Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Ülfetten nasıl kurtulabiliriz? Bu sosyal hayatta stres içinde İstanbul gibi yerde nasıl tefekkür etsek de Allah'ın rızasına nail olsak?..

Oluşturulma tarihi: 31.01.2025 23:17    Güncellendi: 31.01.2025 23:17
Cevap

Değerli kardeşimiz

Bu sorunun cevabını; "kainattaki her varlığı Allah'ın eseri olduğunu bilerek seyretmek her zaman ve her durumda Allah'ın huzurunda bulunduğumuzun bilincinde olmak ölümün mutlaka bize de geleceğini her zaman hatırda tutmak" diye özetlemek mümkündür.

Biz iki arkadaş bir başka âlemden bu dünyaya bir anda getirildiğimizi farz edelim. Etrafımız ıssız olsun. Bizden başka kimsecikler bulunmasın çevrede... Biz hayretler içerisinde ve ne yapacağımızı şaşırmış bir halde iken karşımızda yer yarılsın bir ağaç çıksın ortaya. Süratle büyüsün. Onun gölgesinde bir süre dinlenelim.

Derken meyveler bitmeye başlasın dallarında. Onları koparıp yiyelim. Biraz sonra salına salına bir hayvan gelsin yanımıza... Onu sağalım ve sütünü içelim. Etrafta şöyle bir gezinmek isteyelim. Uzaktan bir başka hayvan gelsin dört nala. Ve tam önümüzde dursun. Ona binelim ve bir süre gezinelim...

Bütün bu işleri tabiî karşılayıp hiç hayret etmeden ve hissizce yapabilir miyiz? Şairin ifadesiyle: “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” demez miyiz? Kalbimiz heyecanla çarpmaz mı? Bütün bu ikramlar karşısında kime ve nasıl teşekkür edeceğimizi sorup öğrenmek bizim için en birinci vazife olmaz mı?

Şimdi sahnemiz değişsin. Biz yalnız olmayalım. Çevremiz binlerle yüz binlerle sarılsın. Ve nihayet bugünkü dünya nüfusu çıksın ortaya. Bize hizmet eden bitki ve hayvanların sayısı arttıkça artsın. Derken günümüzdeki bitki ve hayvan türlerini karşımızda bulalım.

Sonra soralım kendi kendimize: "Değişen ne?"Yalnızken gösterdiğimiz heyecanı hayreti ve içimizde coşan şükür arzusunu şimdi niçin besleyemiyoruz? Gerçekte hayretimiz daha da artmalı değil miydi? Yoksa şu kalabalıklar şu yüksek binalar şu gürültüler dedikodular şu geçim kavgaları bizim düşüncemize perde mi oluyor?

TEFEKKÜR: Herhangi bir mesele hakkında düşünme zihni yorma derin düşünme ve işin şuuruna varma.

Tefekkere fiili üç harfli olan "fekere" fiilinden türemiştir. Fekere kök fiili ve ondan türemiş olan tefekkere efkere fekkere ve iftekere fiilleri aynı anlamdadırlar. Tefekkürün zıddı fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir.

Tefekkür insana mahsus bir özelliktir. İnsan tefekkür sayesinde diğer varlıklardan ayrılır ve üstün olur. Tefekkür ancak kalpte tasavvuru mümkün olan şeyler hakkında yapılabilir. Onun için Allah'ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür mümkündür. Fakat Allah'ın zatı hakkındaki tefekkür mümkün değildir. Çünkü Allah hiç bir şekilde suret olarak vasıflandırılamaz ve şekil olarak hayal edilemez (el-İsfahânî el-Müfredât İstanbul 1986 578).

Hz. Muhammed (s.a.s)'e en çok etki eden ayetlerden biri tefekkürle ilgilidir.

İki kişi Hz. Âîşe (r.a)'ı ziyaret etmişler. Onlardan biri "Hz. Muhammed (s.a.s)'de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?" deyince Hz. Âîşe (r.an) şöyle demiştir:

"Resulullah (s.a.s) bir gece kalktı abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilâl (r.a):

"Ya Resulullah (s.a.s)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği hâlde sizi ağlatan nedir?" deyince o:

"Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır." dedi ve ayeti okudu:

"Göklerin ve yerin yaratılışında gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır."(Âl-i İmrân 3/190).

Ondan sonra Resulullah (s.a.s):

"Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan düşünmeyen kişilere yazıklar olsun." dedi.

Bu ayette tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki ayetin meâli de şöyledir:

"Onlar ayakta oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar gözlerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler) bunu boş yere yaratmadın sen yücesin bizi ateş azabından koru!.."(Âl-i İmrân 3/191).

İbn Abbas (r.a)'ın naklettiğine göre bazı insanlar Allah'ın zatı hakkında düşünmek istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s) bu hususta şu açıklamada bulundu:

"Allah'ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah'ın zatını düşünmeyin. Allah'ın şahsı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz."(bk. Kenzu’l-Ummal h. No: 5705 5706)

Lokman (a.s) yalnız başına tenha bir yerde oturup tefekkürde bulunurdu. Kendisine:

"Niye yalnız oturuyorsun? İnsanlarla oturup sohbette bulunsan daha iyi olmaz mı?" diye sormuşlar. Lokman (a.s) şu cevabı vermiştir:

"Uzun süre yalnız kalmak tefekküre daha müsaittir. Uzun süre tefekkürde bulunmak da insanı cennetin yoluna sevkeder."

Ömer b. Abdülaziz tefekkür hakkında şöyle demiştir:

"Yüce Allah'ın nimetlerini düşünmek en faziletli ibâdetlerdendir."

İmâm Şafiî de: "Herhangi bir konuda hüküm çıkarırken tefekkürden faydalanın" diyerek tefekkürün usûl ilmindeki önemine işâret buyurmuştur (Gazzâli İhya Beyrut t.y. IV/423 vd.)

Tefekkürün neticesinde insan geniş bir ilme sahip olur. İnsanın ilmi artınca da kalbinin hali değişir. Onun neticesinde de insanın hali ve hareketleri değişir. Görülüyor ki insanın bilgisinin artması ve davranışlarının düzelmesi tefekkürle başlar. Onun için Yüce Allah Kur'an'da çeşitli hususları dile getirdikten sonra

"... Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insanlar için ibretler vardır." (Nahl 16/11)

demektedir. İnsanları tefekküre davet eden bu ifade Kur'an'da beş yerde daha geçmektedir (Ra'd 13/3; Nahl 16/69; Rûm 30/21; Zumer 39/42; Casiye 45/13).

Tefekkürle aynı kökten meydana gelen kelimeler Kur'an'da on sekiz yerde geçmektedir. Kur'an'da birçok ayette akıl erdiren düşünen bilen insanlar için ibretler vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifâde eden pek çok kelime kullanılmaktadır.

Olumlu tefekkür olduğu gibi olumsuz tefekkür de vardır. Doğru olmayan tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan insanların tefekkürü sağlıklı olabilir. İslam dininin istediği tefekkür hiç şüphesiz sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden bazı ayetlerin meâli şöyledir:

"O'dur ki arzı uzattı orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir toplum için ayetler vardır."(Ra'd 13/3)

"O'dur ki sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır ve hayvanları otlattığınız ağaçlar bitkiler ondan sulanıp filizlenmektedir. Onunla size ekin zeytin hurma üzümler ve her çeşit meyvelerden bitirmektedir. Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir toplum için (yaratıcının varlığına kudretine ve hikmetine) işaret vardır."(Nahl 16/10 11).

"Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik Allah'ın korkusundan onu baş eğmiş parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz."(Haşr 59/21)

İslâm'ın bu kadar önem verdiği olumlu tefekkür insanı taklitçilikten kurtarmaktadır. Meselâ "dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir" şeklindeki bir nasihatı dinleyip ahiret için çalışan insan başkasını taklit ederek kendisini iyi yola sevketmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir düşüncenin neticesinde bu kanaata varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi her zaman için daha kârlı çıkar. Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi başkalarına yol gösterir.

Ülfetten kurtulmanın ve Allah'ın rızasını kazanmanın yollarından biri de ölümü düşünmektir.

Dünyaya gelmeden önce bilemezdik hangi erkeğin sülbüne geçeceğimizi hangi hanımın rahminde büyüyeceğimizi. Şimdi de bir başka cehalet tablosuyla karşı karşıyayız. Üzerinde seyahat ettiğimiz bu arz küresinden berzah âlemine hangi vasıta ile göç edeceğiz? Bu yolculukta trafik kazasına mı bineceğiz kalp sektesine mi? Hangi hastalık bizi ölümün eşiğine getirip ölüm meleğine teslim edecek? Beşer olarak bu sorumuza cevap vermekten son derece âciziz.

Azrail (a.s.) hergün beş yüz bini aşkın insanın ruhunu kabzediyor. Hergün bir deste insan bir bağ beşer kaldırıyor bu dünyadan. İçinde ihtiyarı da var genci de... Zengini de var fakiri de... Hepsinden önemlisi; içinde salihi de var fasıkı da. Mü’mini de var kâfiri de...

Bu bağ ve desteler bize şunları haykırıyorlar:

“Ölümde herkes eşit... Bir gün de siz biçileceksiniz. Dikkat edin de gafil yakalanmayın. Ölüm meleği sizi isyan üzere bulmasın.

"Kendinizi sefâhete değil ibadete kaptırın. Gözünüzü başkasının şusuna busuna değil kendi ebedî hayatınıza dikin; onu düşünün onun için bir şeyler yapmaya gayret edin. Ölümünüz vazifesini hakkıyla yapan bir askerin kışlasını terketmesi gibi olsun; yahut imtihan kâğıdını doğru cevaplarla dolduran bir öğrencinin sınıftan çıkışına benzesin."

"İhtiyarladığınızda sizi artık taşıyamayan ayaklarınıza eskimiş ayakkabılar nazarıyla bakın. Ağrılı sızılı bedeninizi yırtık elbise gibi değerlendirin. Bunlara fazla önem vermeyin. Yeter ki siz eskimeyin; ruhunuz dinç kalsın; bedeniniz yıprandıkça gönlünüze güç gelsin kalbiniz kuvvetlensin..."

"Gönlünüz iman ve ibadet ile güçlü olursa elbisenizden tamamen soyunacağınız o son günde sıkıntınız az olur. Kalbinizi ne kadar az şeye bağlarsanız dünyadan kopmanız da o kadar kolay olur."

"Bu sizin elinizde... Lâkin tatbikatınız bu yolda değil. Ölümü düşündükçe dünyaya daha fazla sarılıyorsunuz. Ondan ayrılmanız ruhunuza her geçen gün biraz daha zor geliyor. Bilmeden kendi kuyunuzu kendi elinizle kazıyorsunuz."

"Halbuki bu kabir âlemi öyle pek korkulacak gibi değil. Aksine dünyadan daha güzel. O âlemden bu âleme sağlam doğabiliyor musunuz gerisini hiç düşünmeyin. Buraya “berzah âlemi“ demeleri boşuna mı? Berzah yâni perde... Dünya ile âhiret arasında bir geçit bir köprü... Mü’minler için dünyadan daha güzel Cennetten daha geri... İnanmayanlar için ise tam tersi; Dünyadan daha elim Cehennemden daha ferah. Bir bakıma ilkbahar ve sonbahar gibi. Bu mevsimler de birer perde değil mi? Birisi kış ile yaz arasında diğeri yaz ile kış arasında..."

"Fırsat elinizde iken kabrinizi orada güzelleştirmeye bakın. Öyle çalışın ki bu âlem sizin için seher vakti gibi olsun akşamın alaca karanlığına benzemesin."

"Biz bütün fırsatları kaybettik. Artık ne elimiz bizim ne de dilimiz... Gafletinizi gördükçe size birşeyler söylemek ondan da öte birşeyler haykırmak istiyoruz. Ama artık ne dudaklarımızla ne dilimizle ne ses tellerimizle ve ne de hava tabakasıyla bir alâkamız kalmadı... Şimdi bedenimiz aslına rücû etmek üzere çürümeye terkedilmiş durumda. Artık istesek de ayaklarımızı hak yola bir adım olsun attıramıyoruz. Birgün siz de bizim gibi olacak ve ömrünüzü daha iyi değerlendiremediğiniz için “ah”lar çekeceksiniz."

Ölüm insana verilen cüz’i iradenin son sınırı. Ömür nefis ve cüz’i irade... Üçünün cenazesi birlikte kalkıyor. Artık bizim için bu üçü de çok gerilerde kaldı. Şimdi yaptıklarımızın karşılığını görmenin ilk durağındayız. Cüz’i irademizin acı ve tatlı meyvelerini burada tadıyoruz. Bize tanınan bütün fırsatlar şimdi son bulmuş durumda. Allah’ın mutlak iradesinin tam hükmü altındayız. O’nun lütfettiği kadar zevk alabiliyor yahut O’nun irade buyurduğu kadar azap çekiyoruz. Bu âlemden mahşere yine O’nun iradesiyle çıkacak ve kendi keyfimizce değil Allah’ın hâkimiyeti altında hesabımızı vereceğiz.

Biz mahşeri bekliyoruz siz ölümden kaçıyorsunuz; ne garip değil mi?

Ölüm sizin önünüzde duruyor bizim ise çok gerilerimizde kaldı. Yine de siz bize acıyor bizim için elem çekiyorsunuz.

“Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

hadis-i şerifi’ni duymuşsunuzdur. Bizler bu âlemde o hadis-i şerif’in mânâsını yaşıyoruz. Size ilk ve son tavsiyemiz: "Ömrünüzü öyle geçiriniz ki kabriniz sizin için bir küçük cennet olsun.”

Ölmeden Ölenler

Önümüzde hiç unutmamamız gereken ama aksine unutmak için ne lâzımsa yaptığımız büyük bir hakikat var: Ölüm.

Bu gafletimizin en büyük devası: “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” hadis-i şerifi...

Bu hadis-i şerifde ölümü çokça hatırlamamız ve üzerinde önemle durmamız tavsiye ediliyor. Bu tavsiyeye kulak tıkamak akıl kârı değil. Zira göz kapamak hiçbir hakikatı gizleyememiştir. Ölüme sırt çevirip yarını düşünmekten kaçan insanlar kabre geri geri gitmekten başka bir şey yapmıyorlar.

Akıllılık ölümü unutmak değil dünya yolculuğunun kabre doğru olduğunun ve ölümle bittiğinin şuuru içinde ölümü aşmanın onu geride bırakmanın yollarını aramaktır.

Derdini unutan bir hasta kısa bir süre rahat edebilir. Ama bu gaflet hastalığın daha da ilerlemesine yol açar. Bu kısa sefanın cefası çok uzun sürer..

İmtihanları unutmak öğrenciye geçici bir eğlence fırsatı verebilir. Ama bu gafletin neticesi; sıkıntılar çileler ve ıstıraplar olur.

Sermayesini ölçüsüzce harcayan bir tüccar bir süre aldatıcı bir sefa sürer. Ama bu sefanın sonu iflâsa varır...

Ölümü unutmaya çalışanların hâlini şuna benzetiyorum:

Odanızda otururken yahut bir parkta dinlenirken yalnız kalmış bir böceğe gözünüz takılıyor. Biraz vakit geçirmek niyetiyle eğiliyor ve elinizi ona doğru yaklaştırıyorsunuz. Böcek hemen gerisin geri dönüyor ve -kendisine göre- büyük bir süratle kaçmaya başlıyor.

Siz onun bu kaçışını zevkle seyrediyorsunuz. Gidiyor ve meselâ yere atılmış bir kibrit kutusunun arkasına saklanıyor. Başınızı biraz uzatıyor onu seyre koyuluyorsunuz. Heyecanla soluduğunu hisseder gibi oluyorsunuz.

Derken bir başka böcek onun yanına geliyor. Sizden kaçan böceğin diğerine:

“Az önce büyük bir tehlike atlattım. Bir karartı çıktı karşıma. Hemen kaçtım. Çok şükür kurtuldum.” dediğini duyar gibi oluyorsunuz...

Bizim ölüm meleği karşısındaki durumumuz da bundan pek farklı değil.

Nereye gitsek neyin arkasına saklansak hangi eğlenceye dalsak onu unutmak için nelerle oyalansak netice hiç mi hiç değişmiyor. O bizi her an süzmede ve ruhumuzu kabzetmek için Rabbinden emir beklemede.

O halde ölümden kaçmak akıllılık değil. Akıllılık ölümü sevmek ve ruhumuzu ölüm meleğine kirsiz lekesiz teslim etmeye çalışmak. İleriyi düşünmemek ölümü unutmak insana yakışan bir hayat felsefesi olmasa gerek.. O bu alanda hayvanlarla yarışamaz. Bu minderde sırtı daima yere gelir. Öyle ise kendisine başka bir saha aramalı..

Ölümle ilgili bir başka hadis-i şerif:

“İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar.”

İnsan kendisinin âciz ve zelil dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu tam olarak ancak ölünce anlar. Bu Hadis-i Şerif ile ölmeden önce uyanmamız hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar edilmekte...

Ve nihayet ölümün hakikatına ermemizi ders veren hadis-i şerif:

“Ölmeden evvel ölünüz.”

Hayatta iken ölmek... Bu ölüm seçkin insanlara mahsus. Bizlere düşen elden geldiğince onlara benzemeye gayret etmek...

Bu emri dinleyen insan vücudunu ve onu kuşatan kâinatı birer yardımcı olarak görür.. Dünyayı misafirhane bedeni emanet bilir. Ruhunu ve kalbini onlarda boğmaz. Bu hal ile hallenen insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Öyle ise; ömür muhasebesini dünyada yapan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. O halde bu dünyada iken âhiretine hazırlanan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle insanın elinden diğer azaları gibi gözü ve dili de alınır. O artık okuma anlatma nimetlerinden mahrumdur. Bunu düşünerek orada yarayacakları burada öğrenen ve orada konuşulacakları burada dinleyen insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle birlikte mahlûkatın sevgisi de biter korkusu da.. Ölü için yaşayanlar tarafından övülmekle yerilmek eşit olduğu gibi yazla kış arasında da fark yoktur. İnsanların teveccühlerine ve yermelerine dünyada ehemmiyet vermeyen “varlığa sevinmeyip yokluğa üzülmeyen” insan da ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ve en önemlisi; ölümle insan Hakk’a rücu eder Rabbine döner. Ölmeden evvel ölenler Hakk’a bu dünyada rücu ederler; hayatlarını İlâhî emirler dairesinde geçirirler; Allah’ın rahmetine dünyada iltica eder gazabından da yine dünyada korkarlar. İşte bu bahtiyar insanlar âhirette de Hakk’a rücu ederler ama bu rücu onlar için Allah’a vâsıl olma ve lütfuna erme şeklinde tezahür eder.

Ölümle cüz’i iradenin hükmü son bulur. Öyle ise ölmeden evvel ölenler kendi şahsî isteklerini ve nefsî arzularını hayatta iken bir tarafa atmayı başarıp Allah’ın küllî iradesine tâbi olurlar. Nefis hesabına bir şey talep etmezler. Bütün arzuları helâl dairesinde olur. Böylece cüz’i iradelerini bir bakıma terkeder ve ölmeden evvel ölmenin zevkine ererler.

Düşünüyorum da; dünya döndükçe insan halden hâle giriyor. Hücreleri yaprak dökümü gibi durmadan ölüyor. Ve çiçek açımı gibi bir yandan da bedeninde yeni hücreler yaratılıyor. Ve insan bütün bu olup bitenlere seyirci kalmaktan öte bir şey yapacak halde değil.. Yarını hakkında ne bir bilgisi var ne de bir garantisi.. Madem ki bütün bunlarda cüz’i iradenin bir hükmü yok; onu irademize hitap eden işlerde de bir tarafa bırakmayı başarabilsek yâni Allah’ın rızasına muhalif hiçbir şeyi irade etmesek çok bahtiyar olacağız.

Ölmeden evvel ölmek; gerçekten bu dünyada büyük bir lütuf büyük bir saadet. Bilindiği gibi insan yerde iken gök gürültüsünden ürker şimşekten korkar yıldırımdan kaçar... Ama uçakla bulutları yarıp onların üstüne çıktı mı artık güneşi bulmuş ve önceki korkularından kurtulmuştur. Ölmeden evvel ölmenin sırrına erenler de ölümü hayatta iken geçmiş mahşere bu dünyada çıkmış hesaplarını burada vermiş ve mutî bir kul olarak Hakk’a rücu etmişlerdir. Artık onları benlik duygusu boğamaz çünkü ölünün benliği olmaz. Tabiat onları kendine celbedemez zira ölünün tabiatla bir alış verişi kalmamıştır...

Onlar Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bir emrine uyarak dünyada “garip ve yolcu” gibi yaşamışlardır. Dünyayı kalben terketmiş fâniye heves ve iştiha hususunda ölü gibi olmuşlardır. Cüz’i iradelerini Allah’ın rızası istikametinde sarfetmiş kadere râzı olmuşlardır. Dalgaya karşı yüzmemiş sahile yorulmadan varmışlardır.

Direnen Kemik

Dişimi çektiriyordum. Doktor dişimi çekmeye zorlanırken o da damaktan kopmamak için âdetâ direniyordu. Ben morfinin verdiği rahatlıkla acı çekmek yerine bu ibretli manzarayı hayalen seyrediyordum. Bu hal bana ölümü hatırlatmıştı.

Şöyle düşünmüştüm: Bu diş çekilmeden az önce damakla ağızla beyinle kısacası bütün bir bedenle alâkalı idi. Ama çekilir çekilmez bütün bu alâkaları kaybetti. Artık o diş değil bir kemikti. Ölen insan da öyle değil miydi? Ölmeden az önce onun bedeni hava ile gıda ile yer küresinin dönüşü güneşin doğuşu baharın gelişi gibi nice hâdiselerle alâkalı idi. Ama ölüm hâdisesiyle ruhu bedeninden çekilince artık onun için ne havanın ne suyun ne baharın ne de gözün bir mânâsı kalmıştı. Artık dünya dönmüş veya dönmemiş güneş doğmuş veya batmış hava ısınmış veya soğumuş bütün bunlar onu ilgilendirmiyordu.

İşte hepimiz bir gün ölümü tadacak yâni ruhun bedenden sıyrılıp çıkmasına şahit olacağız. Artık ne gözümüz görecek ne kulağımız işitecek. Ne midemizde açlık ne alnımızda ter... Hepsi bitecek. Ve bedenimiz gömülecek toprağa...

Kurtlanan balıkları bilirsiniz; onun bir benzeri de bizim bedenimizde gerçekleşecek. Daha düne kadar yiyen beslenen beden bu defa başka mahlûklara gıda olacak.

Yıldızları seyreden gözlerimiz içlerine dolan karıncaları bile göremeyecekler. Eğlence âlemlerinin birini bırakıp diğerine koşan bacaklarımız artık böcekler âleminin istifadesi için cansız olarak uzanmaktan başka birşey yapamayacak.

Bir tarihî eseri gezen turistler gibi ağzımızdan burnumuzdan kulaklarımızdan içeri giren karıncalara o tarihî eser sessizliği ile bir şey diyemeyeceğiz.

Bir tarafta erkek beride kadın ayrı ayrı böceklerin istifadelerine sunulmuş olarak cansız yatarlarken onların ruhları yaptıkları isyanların ilk sorgusuna tâbi tutulacaklar; çekecekleri azapların ilk numunelerini tadacaklar.

Bu da nasıl olur demeyiniz. Bunun küçük bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Bedenimiz yatakta uzanırken ruhumuz hapishanede işkenceye tâbi tutulmuyor mu? Kan ter içinde uyandığımızda kendimizi sapa sağlam yatakta bulunca nasıl seviniyoruz!..

Hayatımızı bir mahşer yolcusu olarak güzelce tanzim edebilsek kabir bizim için “Cennet bahçelerinden bir bahçe” olacak ve biz bu bahçeye girdiğimizde dünya hayatını geride bıraktığımız için sevineceğiz.

“Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâma “Makam-ı Mahmud” verilmesi umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.” (Şualar)

“Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefîin var. Bu şefaatini kendine celbetmek için sünnetine ittiba et!” (Mektubat)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet