüyle Allah'ın olması" başka dinlere hayat hakkı tanımamak o dinlerin mensuplarını zorla İslâm'a sokmak anlamında değildir. Tatbikatta da böyle olmamıştır. Hz. Peygamber devrinden günümüze kadar İslâm devletleri bünyesinde başka din mensupları rahat bir şekilde yaşamışlardır.
Gerek ülkemizde gerekse diğer İslam ülkelerindeki aynı durum günümüzde de değişmemiştir.
Öte yandan Kuran'ın bu ayeti İslam'ın hamle gücünü ortaya koyar. Müslümanlara varmaları gereken nihai hedefi gösterir.
Bir söz değerlendirilirken bir bütün olarak bakılmazsa yanlış neticelere varılır.
Hz. Peygamber Efendimizin sadece üstteki kelamına bakarsak bunu savaşa teşvik olarak değerlendirmek mümkündür. Hâlbuki Hz. Peygamberin bu hadisinin tamamı şöyledir:
"Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."(Buhari Cihad 22)
Hz. Peygamber'in savaşa değil barışa talip olduğunun en güzel göstergelerinden biri şudur: O uygun görmediği isimleri değiştirmiştir. Mesela Asi ismini Muti Asiye ismini Cemile yapmıştır. (Asi ve Asiye "isyan eden" anlamındadır. Muti ise "itaat eden" demektir.)
Ve bu meyanda "Savaş" anlamındaki "Harp" ismini "Barış" anlamındaki "Silm"e çevirmiştir.
Şu olay Hz. Peygamber'in düşmanlarına karşı nasıl duygularla dolu olduğunu göstermede bize engin ufuklar açabilir:
Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke'ye tahıl hurma hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulundu.
Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebu Süfyan Peygamberimiz hakkında "Allah kardeşimin oğlunu hayırla mükafatlandırsın. Çünkü O akrabalık hakkını gözetti." diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir. (Yakubi Tarih 2/56)
Resulullah Efendimiz (asm) "Savaş bir hiledir." buyurur. (Müslim Cihad 17)
Resulullah Efendimizin (asm) bu sözü bazılarınca savaşta her türlü yalan iftira gibi şeylerin mübahlığı şeklinde anlaşılmış. Halbuki tarihen sabit olan odur ki Resulullah Efendimiz (asm) asla yalana tevessül etmemiştir. Ama düşmanı aldatabilecek harp oyunlarını uygulamıştır.
Başka yere sefer düzenliyormuş havası verip sonra asıl hedefine yönelmesi Mekke'nin fethi öncesi gece on bin yerde ateş yaktırması gibi durumlar buna örnek olarak verilebilir.
Yine savaşlarda uygulanan bozguna uğramış gibi yapıp düşmanı çember içine almak soba borularını top gibi kale mazgallarına dizmek vb… hallerin hepsi "savaş bir hiledir" sözünün örnekleridir.
Savaşta yalanın caiz sayılmasını da bu meyanda zikredebiliriz.
Bu hadisin yorumunda "elden murat devlettir dilden murat âlimlerdir kalpten murat avam tabakasıdır" denilmiş.
Şüphesiz böyle bir yorum güzel bir bakış açısıdır ve esas olan da budur. Bununla beraber toplumda görülen kötülükler karşısında her insanın el olduğu yerler vardır dil olduğu yerler vardır sadece kalben buğz etmekle yetinebildiği yerler vardır.
Mesela radyo televizyon internet ve sosyal medya gibi yayınlarının kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden vaizler yazarlar birer dildir.
Fakat el durumunda olanlar sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa vazifelerini yapmıyorlar demektir. Konuşması lazım gelenler sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa imanın en zayıf mertebesindedirler anlamındadır.
Mesela aile açısından üstteki hadisi değerlendirdiğimizde anne babanın aile devletinde hem el hem de dil olduklarını görürüz. Ailede problemler yaşayan biri "devlet gelsin benim problemlerimi halletsin" diyorsa acınacak bir zavallı olduğunu ilan ediyor demektir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet