Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Kadınların özel durumlarda ibadet yapmamaları kadının ikinci snınıf insan olmasını dışlanıyor olmasını mı gösterir? Kadın erkek eşitliği konusunda bilgi verir misiniz?

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:17    Güncellendi: 31.01.2025 23:17
Soru Detayı
Bazı kişiler kadınların özel durumlarında namaz kılmamalarını Kur'an'a dokunamamalarını âyet okuyamamalarını bir tür dışlanma olarak görüyorlar. Kadın ikinci sınıf insan olarak yaratılmıştır diyorlar. Böyle söyleyenlere karşı ne denilebilir? Bunlar gerçekten kadının ikinci snınıf insan olmasını dışlanıyor olmasını mı gösterir?

Değerli kardeşimiz

Gerek İslam'dan önceki Arap toplumlarında ve gerekse o dönemdeki diğer devletlerde kadınlar hiçe sayılmakta ve birer meta olarak kullanmakta idi. İslam dini kadına gerek toplum içerisinde gerekse aile içerisinde bir çok haklar tanımış ve onu erkeklerden ayırmamıştır.

Erkeklerin ibadete ihtiyacı olduğu gibi kadınlarında ibadete yani manevi gıdaya ihtiyacı vardır. İbadet yapma noktasında kadın ve erkek ayrımı yapılmamıştır.

İbadetler yapılırken bir çok ön şartı vardır. Bunlardan birisi de maddi ve manevi olarak temiz olmaktır. Nasılki erkek ihtilam olduğu zaman manen kirlenmekte ve gusül abdesti almadıkça namaz kılamamakta ise kadınlarda gerek hayız dönemlerinde hem madden hem de manen temiz olmadıkları için bazı ibadetlerine kısıtlama getirilmiştir. Bu da kadının ikinci sınıf bir insan olmasından değil ibadetin bir şartı olan temizliğin gerçekleşmemesinden kaynaklanmaktadır.

"Kadınlar neden âdet döneminde ibadet edememektedir?" sorusunu ortaya atanların ibadetten uzak yaşayan insanların olması dikkat çekicidir. Bu sözün altında bir insafsızlığın yattığı açıkça bellidir. (İlave bilgi için tıklayınız: Kadınların hayız ve lohusalık halinde namaz kılamamalarının hikmetleri nelerdir?..)

Eşitlik Konusu:

Bu tür sorular daha çok kadın erkek eşitliğinden bahseden insanlar tarafından sorulmaktadır. Bu tür sorularla sanki kadın ikinci plana atılmış havası verilerek insanların aklına şüphe bırakmaktadırlar. Oysaki soyadı ile kişinin nesli karışmamaktadır. Nitekim kimliklerde kişinin soyadı değişse de anne ve babalarının ismi yazılmaktadır. Ayrıca nüfus kütüklerinde kişilerin soyu bellidir. Demek ki onların iddia ettiği gibi soy karışmamaktadır.

"Eşitlik güzel midir?" konusunda bir anket yapılsa sanırım çoğu kimse garip bir mahluk görmüşçesine irkilecek “Bunun da sözü mü olur?.." diyecektir. Ama meseleye dikkatle yaklaşılırsa ibretle görülür ki hemen bütün güzelliklerin kaynağında “eşit olmamak ” yatar.

Bu kâinat yaratılmadan bütün şu varlıklar yoklukta eşittiler. Cenab-ı Hak bu âlemi yaratmayı irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi.

Kâinat sarayı bildiğimiz kadarıyla yüz yedi elementle yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece çeşitlilik değişiklik ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten saray dendi mi mutlak eşitlik biter. Merdivenleriyle kanepeleri panjurlarıyla kandilleri eşit olacak değil ya! Sarayı güzel eden de bu başkalıklar değil mi? İşte kâinat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu saraya bambaşka misafirler gönderildi. Yosundan meyve ağaçlarına kadar bitkiler pireden deveye kadar hayvanlar kafileler halinde dünyaya geldi ve burayı şenlendirdiler. Ve en sonunda başkaların başkası “halifeler halifesi” ufukta göründü: insan.

Bilindiği gibi bu âlemde görebildiğimiz varlıklar üç ana bölüme ayrılıyor. Cansızlar yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim. İşe cansızlardan başlayalım.

Cansızların eşit olabilmeleri için ya güneş taşlaşacak ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı. Mesela güneş sisteminde eşitlik olsaydı bu durumda her halde dünya güneşin gezegeni olmayacak ay da dünyanın eteğini bırakacaktı; her gezegen güneş kadar büyüyecek hepsi alev kesileceklerdi. Kısacası bütün kâinat iğne ucu kadar boşluk kalmaksızın ya tamamen ateş ya hep su veya hep toprak olacaktı. Diğer yandan eşitlik için hiç olmazsa “iki taraf” bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca her şey bir şeye iner.

Bitkilerin eşitliğine gelince laleden elma ağacına ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması halinde milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek ortada (adını dahi koyamayacağımız) bir tek bitki çeşidi kalacaktı.

Gelelim hayvanlar âlemine; Cenab-ı Hak bütün hayvanları bir tek nev olarak yaratabilirdi. Ama o zaman bülbül ötüşünden serçe cıvıltısına aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına öküz böğürtüsünden kuzu melemesine kadar bütün sesler bire iner bu harika ahengin yerini monoton bir uğultu alırdı. Diğer yandan böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması ya bülbülün denize girmesi lazım. Sözü bu noktada kesip kendimize insan nevine dönelim.

İnsandaki iki faktör yani beden ve ruha bakalım. Ruhla beden eşit olsaydı. Ortada ne ruh kalırdı ne beden. İnsan ancak ruhunun müstakim bir sultan her bir organının da itaatkar bir nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz.

“Ruh” mahiyetini ancak Yaratan'ın bilebileceği harika bir âlem. Bu âlemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği de akıl kalp hafıza hayal gibi ana unsurların; sevgi korku merak endişe gibi çeşitli hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır? Hayale eşit bir akıl sevgiye denk bir korku ve daha nice manasız neticesiz eşitlikler.

Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği bedende çok daha rahat ve çok daha yakından seyredebiliriz. Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi? Göğüs çatımızla kafatasımız içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar? Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar? Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? O zaman alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz gözümüzün akıyla karasını da birbirine katmamız gerekmez mi. Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak ortada hiçbir şey kalmaz; kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki ona da neyin organı diyeceğiz?

Cenab-ı Hak insan bedenini de tek hücrelilerde olduğu gibi çok sade bir makine olarak yaratabilirdi. Ama o zaman bu küçük bedende yerleştirilen her biri ayrı şekil ve güzellikte ayrı renk ve özellikteki yüzlerce çarkın binlerce kayışın yüz binlerce vidanın birlikte ve gayet düzenli çalışmalarından ortaya çıkan harika güzellik kaybolmaz mıydı?

Cansızlar bitkiler ve hayvanlar âlemini ve nihayet kendi duygularımızı ve organlarımızı seyrederken onlardaki farklılıkların ne kadar hikmetli ne kadar yerinde olduğunu hayret ve ibretle görürüz. İnsanlık âlemini de aynı ibretli nazarla seyretsek görürüz ki bütün insanların bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık cemiyet hayatından söz edilemez. Bu faraziye ile ne Peygamber (asm) ne ümmet ne kumandan ne nefer ne baba ne evlat ne işveren ne işçi ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi?

Yalnız şu var ki insanlar arasındaki farklılıklardan doğan güzellikler daha çok ahiret hayatına bakıyor ve bu âlemde yeterince anlaşılamıyor. Biz mahşeri cennet ve cehennemi bu dünyada arar ve ilahi adaleti tam manasıyla burada anlamaya kalkışırsak sadece kendimizi aldatmış yahut şeytana aldanmış oluruz.

Evet cennetin o eşsiz güzelliği ve cehennem'in o tüyler ürperten güzelliği yine farklılıklara dayanıyor. Şöyle bir düşünelim: cennette hadsiz mertebeler... Hepsi insanlar için... İman ibadet salahat takva tevekkül rıza şefkat merhamet ilim irfan güzel ahlak gibi birbirinden farklı nice güzelliklerin sahipleri bunlardaki farklı mertebelerine göre ayrı ayrı lütuflara mazhar kılınmışlar muhtelif derecede zevk ve safa ile meşguller. Bu seyrine doyum olmaz bir tablodur. Cehenneme gelince onda da küfür şirk isyan zulüm ahlaksızlık kadere itiraz kibir riya gibi oraya layık nice kötü sıfatların sahipleri ayrı ayrı azap tabakalarında cezalarını çekmekle meşguller... Bu tablo da güzellikte birinciden geri değil... Eşitlik bu güzelliği bozar...

Şu noktayı da ayrıca belirteyim: çoğu zaman eşitlik mefhumunun adaletle karıştırıldığını görüyoruz. İnsana iki koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi koyuna da öylesi yaraşır...

Çoğu insan eşitlikle adaleti bir sayıyor. Halbuki mutlak eşitlik yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıt.

İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi o manzumenin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tümünü gözeterek kâleme alır. Burada mutlak eşitlik değil adalet söz konusu... İlk mısra başa düşer son mısra dipte kalır ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.

Bir fabrikatör fabrikasının büyüklüğünü bölmelerini motorlarını kazanlarını tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder...

Bir ressam da öyle değil mi? O çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri şekilleri mutlak eşitlikle değil adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...

Cenâb-ı Hakk’ın şu âlemdeki icraatı da “eşitlik” üzerine değil “adalet” esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce anne baba ve evlât mefhumlarından söz edilebilir miydi?... Ve yine böyle bir eşitlikte amiri ve memuruyla çiftçisi ve tüccarıyla öğretmeni ve öğrencisiyle işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatı ortaya çıkabilir miydi?..

Diğer varlıklara da bir göz atalım: mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı ne de gök!. Şimşek çakıyorsa bulutların yüklerinin aynı olmadığındandır.

Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?..

Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa ruh hâletinden diş ve tırnak yapısına vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.

İşte adalet budur. “niçin o serçe oldu bu kedi” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa “Allah böylece irade buyurmuştur” diye cevap verilecektir. Aksini irade buyursaydı o soru yine sorulacaktı.

Kaldı ki ne o serçe ne de o kedi başka bir âlemde imtihana tabi tutulmuş değiller. Tâ ki başarılarına karşılık kendilerine verilen “hayat makamını” az bulsunlar. Onlar daha düne kadar tabiri caiz ise yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hak onlara sırf bir lütuf olarak şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuuren biliyormuşçasına hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını... Ruhlarında kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor...

İşte bütün bunlar ilâhî adaletin harika tecellileri...

Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz... Hikmeti ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.

İşin garibi Allah’ın en büyük lütfuna mazhar olan insanoğlundan başka ilâhî adalete itiraz eden çıkmıyor. Münkirlerin hayvandan daha aşağı olmalarının bir sırrı da bu isyan olsa gerek.

Kadın ve Erkek Eşit midir?

"Kadın erkek eşitliği söz konusu mudur?" şeklindeki bir soruya hemen “evet” veya “hayır” demek çok zor. Çünkü soru bu haliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. “Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?” gibi. Eğer “hukuki açıdan” soruluyorsa cevap olarak “evet” diyebiliriz.

Eğer “her hususta” denilirse o zaman bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira cevabı sorunun içindedir. Madem ki iki ayrı cinsten söz ediliyor. Öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?

Aynı cins renk şekil ve dolgunlukta iki elmayı yan yana koyup “bunlar birbirine eşit mi?” diye sorabiliriz. Ama aynı mantık içerisinde “kadın - erkeğe eşit midir?” diyemeyiz. Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için meseleyi sadece bir tek kelimeyle çözümlemek mümkün değil.

Şayet “kadınla erkek arasında insanlık itibariyle yani iyi insan üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?” diye sorulursa o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakâlem şu yahut bu üstündür demek çok zordur. Çünkü ister kadın ister erkek olsun her insan Allah'ın kuludur. O hangi kulunu üstün tutuyor daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan Kur' an’a baktığımızda üstünlük ölçüsü olarak karşımıza “cinsiyet”in değil “takva”nın çıktığını görüyoruz. Evet Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır.

Nedir takva? En kısa ifadesiyle Allah'tan korkmak günahlardan sakınmak o'nun razı olmadığı hareket tavır hal ve sözlerden uzak durmak. O'nun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte kim böyle yaparsa üstün insan faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.

Takva dendi mi hemen salih ameli de hatırlıyoruz. Salih amel yani hayırlı güzel işler görmek... Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Mesela okunan her Kur'an harfine karşılık on sevap verilmişse bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.

Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır?

Bu soruya hiç tereddüt etmeden “elbette” diye cevap verebiliriz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda bebeklerini bağrına basar öper elbiselerini değiştirir beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise taksi uçak tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.

Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok iş hayatı yahut politika konuşulurken kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.

Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek terkip ve tahlilde kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte kadından daha ileri... Kadın ise o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.

Erkek dış âleme daha açık. Şefkatte kadından geri ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük... Bunun en büyük faydası yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam...

Bu iki cinsin zaafiyetleri de farklılık gösteriyor: erkekte tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise gösteriş ve desinler belası... Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyeti... Buna “teessürilik” deniliyor. Kadın çevre tesirlerinden etkilenmekte erkekten daha hassas... Dolayısıyla telkine kapılmaya aldatılmaya ondan daha müsait. Yaldızlı sözlere kanmakta daha zavallı.

Kadında sezgi gücü erkekten çok kuvvetli...değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta... Yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç-kuvvet yönünden kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor... Ama bazılarında bu ihtiyaç aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.

Kadın hayat arkadaşına -ona nispetle- daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde ve şehvette erkekten çok ileri. Dolayısıyla şeytana alet olmaya daha müsait.

Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmeli onun erkekleşmesine değil ideal bir kadın olmasına çalışmalıyız.

Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder.

Bunun bir başka türlüsü erkekle kadın arasında geçerli... Bu iki cinsin bedenlerindeki farklılık ruh yapılarında da görülüyor. Bunu bilmezlikten gelip kadın-erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek en başta kadına zarar verir.

Aslında bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. “hüküm çoğunluğa göre verilir” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi hâkim olmaktan çok kâtip amir olmaktan çok sekreter pilot olmaktan çok hostes patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Maalesef kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya zaifliğini bir suçmuş gibi değerlendirdik; onun rızkı bize bağlıymışçasına kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık ona haksız muamelelerde bulunduk. Yahut kendisine çok fazla fırsat verdik onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet