Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:17    Güncellendi: 31.01.2025 23:17
Soru Detayı

- Cuma namazlarındaki imam efendinin hutbede ettiği duada veya camide edilen herhangi bir duada devletin selameti için edilen dualara el açıp amin demeyenler var. Bu konuda ne dersiniz?..

Değerli kardeşimiz

Dârülharp;İslâm'ın siyasî otoritesinin dışında kalmış olup yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır.

Ö. Nasuhî Bil­men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Da­rü'l-Harb'i şöyle tarif eder:

«Darü'l-İslâm Müslümanların hâkimiyeti al­tında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâki­miyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir»(1)

İslâm hukukçuları ülkeleri İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârülharpte ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler dârülislâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için Müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darülislâma girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darülharpte Müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel bulunduğu bölge fethedildiğinde elindeki mallar kendisine kalır ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir.(2)

Darülharpte ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan Müslümanlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü; dârülislâma hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece Müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darülharb» ve «Darülislâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre bir diyar ya­hut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «DarüIislâm»dır. Böyle bir memle­ket sonradan kâfirlerin eline geçse bile bu hüküm değişmez. Hatta Müslüman­larla barış halinde bulunan gayri müslimlerin ülkeleri de «Darülharb» değildir.(3)

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya Bulgaristan Yunanistan Buhara Semerkant Kırım bile «Darülharb» değil «Darülislâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre bir diyarın «Darülharp» olması için Müslümanla­rın idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde bir «Darülharp» «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darülislâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Darülis­lamın «Darülharb»e inkılâp etmesi hususunda ise iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi İmamı A'zam Hazretlerine diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) ait­tir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darülislâm»ın «Darülharp»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa yine o diyar «Darülislâm»dır «Darülharb» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edil­mediği meselâ sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darülharb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olma­sına itibar eder.»(4)

Yani bu şartın ta­hakkuku için bir İslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şe­kilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimi­yetinde bir noksanlık olursa orası «darülharb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bay­ram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre «Bir diyar­da İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darülis­lâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darülislâm»dır(5). Bezzaziye'de «Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir(6).

2. O diyar «Darülharb»e muttasıl olacak yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hu­dutlarından herhangi bir tarafı «Darülislâm»la muttasıl yani bir Müslüman memleketine komşu olursa o diyar «Darülharb» olamaz. Çünkü İmam-ı Azama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağ­lûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî ahlâkî itikadî içtimaî siyasî ticarî ve ananevî ilişkilerini devam et­tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanma­sında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı müstakil İslâm devletleri için değil gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini mü­dafaadan aciz vilâyet köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaris­tan'daki Müslüman köyler gibi.) Nite­kim fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil «belde» «dar» ifa­deleri kullanılmıştır. Yoksa kendini mü­dafaaya muktedir ve müstakil bir İlâm devleti her taraftan gayri muslim dev­letlerle kuşatılmış olsa da yine «Darülharb» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal gü­venlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayri muslim azınlık­ların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart ancak bir İslâm bel­desinin kâfirlerin istilâsına uğraması ha­linde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâ­kimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam sonradan arız olana değil de asıl olana itibar ederler. Bu­rada asıl olan ise oranın «Darülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin ora­da kalmış olması asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darülislâm» hükmünde devam eder."(7)

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdü­ğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafın­dan işgal edilmiştir. Müslümanların hiç­bir cihetle mal ve can güvenliği kalma­mış küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil­miştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur İmam-ı A'zam'ın ile­ri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte ta­hakkuk ettiği için orası «Darülharb»dir.

İmameyn ise «Darülislâm»ın «Darülharb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üze­rinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir İslâm beldesinin gayri müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağ­lıdır. Meselâ Batum yüzde yüz Rus hâ­kimiyeti altında bulunduğu ve içerisin­de küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil­diği için îmameyne göre «Darülharb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir İslâm ahkâmına müsaade edilirse (Bayram ve cuma namazlarının kılınması gibi) ora­sı yine îmameyne göre «Darülharb» olmaktan çıkar.

Müslüman ister darülislâmda ol­sun ister darülharbte her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak yasakların­dan da kaçmakla mükelleftir. İbadet in­sanın yaratılış gayesi varoluş hikmeti­dir. Hiçbir hal onu bu ulvî vazifeyi ifa­dan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünya­da çığ gibi büyüdüğü; Fransa İngiltere Almanya Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bili­nen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı bu yeni Müslümanların inanç ve ibadetle­rinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayret­leri boş bir çaba olmaktan öteye gide­mezdi. Bu ise gayr-i müslim memleket­lerde İslâmiyet yaşanamaz dindar olu­namaz neticesini doğururdu.

Daha da ötesi İslâm'a yeni giren bir kimse(*) dinî vecibelerini bir tarafa bırakıp hükmü altında bulunduğu devleti ele geçirme mücadelesine girmesi gerekirdi. Bu takdirde Müslüman olmak iman ve hidayet meselesi olmaktan çıkar içinde yaşadığı devleti ele geçirmeyi amaçlayan siyasî bir faaliyet ihtilalcı bir mahiyet kazanırdı.İslâm’ın inkişafına bu telâkkiden daha büyük bir darbe daha zararlı bir anlayış düşünülebilir mi?

Şu halde darülislâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koy­mak onları gayri müslim muamelesine maruz kal­ma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü darülis­lâm'da da darülharbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me­suliyeti sabittir. Ancak günahların dün­yevî cezalarını merci olmadığı için dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Darülharbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da ha­ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi­ra bu muameleler darülharbte ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasın­da cereyan eder ve Müslümanların fay­dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba­kımdan bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8)

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet on­lara iman hakikatlanm öğretmek gönül­lerine Allah'ın marifet muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek kalb ve dimağ­larına güzel ahlâkı adaleti istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve be­raberliği itaat ve hürmeti şefkat ve mer­hameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmet­leri bırakıp bilinmesi ve bildirilmesi ne farz ne vacib olan «Darülharb» mes'elesini İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek milleti huzur­suz ve kalbleri müşevveş etmekten baş­ka bir şey değildir.

Kaynaklar:

(1) Bilmen Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu c. m s. 394.
(2) Bilmen Ö. N. a.g.e. c. III s. 335.
(3) Kuhistanî c. II s. 311.
(4) Serahsî Mebsût c. X s. 114.
(5) İbn-i Âbidin Dürrü'l-Muhtar Şerhi c. IV s. 175.
(6) Bezzaziye c. VI s. 312.
(7) Serahsî a.g.e. c. X s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki dar-ı harbte kü­für; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen dar-ı harbte herhangi bir mahal­de sahipsiz bir ölü bulunsa o ölü tereddütsüz kü­für ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman oldu­ğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa ona hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muame­lesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak islâm me­zarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin Dinî Bilgiler s. 187 2. bas­kı Cihan Yayınları İst.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet