Değerli kardeşimiz
Ülkemizde bilimin pozitivist yorumunun tarihi Tanzimat döneminin başlangıcına (1839) kadar gider. Tanzimat Fermanı’nın getirdiği sonuçlardan biri de mektep-medrese ayrımının ortaya çıkması ve devletin ağırlığını mektepten yana koymasıdır. Şerif Mardin'in çok veciz bir şekilde tanımladığı gibi 1860'lı yıllardan itibaren iyice kendini hissettiren bu ikilik mektebin medrese karşısında güçlenmesiyle devam etmiştir.
Modern bilimlerin ve teknolojinin öğretildiği mektepler çağdaş ruhu yakaladıklarını ülkenin tüm problemlerini müspet bilimle çözeceklerine inanarak istikbale bakarken; medrese çözümü bir türlü yenileyemediği ve "yaşanan güne" taşıyamadığı özlem dolu bir mazide aramıştır (Mardin Ş. (1992). Bediüzzaman Said Nursi Olayı Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim İstanbul: İletişim. s. 21-40.).
Bu tartışmalara baktığımızda farklı kesimleri görüyoruz. Devletin kurtuluşunu İslâm ahlâkı ile Batı kültür ve medeniyetinin birleştirilip bütünleştirilmesinde gören Hüseyin Hilmî Said Halim Paşa vb. münevverler bir tarafta bulunuyordu.
Ziya Gökalp’ın (1875-1924) etrafında kümelenen ve çareyi “İslâm ahlâkı ile Türk törelerini uzlaştırma Avrupa’nın ilim ve tekniğini alarak kalkınmada bulanlar” diğer tarafta yer alıyordu.
Ancak bu ikinci gruptan Baha Tevfik (1884-1914) Ahmet Nebil Süleyman Sırrı Abdullah Cevdet (1869-1931) ve Tevfik Fikret (1870-1915) gibi “materyalist” (pozitivist) düşünürler memleketin kurtuluşunda “Din”e ihtiyaç olmadığı düşüncesini savunuyorlardı [Çetinkaya B. Ali. (2002). “Modern Türkiye’nin Felsefî Kökenleri” C.Ü.İ.F. Dergisi Sayı: 2 Sivas ss. 65-91.].
Bunlara göre yapılması gereken Batıyı bir bütün olarak kabul etmekti. Dr. Abdullah Cevdet ve arkadaşlarına göre “İmparatorluğun çöküntüden kurtarılması için yapılması gereken Avrupalı olmaktı” [Hanioğlu Ş. (1981). Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi İstanbul: Üçdal Neşriyat s. 138.].
Ali Süavi Namık Kemal ve Şinasi’nin“İslâmî inançlarından hiçbir şey kaybetmeden fikirlerini temellendirme” çalışmalarına Müslüman Doğudan Cemalettin Afganî (1838-1897) de katıldı. Afganî’yi Muhammed Abduh (1845-1905) Abdulaziz Çaviş (1876-1929) ve Musa Carullah (1875- 1949) gibi âlimler takip etti (Çetinkaya a.g.e.).
Mektep-medrese arasındaki gerginlik ve sürtüşme Osmanlı'nın son dönemlerinde mektepliler lehinde gelişirken Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte yeni bir safhaya girdi. Cumhuriyeti kuran mektepli kadrolar kendi içlerinde bulunan ve gerek memleketin kurtarılmasında gerekse cumhuriyetin kuruluşunda güç birliği ettikleri ve beraber çalıştıkları medreselileri tasfiye ettiler.
Yeni dönemin ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale pozitif bilimdir. M. Kemal’in 22 Eylül 1924 gibi erken bir tarihte Samsun İstiklâl Ticaret Mektebinde öğretmenlere yaptığı konuşmada dile getirdiği hususlar yeni dönemin şifrelerini ortaya koymaktadır:
“Dünyada her şey için medeniyet için hayat için muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir cehalettir dalâlettir. Yalnız; ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanla takip eylemek şarttır.” [Atatürk G. M. K. (1959).Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II. Toplayan: Nimet Unan Ankara: Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını II. Baskı s. 16.]
Bu sözler 1935 yılında özel bir misyonla kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin ön cephesine yeni dönemin bir simgesi olarak “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” olarak kazınmıştır.
Pozitivizmi ve tabiat bilimlerini putlaştıran ve âdeta yeni bir din haline getiren bu anlayışın “felsefî” eleştirisini yapanların başında bilim felsefecisi Karl Popper (1902-1994) gelir. 1923’te yayınlanan bir yazısında modern bilimin kurucu babalarından sayılan Francis Bacon (1561-1626) tarafından başlatılan bilimsel hareket temelde “dinî veya yarı dinî bir nitelikteydi”.
Popper dinî dogmalardan kurtulmak için yola çıkanların bilimi din haline getirdiklerine dikkat çekiyor ve ciddî olarak eleştiriyordu. Ona göre bu yeni dinin peygamberi de F. Bacon’ın ta kendisidir:
[Bacon] "Allah"ın adını "Tabiat" ile değiştirdi. Bunun dışında hemen hemen her şeyi olduğu gibi bıraktı. Allah bilim olan Teoloji Tabiat bilimi olarak değiştirildi. Allah’ın kanunları Tabiat kanunları; Allah’ın kudreti ise Tabiatın kuvvetleri olarak değiştirildi. Daha sonraki bir tarihte ise Allah tasarımı ve Allah’ın yargısı tabii ayıklama ile değiştirildi. Kısaca mutlak kudret sahibi ve her şeyi bilen Allah anlayışı mutlak güç sahibi tabiat ve sanal olarak mutlak güç sahibi olan tabiat bilimi ile değiştirildi. …
Bacon yeni tabiat bilimi dinin en büyük ilham edicisi olarak bir peygamberdi fakat bir bilim insanı değildi.
Bilim adı altında bir yaratıcıyı inkâr fikrini yaymaya çalışan bu çıkışa karşı İslâm âleminden Nursi onlara Tabiat Risalesi’ni yazarak cevap vermiştir. Bu eserin başında o şöyle der:
“Şu Notada tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu lâakal doksan muhali tazammun eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için birden bire 'Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl filozoflar kabul etmişler o yolda gidiyorlar?' hatıra geliyor."
"Evet onlar mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem hakikat-i meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul hülâsa-i mezhepleri ve mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî ve kat'î burhanlarla şüphesi olanlara tafsilen beyan ve ispat etmeye hazırım."
Yukarıdaki “Gayr-ı makul” nifadesini O bir haşiye ile şu şekilde açıklar. [Popper K.R. (1994).The Myth of the Framework: In Defence of Science and Rationality. London: Routledge s. 82-83.]
"Bu risalenin sebeb-i telifi gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla hakaik-i imaniyeyi tezyif edip bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip dinsizliği tabiata bağlayarak Kur'ân'a hücum edilmesidir. O hücum ise şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheplilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur'un mesleği nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir."
“Peygamberleri onlara dedi ki 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında bir şüphe olur mu?'" (İbrahim 14/10.).
Nursi bu ayetin tefsirini yaptığı Tabiat Risalesi’nin Mukaddemesinde şöyle der:
"Ey insan! Bil ki insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz."
Birincisi: Evcedethu'l-esbab yani "Esbab bu şeyi icad ediyor."
İkincisi: Teşekkele binefsihî yani "Kendi kendine teşekkül ediyor oluyor bitiyor."
Üçüncüsü: İktezathu't-tabiat yani "Tabiîdir tabiat iktiza edip icad ediyor."
"Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid bu mevcudu meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki esbab-ı âlem onu icad ediyor yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut tabiat muktezası olarak tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir."
"Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal battal mümteni gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse bizzarure ve bilbedâhe dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz şüphesiz sabit olur."
Birincisi
"Bir eczahanede gayet muhtelif maddelerle dolu yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden zîhayat bir macun istenildi. Hem hayattar harika bir tiryak onlardan yapılmak icap etti. Geldik o eczahanede o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik."
"Görüyoruz ki o kavanoz şişelerden herbirisinden bir mizan-ı mahsusla bir iki dirhem bundan üç dört dirhem ötekinden altı yedi dirhem başkasından ve hâkezâ muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki zerre miktarı noksan veya ziyade olsa tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış."
"Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden herbirisinden alınan miktar kadar yalnız o miktar aksın beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe muhal bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse sonra insan olsa "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır."
"İşte bu misal gibi herbir zîhayat elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat hayattar bir tiryak gibidir ki çok müteaddit eczalardan çok muhtelif maddelerden gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba anâsıra isnad edilse ve "Esbab icad etti" denilse aynen eczahanedeki macunun şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi yüz derece akıldan uzak muhal ve bâtıldır."
"Elhasıl şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. 'Kör sağır hudutsuz sel gibi akan küllî anasır ve tabâyi ve esbabın işidir.' diyen bedbaht 'O tiryak-ı acip kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur.' diyen divane bir hezeyancı sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür ahmakane sarhoşâne divanece bir hezeyandır.” (Daha geniş bilgi için bk. Nursi B. S. Lem’alar. Sözler Neşriyat İstanbul 2003 s. 182-185.).
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet