Değerli kardeşimiz
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (ALEYHİSSALATU VESSELÂM) PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ
a. Geçmiş İlahî Kitaplarda Geleceğinin Müjdelenmesi
Geçmiş ilahî kitaplarda Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini müjdeleyen ve onun bir peygamber olarak insanlara gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur. Birçok değişikliklere maruz kalmalarına rağmen elimizdeki mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında pek çok işaret bulunmaktadır.
Tevrat’tan bunlardan sadece dört tanesini arz etmekle iktifa edeceğiz:
“...Musa demiştir: ‘Rab size kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler hep söylenen bu günleri ilan ettiler.” (Yeni ahit Resullerin İşleri Bâb: 3 Ayet 22)
“...Ve Rabbin... Musa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye Bab: 34 ayet: 12)
“Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek.” (Kitab-ı Mukaddes Tesniye Bâb 18 Ayet 18)
“Rab Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.” (Tesniye Bâb 33 Ayet: 2)
Ahd-i Atik’in (Tevrat’ın) ilgili yerlerinden yapılan iktibaslardan hareketle şu tespitleri yapabiliriz:
Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğullarına Hz. Musa’nın ‘kardeşleriniz’ şeklindeki hitabı İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna yani İsmail Oğullarına işarettir. İsmail Oğullarından gelecek peygamber ise ancak Peygamber Efendimiz olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) gelmiştir. Burada sonradan gelen birer peygamber olmaları yönüyle akla Hz. Yûşa ve Hz. İsa da gelebilir ne var ki her ikisi de Hz. İsmail’den değil İsrail Oğullarındandır. Nitekim Hz. Musa ikinci ayette kendisi gibi bir nebinin İsrail Oğullarından bir daha çıkmayacağını açıkça ifade etmektedir.
Hz. Musa ‘benim gibi’ sözüyle Peygamberimizi (aleyhissalatu vesselâm) kastetmektedir; çünkü cihad getirdiği hükümler koyduğu cezalar cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi pek çok hususta Hz. Musa’ya benzeyen Hz. Yuşa ve İsa değil Peygamber Efendimiz’dir (aleyhissalatu vesselâm).
"Sözlerimi ağzına koyacağım." ifadesi Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ümmî olup okuma yazması bulunmadığı halde Kur’ân’ı ezbere okumasıdır. Yüce Allah vahyi peygamberine inzal etmiş o da şifahen başkalarına aktarmıştır ki bu konuda o sadece bir aracı durumundadır. Kur’ân’ın şu ayeti bu hususa dikkat çeker:
“(Ey Nebi ) muhakkak ki bu (Kur’ân) âlemlerin Rabbinin indirdiği bir kitaptır. Onu ruhu’l-emin (Cibril) uyaranlardan olman için senin kalbine gayet açık bir Arapça ile indirmiştir. Bu (Kur’ân’ın indirileceği) şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları âlimlerinin bunu bilmeleri onlar için bir delil değil midir?” (Şuarâ 26/192-197)
‘Sina’dan gelme’ ifadesi Hz. Musa’ya Tur-ı Sina’da ilahî hükümlerin verilmesini; ‘Sair’den doğma’ Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini; ‘Paran dağlarında parlama’ ise Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) Mekke’den çıkacağını ifade eder. Paran -Arapça okunuşuyla Faran- Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır. Bu ayette ‘mukaddesler’ ifadesiyle de Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) her türlü ayıptan uzak bulunan âline ve ashabına işaret olunmaktadır. Keza bu son ayette geçen ‘sağda ateşli ferman’ ifadesi İslâm dinindeki Cihad’a işaret etmektedir.
Eldeki İncil metinlerinde de bu işaretleri görmek mümkündür:
“Taş köşenin başı oldu... ve o gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.” (Matta Bab: 21 ayet: 42)
“Rab size başka bir Faraklit verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun.” (Yuhanna Bab: 14 ayet: 15)
“O size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna Bab: 14 ayet: 26)
“...ben gitmezsem Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah salah ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.” (Yuhanna Bab: 14 ayet: 7-8)
Birinci ayette geçen "köşe taşı" Hz. İsa olamaz; çünkü Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma ve toz gibi dağılma meydana gelmemiş bu Peygamber Efendimizle (aleyhissalatu vesselâm) olmuştur. Zaten hükmeden Hz. İsa değil Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) idi. Nitekim hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa’nın kendisidir. Diğer taraftan hadis-i şeriflerde Peygamberimiz kendisinin peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmektedir yani peygamberimizle peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.
Müteakip ayetlerde ise Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup Arapça’da ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. Zaten Kur’ân’da Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) İncil’deki isminin ‘Ahmed’ olduğu zikredilir. Esasında Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) geleceğini ve vasıflarını anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcut değildir.
b. Üstün ve Eşsiz Ahlâkı
Gerek peygamberliğinin gerekse peygamberlikten önceki hayatının her bir döneminde O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) herkese iyilik yapan ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gideren sade bir hayat yaşayan asla yalan söylemeyen kendisine kötülük yapanları bağışlayabilen her konuda güvenilebilen “üstün ve yüce Ahlâk sahibi” mükemmel bir insan olduğu tarihle ilişkili bütün kaynaklarca tespit edilen bir gerçektir. Kur’ân Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) eşsiz ahlâkını şöyle ifade etmektedir:
“Her hâlde sen ahlâkın -Kur’ân buudlu ulûhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkânsız idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem 68/4.)
Hayatın her safhasında her türlü hâl durum ve engellemeler karşısında ahlâkî değerlerin tamamını yaşayıp bunların canlı bir örneğini verebilmek ancak doğrudan doğruya ilahî bir terbiyeye tâbi tutulan bir peygamber için mümkün olabilir.
O bütün güzel hasletleri en yüce şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamıştır. Son derece cesur ve celadetliydi ama aynı zamanda son derece mütevazı halim ve selimdi. Daha da önemlisi cesaret ve celadeti kalpleri kırıp dökme noktasına varmadığı gibi tevazuu ve affediciliği de hiçbir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmemişti. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur veren bir insan olan Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) metin ve çetin oluşunun yanı sıra insanları alabildiğine seven ve onlara merhamet eden birisiydi. Sevenlerinin kendisine en derin hislerle teveccüh ettiği manevî bir mevkide olmasına rağmen o bir çocukla dahi sohbet edebilecek kadar mütevazı idi. Ve yine O son derece cömert idi ama bunu israf derecesine vardırmayacak kadar da iktisatlı idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı şahsında toplayan yaşayan ve örnek olan bir insanın durumu ancak onun özel ve görevli bir insan oluşuyla (peygamberliğiyle) izah edilebilir.
Hayatı boyunca sade bir hayat yaşamayı tercih eden Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Mekke döneminde kendisine defalarca yapılan makam ve servet gibi dünyevî vaadleri her seferinde reddetmiştir. Uzak kaldığı bu hususlardan ailesinin ve çocuklarının da beri olmasını sağlamıştır. Gerek zekât ve sadakanın yasak olduğu aile efradına bakıldığında gerekse kendisine bir kolye takma izni bile verilmeyen kızı Fatıma’ya bakıldığında onun bu hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Medine döneminde de elde ettiği çeşitli muvaffakiyetler zaferler ve malî imkânlardan sonra hiç değişmemesi O’nun yüce ve yüksek ahlâkının doğruluk derecesini gösterir. Büyük zafer ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması başının dönmemesi vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin en parlak bir delilidir.
Hasılı O’nun -faraza- söz ve davranışlarında yalan ve samimiyetsizlik olsaydı gerek peygamberlik öncesi gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek ve neticede fırsat kollayıp duran hasımları kılıca sarılma lüzumu duymadan -bu durumu değerlendirmek suretiyle- maksatlarına ulaşacaklardı.
Şu halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki O’nun hiçbir mucizesi olmasa bile bizzat kendisi kendi doğruluğuna ve peygamberliğine büyük bir delil ve şahittir.
c. İnsanlık Tarihinde Gerçekleştirdiği İnkılaplar
Beşer tarihinde kompleks bir varlık olan insan unsurunu Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’den daha iyi anlayan daha iyi yoğurup yetiştiren tarihe mal edip numune kılan ve de yetiştirdiği kimseleri medenî milletlere yol gösterici mürşid ve muallimler haline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir.
O Hak’tan hak olan mesajlarla gelmiş hak bir peygamberdir. Ortaya koymuş olduğu pâk hayat ve gerçekleştirmiş olduğu eşsiz inkılap onun Allah adına konuştuğunun cerhedilemez (ibtal edilemez) delilleridir.
Bu cümleden olarak birkaç hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz:
Hayatı bütün yönleriyle kucaklayan ve zaman aşımına uğrama yetersiz kalma ve yeniden düzenleme gibi noksanlıklardan uzak evrensel bir nizamı bir adam bir çocuk bir köle ve bir kadınla başlatıp yirmi üç yıl gibi çok kısa denilebilecek bir zamanda yerleştiren bir Zat’ın peygamberliğinden nasıl şüphe duyulabilir? Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen hiçbir askerî okul bitirmeyen hiçbir ictimaî mektepten çıkış almayan teleskop ve mikroskopla hiçbir tanışıklığı bulunmayan hele hele okuma-yazması olmayan o Zat’ın her sahada bir uzman gibi şaşmaz ve eskimez sözler söylemesi başka nasıl izah edilebilir?
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) güçsüzlerin ve fakirlerin alabildiğine ezildiği kabile ve soylarına göre insanların değer gördüğü piyasayı faiz ve karaborsanın teslim aldığı ve kuvvetin kanun haline geldiği bir ortamdan diğer bir ifadeyle çölün inatçı zulümkâr ve kendini beğenmiş insanlarından insanlığın en önemli rehberlerini çıkarmıştır. Bu durum onun peygamberliğinin dışında ne ile izah edilebilir?
Kalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantı derecesindeki huyları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hususiyle belli bir yaşı aşmış insanlara yanlış ve batıl inançlarını terk ettirmek çok daha zordur. Bugün bırakın içki kumar fuhuş rüşvet dolandırıcılık hırsızlık gibi alışkanlıkları- bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı sayılmaktadır. İlim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri halde sigara gibi içki de kumar da terk ettirilememektedir.
Şimdi Peygamber Efendimizin (aleyhi ekmelüttehaya) çehresini değiştirdiği asra uzanalım. Kendisi hükümdar olmadığı yani hiçbir tahakküm ve zorlamayla işini yürütmediği -ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkânına sahip bulunmadığı- halde âdet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş inatçı mutaassıp ve geleneklerine son derece bağlı muhtelif kabile ve topluluklardan küçük bir imkânla ve gayet kısa bir zamanda o Zat’ın bir değil onlarca belki yüzlerce âdet ve alışkanlığı kaldırdığına şahit oluyoruz. Bunun da ötesinde bu alışkanlıkları kaldırmakla kalmayıp onların yerine insanı insan yapan hasletleri yerleştirdiğini görüyoruz. Bunları bilen her bir insana ‘Sen Allah’ın resûlüsün.’ demek düşmez mi?
O (aleyhissalatu vesselâm) bütün bu işleri yaparken korkutma ve zorlamaya başvurmadan sevdirmeye dayalı ikna yoluyla kalplere girmiştir. Zaten tehdit ve zorlamaya başvurmuş olsaydı getirdiği dinin asırları aşıp bugüne gelmesi de asla mümkün olamazdı. O muhabbeti müsamahası şefkati merhameti ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil kendisine kılıç çekmiş -Halid Vahşi Ebu Süfyan Hind İkrime ve Safvan gibi- düşmanlarının bile kalplerini bir bir fethetmiştir.
Tebliğ ettiği Kur’ân ve onun canlı tefsiri olan sünnetiyle dünya nüfusunun dörtte birinin ferdî ve ictimaî hayatına modellik yapan her gün en az beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse -ki değildir- o zaman o Zat için ‘Böyle birisi ancak gücünü Allah’tan alan bir peygamber olabilir.’ diye düşünülmesi gerekmez mi?
d. Mazî ve İstikballe Alâkalı Verdiği Haberler
Gaybı bilmek tamamen Allah’a aittir. Kur’ân birçok ayetiyle bu gerçeğe dikkat çeker. Bu itibarla Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir beşer olarak gaybı bilemezdi; ancak o Allah’ın bildirmesiyle biliyordu. Nitekim bir ayette bu husus şöyle ifade edilir:
“Gaybı bilen O’dur. Gayba kimseyi muttali kılmaz ancak (bildirmeyi) dilediği resûl bunun dışındadır...” (Cin 72/26-27.)
O kendiliğinden bir şey söylemiyordu söyledikleri yalnızca Allah’ın bildirdikleriydi. Bu cümleden olarak Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) gaybla ilgili haberlerini geçmiş ve geleceğe ait olmak üzere iki grupta değerlendireceğiz.
1. Kur’ân vasıtasıyla onun gerek fert gerekse Ad Semud ve İrem kavimleri gibi geçmiş toplumlara ait verdiği haber ve bilgilerin hiçbiri on dört asırdır yapılan ilmî araştırmalar ve arkeolojik kazılarla yalanlanamamış; hatta tam tersine her geçen gün yeni buluş ve gelişmelerle doğrulanmıştır. Ayrıca o anlattıklarını sadece tarihte kalmış hikâyeler olarak değil yaşanmış bu hadiseleri ders çıkarılması gereken birer ibret sahnesi olarak takdim etmiştir. Acaba okuma yazması olmayan Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) -hem kendi zamanındaki hem de gelecekteki ilim adamları ve mahfilleri karşısında- Tevrat ve İncil gibi ilahî kaynaklı mukaddes kitapları kendinden emin bir şekilde kritiğe tâbi tutup doğrularını tasdik yanlış ve muharref yanlarını tashih etmesi O’nun bir peygamber olmasından başka ne ile izah edilebilir?
2. Onun -Kur’ân’da bildirilenler hariç- ileride vuku bulacağını söylediği gaybî haberlerden birkaçını burada zikredebiliriz: Bedirde Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) savaş öncesinde-Ebu Cehil Utbe Şeybe ve Velid gibi- inkârcıların ileri gelenlerinin öleceklerini yerleriyle birlikte haber vermesi ve bu durumun aynen gerçekleşmesi; vefatından sonra ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın Fatıma (r.a.) olacağının haber verilmesi ve altı ay sonra kızının babasına kavuşması; Hz. Hasan daha küçük bir yaşta iken ona işaretle
“Bu benim evladım Hasan o seyyiddir Allah onunla iki azim topluluğu birbiriyle sulh ettirecektir.”(Buhari Fiten 20 Sulh 9 Menakib 25)
buyurması ve bu durumun ileride aynıyla tahakkuk etmesi; Ammar b. Yasir’in vuku bulacak bir fitne içinde şehid edileceğinin haber verilmesi; annesi tarafından akrabası olan Ümmü Haram’ın ileride bir sefere iştirak edeceğini haber vermesi ve bu haberin Kıbrıs seferiyle gerçekleşmesi…
Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) uzak istikbale ait verdiği haberler de söz konusudur ki bu haberler yorum isteyen haberler olması yönüyle bu çalışmanın hacmini aşmaktadır.
Hasılı kendisinden asırlar önce vuku bulmuş ve bulacak olan olayları tam bir doğruluk ve mükemmel bir üslup ile nakleden bu ümmî Zat’ın önünde bir kere daha eğilip "Sen Allah’ın Rasûlüsün." demekten öte önümüzde başka bir yol kalmıyor.
Göstermiş Olduğu Mucizeler
Mucize Allah’ın gerek vahyin doğruluk ve sıhhatini desteklemek için gerekse müminlerin imanını kuvvetlendirip inkârcıların inadını kırmak için peygamberleri vasıtasıyla göstermiş olduğu harikulade durum ve hallerdir. Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) mucizelerini Kur’ân ve diğer kevnî mucizeler olmak üzere iki grupta inceleyebiliriz:
a. Ebedî Mucize: Kur’ân
Hiç şüphesiz ki O’nun en büyük mucizesi Kur’ân’dır. Çağlar üstü bir gerçekliğe sahip bulunan özelliğiyle Kur’ân her şeyden önce Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini destekleyen bir delil olarak karşımızda durur.
Kur’ân ümmî bir insanın elinde ortaya çıkışı ihtiva ettiği hakikatlerin birbiriyle çelişmeyişi geçmiş ve geleceğe dair haberler verişi ve asırlar öncesinden kevnî bilgilere temas edişi gibi mucizevî yönleriyle hem Allah kelâmı olduğuna apaçık bir delildir hem de Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini ispat eden bir delildir.
Her peygamber kendi zamanında revaçta olan meselelerle alâkalı mucize göstermiştir. Meselâ Hz. Musa (a.s.) zamanında Mısır’da "sihir" revaçta olduğundan O bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren "asa" mucizesiyle gelmiştir; Hz. İsa (a.s.) zamanında ise ‘tıp’ revaçta olduğundan o onulmaz hastalıkları iyi etme ve ölüleri diriltme mucizesiyle gelmiştir; Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) zamanında ise şiir güzel söz söyleme sanatı (belağat) el üstünde tutulduğundan ve belki ondan sonraki zamanların dahi en tesirli ve güçlü silahı ‘söz söyleme sanatı’ olacağından O da en büyük mucize olarak bütün şairleri hatipleri edipleri susturan Kur’ân mucizesiyle gelmiştir.
b. Diğer Mucizeler ve Bu Mucizelerle Alâkalı Olarak Vurgulanması Gereken Hususlar
Peygamber Efendimize (aleyhissalatu vesselâm) ait mucizeler tabiatıyla sadece Kur’ân’dan ibaret değildir. O "bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiği" için her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir. Nasıl ki büyük bir hükümdar bir yaverini/elçisini çok çeşitli milletlerin ve toplulukların bulunduğu bir diyara gönderse orada bulunan her millet her kabile ve her sınıf kendi milleti kabilesi sınıfı adına o elçiyi karşılayıp ‘hoş geldin’ der ona şükranlarını arz eder ve alkış tutar; aynen öyle de varlığın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah tarafından âlemlere gönderilen bir elçi olarak Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) insanoğluna bir memur ve meb’us olarak geldiği gibi diğer mahlûkata da rahmet olarak gelmiştir. Şöyle ki;
Varlıklar peygamberlerin hususiyle en son ve en kapsamlı mesajın sahibi Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) verdiği ‘tevhid’ dersiyle abes boş ve manasız görülmekten kurtulup bir anlam ve değer kazanmışlardır. Bu münasebetle de meleklerden cinlere yıldızlardan ağaç ve taşlara hayvanattan bitkilere kadar her taife her sınıf -kendilerine has bir dille- O’na şükranlarını arz edip O’nun elinden sadır olacak mucizelere birer vasıta olmuşlardır. Böylece bütün bir varlık kendisine rahmet olarak gönderilen Elçi’nin doğruluğuna şahitlik yapıp peygamberliğini âleme ilan etmişlerdir.
Vurgulamaya çalıştığımız bu husus mübalâğalı ifadeler olarak algılanabilir. Bu noktada şunu hatırlatmakla iktifa edeceğiz: Unutulmamalıdır ki Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) getirdiği mesaj vesile kılındığı rahmet bütün âlemlerle alâkadardır buna göre kâinatın her bir âleminin O’nun risaletini/peygamberliğini tasdik eden mucizelere sahne olması gayet makul bir durumdur.
Mucizeyi imkânı yönünden inkâra imkân yoktur. Çünkü mucizeler peygamberlerin elinde görülmüş olsalar da onları varlık sahasına çıkaran kendisi için zor ve kolay diye bir şey olmayan Kur’ân’ın ifadesiyle ‘dilediğini yapan’ yüce Allah’tır. Allah (c.c.) ilahî âdetinin gereği olarak sebepler ve kanunlar çerçevesinde icraatta bulunur. Ama O sebepler dâhilinde icraatta bulunmak mecburiyetinde de değildir. Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden O gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek gerekse akılların sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için zaman zaman farklı icraatta bulunur böylece bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır.
Mucizelerin tamamı her yerde herkesin açıkça göreceği bir şekilde cereyan etmemiştir. Şayet böyle olmuş olsaydı o zaman aklın varlığının bir hikmeti kalmazdı. Zira böyle bir durumda insanlar iradeleri ellerinden alınmış olduğu için cebren imana zorlanmış olurlardı ki bu onların içinde bulunduğu imtihanın sırrıyla bağdaşmaz.
Mucizelerin çoğunu yalan üzerinde birleşmeye tenezzül etmeleri mümkün olmayan bir topluluk nakletmiştir. Bazıları ise bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de diğer şahitlerin/sahabilerin buna itiraz etmemesiyle onlara yakın bir rivayet kuvveti kazanmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'in mucizeliği konusunda şimdiye kadar hiçbir tereddüde hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde pek çok şey söylenmiş ve pekçok şey yazılmıştır. Biz sual-cevap sütununun müsaadesi ölçüsünde ve hülâsa mahiyetinde birkaç ana başlığı zikretmekle yetineceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'in Efendimiz (asm) veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla günümüzün Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce dünün müşrikleri gibi bugünün müşrikleri de bu mevzuda düşünmeden garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân kim tarafından olursa olsun insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.
Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:
1. Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Araplar Efendimizin (asm) Kur' ân dışı beyanlarını kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.
2. Hadisleri okurken arkasında düşünen konuşan Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.
3. Mektep-medrese görmemiş Ümmî Bir İnsanın -O ümmîye ruhlar feda olsun- eksiksiz kusursuz; ferdî ailevî içtimâî iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi her şeyden evvel düşünce ve aklın bedâhetine terstir. Hele bu sistem asırlar boyu dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.
4. Kur'ân'da varlık hayat ve bunlarla alâkalı ibadet hukuk ve iktisad gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu beşer kelâmı farzetmek bir bakıma onun mübelliğini beşer kabul etmemek demektir. Zira yukarıdaki meselelerin bir teki bile süreklilik ve zaman üstü olma gibi hususiyetleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle yüzlerce meselesinden herbiri birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı mektep-medrese görmemiş bir ümmîye isnad etmek mücerred bir iddiadır.
5. Kur'ân geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen beşer kelâmı olamaz. Bugün yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte Hz. Sâlih (as) Hz. Lut (as) ve Hz. Musa (as) gibi peygamberler işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri!..
Kur'ân'ın geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar geleceğe aid ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini
"Allah dilediğinde güven içinde başlarınızı traş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’â gireceksiniz." (Fetih 48/27)
ayetiyle haber verdiği gibi İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da
"O Resûlünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şâhid olarak.Allah yeter." (Fetih 48/28)
beyanıyla ilân etti. Kezâ o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda Bedir gâlibiyetiyle Müslümanların da sevineceğini
"Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetden sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aiddir. O gün mü'minler de sevinirler."(Rum 30/2-4)
müjdesiyle duyurmuşdu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı. Bunun gibi
"Ey Resûl Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır."(Maide 5/67)
ayetiyle de en yakınındaki amcasından düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu halde hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu.
Değişik ilim dallarının inkişâfıyla âfâk ve enfüsün yâni insan mâhiyeti ve mekânların didik didik edileceğini ilmî buluş ve tesbitlerin yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını
"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki o (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri)nin gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?"(Fussilet 41/53)
mucizevî beyanıyla ifâde etmişti ki günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir. Ayrıca Kur'ân nazil olduğu günden bu yana
"Deki: And olsun eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar yine O'nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsra 17/88)
deyip hasımlarının damarlarına dokundurduğu halde bir-iki küçük hezeyanın dışında kimsenin ona nazire yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi onun verdiği haberi doğrulamakda ve mucize olduğunu ilan etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu ilk yıllarda Müslümanlar az zayıf iktidarsız ve geleceğe aid hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet ne dünya hakimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri hâvi yeni dinin güç kaynağı adına hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysa ki Kur'ân
"Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara va'deti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümrân kıldıysa onları da yeyüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir."(Nur 24/55)
ayetiyle onlara bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hakimi olacakları müjdesini veriyordu. Daha bunlar gibi Müslümanlığın ve Müslümanların geleceği zafer ve hezimetleri terakkî ve tedennîleriyle alâkalı pekçok ayetler varki hepsini burada zikretmemiz mümkün değil. Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü değişik ilim dallarının varacakları nihâi hudutlarla ilgili olan ayetler teşkil eder. İlmî tesbitlerle alâkalı kısa fezlekeler halinde Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hârika ve o kadar erişilmezdir ki onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir. Yüzlerce âyetin sarâhat delâlet ve işaret yoluyla ifâde ettikleri harikalara dair pekçok eser yazıldığından bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek misâl teşkil edecek birkaç ayetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz:
1. Kâinatın Yaratılışı
Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak
"İnkâr edenler gökler ve yer bitişik bir durumdayken onları birbirinden ayırdığımızı sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Halâ imân etmeyecekler mi?" (Enbiya 21/30)
ayetinin anlattığı yüksek hakikat teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile ilk hilkatla alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Ayette anlatılan bitişik olma ve ayrılma ister gazlardan müteşekkil kitlenin nebulolara ayrılması ister güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp parçalanıp zabt-ü rabt altına alınması şeklinde olsun netîce değişmez. Âyet kullandığı malzeme ve seçtiği üslup itibariyle ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o tazeliğini korumuş bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hakim olmaya da namzed görünmektedir.
2. Astronomi
Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki bunların biraraya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri cildler ister. Biz bir-iki âyetin işaretiyle iktifâ edeceğiz.
"Allah o zattır ki gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd 13//2)
Âyet göklerin yükseltilmesini genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi her şeyin nizam içinde baş başa omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet kubbe-ı âsumânı tutup dağılmasına meydan vermeyen görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama yine de bütün bütün direksiz değil. Zira kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun kaide prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir. Kur'ân bu ifadesiyle bizlere kütlelerarası ile'1-merkez (merkez çek) an'il-merkez (merkez kaç) prensibini düşündürmektedir ki bunun Newton'un çekim kanununa veya Einstein'in (hayyiz)'ine* uyup uymaması bir şey ifade etmez. Hele âyetin Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân suresindeki "Güneş ve Ay'ın hareketleri. tamamen bir hesaba bağlıdır." (Rahman 55//5) Enbiya suresindeki "Geceyi gündüzü Güneşi Ay'ı yaratan O'dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedirler."(Enbiya 21/33) Yâsin suresindeki "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir." dedikten sonra "Bunların herbiri belli bir yörüngede döner dururlar."(Yasin 36/38-40) diyerek Güneş Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıklarını bir âhengi temsil ettiklerini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduklarını apaçık dile getirmektedir. Yerin Yuvarlaklığı "Geceyi gündüzün üstüne gündüzü de gecenin