- Eğer Ebu Hanife'nin bu ifadesi doğruysa biz Hanefiler neden hâlân dualarımızda "falanca hakkı / hürmeti için..." diye dua ediyoruz?
Değerli kardeşimiz
Bu konuyu kısaca birkaç madde halinde işlemekte yarar vardır:
a. Tevessül konusu Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir husustur.
b. Tahavî akidesinin metninde “Filanın hakkı için”gibi bir şey geçmemektedir. Onun şerhini yapanlar şefaatle ilgili bir bahiste -ufak bir münasebetle- fırsat bulduklarında bu konuyu kendi anlayışları doğrultusunda seslendirmişlerdir.
Nitekim el-Akidetu’t Tahaviye şerhlerinden birinin müellifi olan Salih Al-i Şeyh bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Şarih İbn Abi’l-İz kendi şerhinde tevessül meselesini 'Filancanın hakkı için senin Peygamberin hakkı için Ömer’in hakkı için' gibi meseleleri işlemeyi uygun görmüştür. Bunları İbn Teymiye’nin 'et-Tevvesülü ve’l-vesile' adlı kitabından derlemiştir. Söz konusu kitabın kendisini görmeden bu konuda bir şey söylemek doğru olmaz. Çünkü tevessülün şefaatle de irtibatı vardır. Kişinin 'Filancanın hakkı için' demesi 'Onu şefaatçi yapıyorum' anlamına da gelir. Bu konunun burada işlenmiş olması Tahavî’nin metninde geçen 'şefaat' konusuna uygun düşmemektedir.(Salih Al-i Şeyh a.g.e el-Meseletu’t-tasia).
c. İmam-ı Azam şayet mekruh demişse herhalde haram veya şirktir dememiştir.
d. Şarih İbn Ebi’l-İz bu konuyu şöyle değerlendirmiştir: Dünyada Hz. Peygamber (asm) veya başka bir adamdan “istişfa” etmek şefaat istemek iki açıdan sakıncalıdır:
Birincisi:“Senin peygamberin hakkı için” veya “Filancanın hakkı için” deyip Allah’a yalvaran kimse Allah’tan başka birisine yemin etmiş oluyor. Oysa Allah’tan başkasına yemin etmek caiz değildir.
İkincisi:Böyle diyen kimse insanlardan birilerinin Allah’ın üzerinde hakkı olduğunu itikat etmiş oluyor. Halbuki hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur. (Şerhu’ l-Akideti’t Tahaviye I/153-el-Mektebetu’ş-Şamile)
Ancak İbn Teymiyenin etkisinde kaldığı her halinden belli olan Şarihimiz düşüncesini zorlayan bazı ayet ve hadisleri görmezlikten gelememiş fakat onları da nazikçe kendi görüşüne uydurmaya çalışmıştır. Bu cümleden olarak “Hiç kimsenin Allah’ın üzerinde hakkı yoktur.” dedikten sonra “Ancak Allah’ın kendi üzerine aldığı haklar hariç” kaydını da koymayı ihmal etmemiştir.(a.g.y).
Ona göre insanların Allah’ın üzerinde hakkı -şu ayette olduğu gibi- ancak O’nun vaadıyla gerçekleşir.
“Müslümanlara yardım etmek / onları desteklemek bizim üzerimizdeki bir haktı / bize düşen bir borçtu.”(Rum 30/47).
Yine Buharî ve Müslim’de geçen şu hak’da Allah’ın vaadine bağlı olarak söz konusudur:
Hz. Peygamber (a.s.m) terkisinde bulunan Hz. Muaz’a
“Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu bilir misin?” diye sorar. Muaz: “Allah ve Resulü bilir” der.
Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle devam eder:
“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ona ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamalarıdır.”
“Peki bu görevlerini yerine getiren kulların Allah’ın üzerindeki haklarının ne olduğunu bilir misin?” Muaz: “Allah ve Resulü bilir” der. Hz. Peygamber (a.s.m):
“Onların Allah üzerindeki hakları Allah’ın onlara azap etmemesidir.”(Buharî Tevhid 1; Müslim İman 48).
Yine Ebu Said el-Hudri’nin Hz. Peygamer (a.s.m)’den naklettiğine göre namaz kılmak için camiye giden kimse; “Allah’ım! Bu yürüyüşümün hakkı için... Ve senden isteyenlerin üzerindeki hakkı için...” diye dua edebilir.
Şarihe göre bütün bunlar Allah’ın söz vermesinden dolayı oluşan bir haktır(a.g.e). Şayet söz vermeseydi hakları olmazdı.. Sanki Allah’ı -haşa- sorumlu tutanlar var..
Oysa gerek ayette gerek hadiste olsun; insanların Allah üzerindeki haklarından çok açık olarak söz edilmektedir. Aslında Kur’an’da insanlara hak tanıyan çalışmalarının karşılığından bahseden yüzlerce ayet vardır. İnsanlarla ilgili olarak Allah’ın adaletinden bahseden bütün ayetler dolaylı olarak adaletin iki tarafında duran Allah ile insanlardan da söz etmektedir. Daha açık bir ifadeyle “Allah kullarına zulmetmez... Onlar haksızlığa uğramazlar.. Onlar yaptıklarının karşılığını tastamam alırlar...” mealindeki ve benzeri ayetlerde özellikle kulların haklarına vurgu yapılmaktadır. Hakkı veren kim? Allah! Hakkı alan kim? İnsan! Demek oluyor ki İnsanın yaratılmış bir kul olarak Allah’a kulluk etme yükümlülüğü vardır. Allah’ın da Hak Adl ve Adil gibi isimlerinin bir yansıması olarak kullarına haksızlık etmesi düşünülemez. Bundan anlaşılıyor ki “hak” kavramı Allah’ın tensibiyle insan için de söz konusudur.
Şimdi bir adam -kendini hiçbir şekilde layık görmediği bir tavırla- Allah katında değerli olduğuna inandığı bir kimseyi özellikle Hz. Peygamber (a.s.m)’i şefaatçi ve vesile kılarak“Ya Rabbi! Senin yanında değerli olduğuna inandığım bu zatın hakkı için...”dese ne mahzuru vardır? Bunu söylerken; “Bu zat Allah’a çok iyi kulluk etmiş onun Allah üzerinde hakkı büyüktür onun adını zikredeyim de mecbur olup işimi yapsın...” demek istediğini düşünmek Müslümanlara karşı -müfteriyane- bir suizandır. Çok cahil ve pek ahmak olan birkaç kişinin varlığını bahane ederek bütün Müslümanları töhmet altında bırakmak doğrusu şuurlu bir Müslüman’a yakışmaz.
e. Şu iki misal de vesilenin caiz olduğunun belgesidir.
Hz. Enes anlatıyor: Hz. Ömer (ra) kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas (ra)’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi:
“Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz ne olur bize yağmur ver.”
derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı.(Buharî İstiska 3).
Tevessülü reddetmek için Hz. Abbas (ra)’ın buradaki vesileliği kendisinin dua etmesi olduğunu söylemek mesnetsiz bir taassuptur.
Hz. Ömer (ra) gibi şirkin kokusundan bile rahatsız olan bir zatın insanları vesile kılması ve daha önce Hz. Peygamber (a.s.m)’i de vesile ettiklerin seslendirmesi tevessülün sahabe arasındaki önemini göstermektedir.
- Mağara arkadaşlarının kendi amellerini vesile kılarak oradan kurtuldukları meşhur bir hadisedir. İnsanın kendi amellerini öne çıkarması bir bakıma bir gururlanma vesilesidir. Bunun uygun görülmesi başkasının güzel amellerinin de vesile kılınabileceğini göstermez mi?
Çünkü “Filancanın hakkı için..” demek “filancanın yaptığı güzel amellerinin hakkı için” demek anlamına gelir. Çünkü kişinin salihliği güzel amellerine bağlıdır. Kaldı ki kişinin kendi amellerini öne sürmesi bir gurura vesile iken başkasının güzel amellerini öne sürmesi bir tevazu ve mahviyetin işaretidir.
İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre Gözünden muzdarip olan âmâ bir adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber (a.s.m) ona: "İstersen senin için bunu tehir edeyim ki ahiretin için hayırlı olur."(Tirmizî’de: istersen sabredersin); istersen sana dua edeceğim.” dedi. Adam dua etmesini isteyince Hz. Peygamber (a.s.m) ona güzelce abdest almasını sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti:
“Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle / seni vesile ederek Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!”(Tirmizi Daavat 119; Müsned IV/138)
Adam -gidip söylenenleri yaptı- dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı.(Tuhfet’u’l-Ahvezî ilgili hadisin şerhi).
Burada zikrettiğimiz hadisleri delil getirerek gerek Hz. Peygamber (a.s.m)’i gerek başka salih insanları vesile yaparak dua etmenin caiz olduğunu muhaliflerin getirdikleri delillerin nasıl çürütüldüğünü görmek için bk. Tuhfet’u’l-Ahvezî. a.g.e.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tevessül ayet ve hadislere göre caiz midir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet