- Ruhları geç dönem kelamcıları ve İslam Filozofları mücerred (gayr-i maddi) ve tahayyüz (yer kaplayan) etmeyen varlıklar olarak söylüyorlar. Peki böyle olunca -haşa- Allah'a müşarik lazım gelmez mi?
- Bu iki hususta Allah ruhlara ortak olacak diğer hususlarda ondan ayrı olacak; mesela Allah Teala adem-i lizatihi kâbil olmayandır ruhlar ise adem-i lizatihi kâbil olandır ve az önce söylediğim gibi ikisi de mücerreddir. O zaman bu Allah'da terkibi gerektirmez mi ve mahiyet yani zat benzerliğini bazı yönlerden ortaklığını gerektirmez mi?
- Hatta aynı şekilde bizim de ilim-sem-basar vs. gibi sıfatlara sahip olmamız da böyle Zat'ta iştirakı gerektirmez mi?
- Çünkü sıfatların zata bakan yönleri vardır. Bununla birlikte fiziksel alemdeki eşya hayata kâbil midir mesela ilim bir atomla kaim olabilir mi eğer hayır ise ahiret alemi nasıl taşıyla toprağıyla hayattar olacak?
- Ayrıca meleklerin de mücerred olması Hz. Cebrail'in Peygamber'imize gelmesi Peygamber'imizin O'nu gerçek sureti ile kanatlarıyla görmesi gerçeğiyle nasıl bağdaştırılır?
Değerli kardeşimiz
Güneşin aynada yansıyan ısı ışık ve renkleri güneşe ortak değildir ve olamaz. Çünkü onların varlığı da ve varlığının devamı da güneşe bağlıdır.
Bunun gibi bütün mevcudat varlığında varlığının devamında ve varlığının devamı için gerekli ihtiyaçlarında Allah’a bağlıdır ve Onun var etmesiyle varlıkları devam etmektedir. Ona nasıl ortak olabilir.
Bu kısa açıklamadan sonra sorularınıza cevap vermeye çalışalım:
1) Allah’ın ortağı olmaması onun birliğine yaratıcılığına yöneticiliğine şerikinin olmaması demektir. Yoksa insanların hayat sahibi ilim sahibi irade sahibi olması gibi bazı sıfatlarda benzer gibi olması söz konusudur. Ancak bu benzer gibi şeyler de gerçekte Allah’ın zat ve sıfatına benzemiyorlar. Benziyor gibiler.
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.”(Şura 42/11)
mealindeki ayette bu gerçek oldukça açıktır. Çünkü ayette Allah’ın da insanların sahip olduğu görme ve işitme sıfatına sahip olduğuna işaret edilmiş fakat bununla beraber Onun hiçbir şeye benzemediğine vurgu yapılmıştır.
Demek ki bazı varlıkların bazı hususlarda Allah’ın bazı sıfatlarına benziyor görünmeleri gerçek anlamda benziyor anlamına gelmez. Yukarıdaki ayette geçtiği üzere insanlar ve diğer canlılar görme ve işitme vasfında Allah’ın sıfatlarına benzerlik göstermiş olmalarına rağmen Allah bu benzerliği şiddetle reddetmektedir.
O halde “benzerlik / teşbih”in bazı yönlerinin var olması gerçek teşbih değildir. Dolayısıyla ilgili vasıfta bir ortaklık söz konusu değildir.
- Evvela şunu çok net ortaya koymak gerekir ki Allah’ın yaratıklardan hiçbirine benzememesi bir yana onun sahip olduğu sıfatların bağımsızlık özelliği başka varlıkların Allah’a bağımlı olan vasıflarından öyle ayırıcı bir husustur ki görünürdeki bütün benzerlikleri sıfıra müncer kılmaktadır.
- Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi
“Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile Hâlık-ı Zülcelal'in sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î iraden ile bu haneyi muntazam yaptığından şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr Alîm Hakîm Müdebbir bilmek lâzımdır.”(bk. Sözler s. 128).
Aslında “Vahid-i kıyasi” denilen ölçü birimi vehmi bir hat da olabilir. Çünkü görevi sadece bir hakikatin anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Yine Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:
“Sâni'-i Hakîm insanın eline emanet olarak rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene bir vâhid-i kıyasî olup evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.” (bk. Sözler s. 536).
- İşte bütün bu açıklamalar ışığında -yukarıda da işaret ettiğimiz gibi- varlıkların bağımlı olması bağımsız bir varlığa sahip olan Allah’ın sıfatlarıyla gerçekte hiç bir benzer tarafı yoktur. Çünkü bütün benzerliklerin asıl dayanak hattı ve nirengi noktası olan varlıktır var olmaktır. Mesela Allah’ın varlığı ilmi iradesi görmesi vardır. İnsanların da bu sıfatları vardır. Ancak insanların bu sıfatlarının varlığı ancak Allah’ın yaratmasıyla var etmesiyle vardır. Bu sebeple bunlar adem hükmündedir. Onun içindir ki bazı ehl-i tasavvuf “la mevcude illa hu” (Allah’tan başka varlık yoktur) veya “la meşhude illa hu” (Allah’tan başka müşahede edilen bir varlık yoktur) demişler. Çünkü bütün yönleriyle Allah’ın varlığına iradesine bağımlı olan bir varlığın varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur.
Nitekim kelamcılar: varlık kavramını açıklarken “varlığı vacip olan Allah; varlığı muhal olan şerik-i bari(Yaratıcının ortağının muhal olması); varlığı ile yokluğu arasında fark olmayan mümkünat” şeklinde bir taksimat yaparlar. Var olanlar arasında Allah’tan başka her şey “mümkün”dür.
Öyleyse Allah ile diğer varlıklar arasında hakiki bir benzerlik olmadığı gibi bir ortaklık da yoktur. Bir tarafta Yaratan diğer tarafta yaratılan vardır. Bir taraftan bağımsız bir varlık diğer taraftan bağımlı bir varlık.
- Maddenin tehayyüzü gibi Ruhun “adem-i tehayyüz” (bir yere dayanmaması) vasfı da bağımlı bir özelliktir. Onu o kabiliyette yaratan Allah’tır. Allah’ın görmesi işitmesi ilmi iradesi insanlarınkine benzemediği gibi O’nun “adem-i tehayyüz” vasfı da ruhun ilgili vasfına benzemez. Çünkün bu özellğinin varlığı ve varlığının devamı da Allah'ın var etmesine bağlıdır Ondan bağımsız değildir ve olamaz.
- Bu sebepledir ki biri: “Allah vardır; ben de varım.. Öyleyse ben -haşa- onun ortağıyım.” dese onun âcizliği fakirliği Allah’a olan bütün ihtiyaçları kendisini yalanlayacağı gibi adem-i tehayyüz vasfından dolayı ruh da öyle bir iddia da bulunsa ruhun bütün ihtiyaçları onu anında yalanlar.
- Bizim kanaatimize göre
“Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak Allah’dır. O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak Allah’a zor değildir.”(Fatır 35/15-17)
mealindeki ayetlerin ifadesi “Allah’a benzeme ve ona ortak olma” vehmine ihtimal vermeyi bile ihtimal dışına itmiştir.
2) “Fiziksel alemdeki eşya hayata kâbil midir mesela ilim bir atomla kaim olabilir mi?” sorunuza karşı
“(De ki: Allah’ım!) Geceyi gündüze katar günü uzatırsın gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri diriden ölü çıkarırsın.” (Al-i İmran 3/27)
mealindeki ayeti hatırlatıyoruz.
- Bununla beraber ahiret yurdu bu dünyaya benzemez. Orada sebeplere bakan hikmetten çok kudrete bakan yaratma kanunu icra-yı faaliyet yapar.
“Ey insanlar! Sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek bir tek kişiyi diriltmek gibidir. Allah semîdir basîrdir / her şeyi hakkıyla işitir ve görür.”(Lokman 31/28)
mealindeki ayette kudretin akıl almaz icraatına işaret edilmiştir.
3) “Meleklerin de mücerred olması Hz. Cebrail'in Peygamber'imize gelmesi Peygamber'imizin O'nu gerçek sureti ile kanatlarıyla görmesi gerçeğiyle nasıl bağdaştırılır?” sorusuna şöyle cevap vermek mümkündür:
- Hz. Peygamber (asm)'in meleği asli hüviyetiyle görmesi bir anda Miraca çıkıp gelmesi ayı parmağıyla ikiye bölmesi ve benzeri mucizelerden daha harika değildir.
- Bazı insanlar cinleri gördüklerini söylerler. Bilim adamları laboratuarda dışarıda görülmesi imkânsız bazı şeyleri görebiliyorlar. Büyüteçle en küçük mikroskobik canlılar görülebiliyor.
- Melekler birbirini görürler. Demek ki ervah-ı mucerredenin kendileri gibi mucerred varlıkları görmeleri mümkündür. Hz. Peygamber (asm)’in de Allah’ın elçisi olarak sürekli sohbet ettiği bazı melekleri -olağanüstü / bir mucize eseri olarak- görmesi elbette mümkündür.
- Bununla beraber Hz. Cebrail’in hüviyet-i misaliyesinin timsali olan nurani temessülü de görmüş olabilir. Çünkü Nuranilerin akisleri aynısı olmasa da gayrısı da değildir. Nitekim “huzur-u Muhammedîde (asm) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail'in (as) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri tevatür suretinde eskiden beri nakl ve rivayet ediliyor.” (bk. Asa-yı Musa s. 115)
“(Temessüllerin üçüncüsü:) Nurani ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A'zam'ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı.” (bk. Sözler s. 194).
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet