Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Madem Cenâb-ı Hak hiçbir şeye muhtaç değildir o hâlde kâinatı niçin yaratmıştır?

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:17    Güncellendi: 31.01.2025 23:17
Cevap

Değerli kardeşimiz

Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle samimî düşünülse bu alemleri yaratan Zat'ın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır. Böyle asılsız ve vehmî sorular Allah’ı Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'l-Vücûd'un zâtını ve sıfatlarını mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek daha sonra açıklamaya geçeceğiz.

Güneşin aynalarda tecellisinde onları ışıklandırmasında ışığıyla onları feyizlendirmesinde ne zâtı için ne de sıfatları hükmündeki ısısı ışığı renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez. Yani güneş aynalarda tecelli etse de etmese de kemâli güzelliği zâtında ne ise odur. Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı gibi âynaların olması da onun cemâl ve kemâlini artırmaz.

Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir. Onlar karanlıktan kurtulup nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla aydınlanmaları arasında bir fark yoktur. Yani onların karanlıkta kalması güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez.

Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar onlar güneşi tanımakla sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler. Meselâ güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da menfaat de onlara aittir.

Ganiyy-i Mutlakolan Cenâb-ı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması -hâşâ- ihtiyacından değildir. Bunları yaratmakla onun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller cemâller fayda ve güzellikler o mahluklara aittir. Meselâ hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir.

Hak Teâlâ ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına ne meleklerin medh ü senasına ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir. Bunlar olsun veya olmasın. O zâtında hamd ü senaya lâyık eşi misâli dengi olmayan bir Mâbud-u Mutlak'tır.

Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:

Hemen ifade edelim ki sorunun başında Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken daha sonra "O hâlde kâinatı niçin yarattı?" denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir. Bu sebeple biz önce Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyden müstağni olduğunu izah edecek daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız.

Allah hem zâtı hem de sıfatları ile her şeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı.

"Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân 3/97)

ayetinin bildirdiği gibi Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. Zâtındaki sonsuz kemâlinin izzet ve azametinin daha üstünde bir derece bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla -hâşâ- kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun.

Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de ona mahsustur. Madem ezelde onun kemâli sonsuzdur ebedde de sonsuz olacaktır. Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması ne de artış göstermesi düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da yaratmamaktan da müstağnidir. Yaratılan her mevcud kemâlini ondan almaktadır. Mahlûkatın kemâli onun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir.

Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi

"Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlik-ı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir zâtiyedir. Gayr ve masiva O'na tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler."

Evet bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.

Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:

"Allah Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir."

Cenâb-ı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir yokluğu muhaldir. Mahlûkatın vücudu ise mümkindir olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır. Öyle ise tam istiğna ancak Allah'a mahsustur ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır.

Bu hakikat Risâle-i Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir.

"...O'nun vücudu; zatîdir ezelîdir ebedîdir ademi mümtenidir zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi en esaslısı en kuvvetlisi en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücûd-u Vâcib rasih ve hakikatli ve Vücud-u Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler;'Lâ mevcûde illâ hu' demişler. Yâni: Vücûd-u Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir diye hükmetmiştir."

Allah’ın zâtı gibi sıfatları da her şeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Zira onun bütün sıfatları zatîdir sonsuz kemâldedir mutlaktır. Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez.

Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır. O Zât-ı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise şimdi de ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları onun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar. Elbette o Hayy-ı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez.

Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir. O Alîm-i Külli Şey'in ilmi sonsuzdur mutlaktır. Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir. O Hâkim-i Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur. Bu âlemdeki bütün plân ve programlar hikmet ve faydalar hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir. O ezelî ilmin bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez.

Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri de kudrettir. O Kadir-i Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir. Her şey varlığında devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır. Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez. Yaratılan bütün varlıklar O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir.

İrâde sem’ basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır.

Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâb-ı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık.

Şimdi de "O halde bu kâinatı niçin yarattı?" sorusuna cevap verelim:

Kâinatın yaratılışındaki hikmetler esrarlar sonsuzdur. Öncelikle şunu belirtelim ki:

Cenâb-ı Hak her şeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir müsavidir. Lâkin mahlûkat için adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir. Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır şereftir kemâldir. O hâlde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar faydalar menfaatler onlara aittir. Allah Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır. Yani onlar için şer olan yokluğu değil hayır olan vücudu varlığı irâde etmiştir.

Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince bunlar iki cihette düşünülür: Birincisi;Cenâb-ı Hakk'a ikincisiise hayat sahiplerine özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.

Birinci Hikmet:

Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet Allah Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini yâni kudretinin harikalarını zenginliğinin genişliğini ihsanının meyvelerini şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.

Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl elbette kendini görmek ve göstermek teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir." hakikatince Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek sonsuz sıfatlarını ve esmâ-i hüsnâsını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin nihayet kemâldedirler. Ancak esmâ-i hüsnâsının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir.

Evet madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir bu kudret-i Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem muazzam bir alem ister. Hem madem o Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim her harfinde satırında sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi bütün esmâ-i hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte değişik mahiyette farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını Muhyi ismi canlıların icadını Rezzâk ismi rızık vermeyi Kerîm ismi ikramı Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.

Cenâb-ı Hak sonsuz kemâldeki Zâtını kudsî sıfatlarını ve esmâ-i hüsnâsını sevdiği gibi o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde tecelli etmesini de sever. Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi o esmânm tezahürünü istemesi de haktır. Elbette kâinatı yaratmakla lûtfunu keremini ihsanını ikramını onda göstermesi kainatı yaratmamasından daha güzeldir. Meselâ bir padişahın hazinelerinde bulunan çeşit çeşit cevherleri türlü türlü nimetleri emri altındaki halkına ihsan etmesi onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır. Keza bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır. Aynen öyle de Allahü Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine çıkarması mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması böylece cemâl ve kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi mahlûkatını yoklukta bırakmasından elbette daha hayırlıdır.

İşte Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve enbiyâyı bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren Resûl-i Ekrem (asm.) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir.

Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:

"İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâ'sının bütün meratipleri ve bütün faziletleri hakiki kemâlât olduklarından bizzat sevilir. 'Mahbubetün lizatiha'dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever muhabbet eder. Enbiyâsını ve evliyasını hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekrem'ini sever. Yâni kendi cemâlini sevmesiyle o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle o esmasının mazhar-ı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve san'atınıı sevmesiyle o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle o masnuatına karşı: 'Maşâallah Bârekallah ne kadar güzel yapılmışlar.' diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehasinini sevmesiyle o mehasin-i ahlâkın umumunu cami olan o Habib-i Ekrem'ini ve onun etba ve ihvanını sever muhabbet eder."

Şurası unutulmamalıdır ki Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti memnuniyeti şefkati onun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır mahlûkatın muhabbetine sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir.

İkinci Hikmet:

Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar. Bu da iki noktada incelenebilir:

Birinci Nokta;

"Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler ben onlardan değil." (Gazali İhyau ulûmi’d-dîn -Şamile- 5/54; Câmi‘u’l-ehâdîsi’l-kudsiyye -Şamile- 1/37)

hadîs-i kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâb-ı Hakk'ın inayet ve ikramına lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır. Bütün hayat sahiplerine bir kemâl bir lezzet bir feyz ihsan etmiş onları hayatlarının devamı ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar ile donatmışır. Onlara farklı ihtiyaçlar arzu ve iştihalar vermiştir. Bunların tatmini için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir. Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş hem de devam ve bekalarını temin etmiştir. Bilhassa insan nev'ini akıl hayal hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış bütün nimetlerini ona teveccüh ettirmiştir.

Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması düşünülemez. Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir:

- Cenâb-ı Hak mahlûkatın hangi kazancına çalışmasına fikrine muhtaçtır?
- Yâni şu canlı varlıklar o Ganiyy-i Mutlak'ın hangi işini görmektedirler. Cenâb-ı Hak onların yemesine mi muhtaçtır içmesine mi?
- Doğmasına mı muhtaçtır ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle kuşlar uçmalarıyla hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla insanlar ilmi keşifleri ve ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta Cenab-ı Hakk’ın -hâşâ- hangi ihtiyacını görmektedirler?

Halbuki bütün hayat sahipleri onun mülkünde yaşamakta onun lûtfuna her an mazhar olmaktadırlar.

Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyât 51/56)

ayetinin ders verdiği gibi “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir”.

İnsanlar o Mabud-u Bilhakk'ı tesbih tekbir hamd ve şükür ile ubudiyet vazifelerini ifa edip O'na yakınlık kazanır ebedî saadete mazhar olurlar. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:

"Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi 'İman-ı Billâh'tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı iman-ı Billah içindeki 'marifetullah'tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti o marifetullah içindeki 'muhabbetullah'tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürür ve kalb-i insan için en safi sevinç o muhabbetullah içindeki 'lezzet-i ruhaniyye'dir. Evet bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete nimete envara esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."

Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir. Bunlarla Allah’a manen yakınlık peyda edilir. Bundan hâsıl olan şeref saadet kemâlât menfaat ancak kullara aittir. Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine ta'zimine ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır.

Bütün varlıklar ona ibadet etseler onun kemâli zerre kadar artmayacağı gibi ona isyan etseler onun izzet ve kemâlini zerre kadar noksanlık gelmez.

Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:

"...Bilfarz O'nun kürre-i kamerinde insanlar olmadığı gibi arzında da olmayabilir bundan dolayı bârigâh-ı azametinden ne eksilir?..

"Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor kamerinden mehtaplar aksettiriyor hâk-i tireden mehlikalar yaratıyor nesiminden sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor milyonlarca senelik mesafedeki yıldızlardan şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler uyandırıyor dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar izhar eyliyor; sinenizde kimyahaneler dimağınızda hikmethaneler açıyor damarlarınızda nehirler akıtıyor sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan nice yol şebekeleri dokuyor adalelerinizde sermayeler gizliyor daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor hey'et-i mecmuasını bir âheng-i vahdetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor ve kuvve-i muharrikesini içinize yerleştiriyor iktizâ eden plânlarını ruh ve şuurunuza resmediyor zihin denilen bir hazine akıl namında bir miyar fikir dedikleri bir âlet irâde dediğimiz bir miftah da bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde gaye-i hilkatlarına göre istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı acı ihtarlar işaretler meyiller şehvetler de veriyor daha büyük bir inayet-i rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan talimat da gönderiyor nihayet makineyi işletip tecrübelerini size gösterip hikmet-i hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için yed-i emanetinize teslim ediyor."

"Allah bütün bunları yapıyorsa size ve sizin iradenize muavenetinize ihtiyacından değil size mahlûkatı içinde bir mevki-i mümtaz bir salâhiyet-i mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor..."

"Siz doğmadan evvelki doğduğunuz zamanki edvar ve etvar-ı vücudiyetinizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız yiyip içtiğiniz gezip dolaştığınız gülüp oynadığınız dertlerinize deva korkularınıza melce sıcaktan soğuktan açlıktan susuzluktan vuhûş ve haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti bulduğunuzda şu kürre-i arz yapılırken taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken suyu havası henüz kimyahane-i kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz ne içinde idiniz hiç tasavvur ediyor musunuz?”

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet