Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

III. VERİLECEK ZEKÂTIN MİKTARI ve IV. ZEKÂTIN SARF YERLERİ

Oluşturulma tarihi: 10.02.2025 11:04    Güncellendi: 10.02.2025 11:04

III. VERİLECEK ZEKÂTIN MİKTARI

Fakir ve miskinlere ne kadar zekât verilebilir? Bu konuda müçtehitlerin farklı görüşleri vardır:

(a) Hanefî müçtehitlere göre yoksullara bir defada nisap miktarı veya daha fazla zekât verilebilir. Bununla birlikte zekât verilen kimse fakir ve miskin, borçlu veya aile reisi değilse nisap miktarı zekât verilmesi mekruh olur.

(b) Şafiî, Hanbelî ve Malikî müçtehitlere göre bu konuda nisap değil fakirin ihtiyacı dikkate alınır. Dolayısıyla nisap dikkate alınmaksızın yoksullara yeterli miktarda zekât verilir.

Şâfiî müçtehitlere göre, bir kimseye fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât verilebilir.

Mâlikî ve Hanbelî müçtehitlere göre fakir ve miskin-lere, kendilerine ve ailelerine bir yıl yetecek kadar zekât verilebilir.

Zekât organizasyonunda çalışan memurlara, geçimini sağlayacak, ihtiyaçlarını giderecek kadar orta düzeyde ücret verilir.

Dinen yasak olamayan alanlarda zarurî işler sebebiyle borçlanan kimselere, borcu kadar zekât verilebilir.

Yolculara, yeme, içme, barınma ve ulaşım gibi ihtiyaç-larını karşılayacak miktarda zekât verilebilir. (Zuhaylî, III, 363-364; İlmihal, I, 478-479)

IV. ZEKÂTIN SARF YERLERİ

İslam’ın beş temel esasından biri olan (Nesaî, Mevâkît, 6) ve dinen zengin sayılan Müslümanların vermesi gereken zekâtın kimlere verileceği, Tevbe suresinin 60. ayetinde beyan edilmiştir:




“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar, (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda (cihat edenler) ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Bu itibarla zekât, sadece bu ayette belirtilenlere verilebilir. (Kâsânî, II, 43)

1. FAKİRLER

“Fakir” kelimesi tekil ve çoğul şekliyle Kur’an’da 12 ayette geçmektedir. Üç ayette Allah’ın zengin, insanların fakir olduğu (Al-i İmran, 3/181; Fatır, 35/15; Muhammed, 47/38), üç ayette fakirlere yardım edilmesi (Bakara, 2/271, 273; Tevbe, 9/60) ve bir ayette hacda kesilen kurban etlerinden fakirlere yedirilmesi (Hac, 22/28) emredilmektedir. Bir ayette Allah’ın fazl-ı keremi ile fakirleri zengin yapabileceği (Fatır, 35/15), bir ayette fakir kimsenin, velayetini üstlendiği yetimin malından örfe uygun olarak yiyebileceği (Nisa, 4/6), bir ayette savaşta elde edilen ganimet mallarından fakirlere de verileceği (Haşr, 59/7-8) bildirilmektedir.

Ayetler incelendiği zaman “fakir” kelimesinin, zengin anlamındaki “ğanî ” kelimesinin karşıtı olarak kullanıldığı, fakirin yardım edilmesi gereken kimse olduğu anlaşılmaktadır. Mesela,


“Musa, (Medyen şehrinde Şuayb Peygamberin) iki kızının koyunlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım” diye dua etti” (Kasas, 28/24) anlamındaki ayette geçen “fakir” kelimesi “muhtaç” anlamında kullanılmıştır.

Buna göre “fakir”, nisap miktarından az malı olan veya nisap miktarı geliri olsa bile bu malı sadece aslî ihtiyaçlarını karşılayabilen kimse demektir. Bu kimse, belirli miktarda malı olduğu için fakir olduğu bilinmeyebilir. Bu durumu bilmeyenler onu zengin zannedebilir. Şu ayet bu hususu açıkça ifade etmektedir:




“(Zekâtlar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (isteyemedikleri için), bilmeyen kimse onları zengin zanneder. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz, hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara, 2/273)

Bu ayete göre zekât; kendini dinî tahsile veya Allah yolunda çalışmaya adamış veya iş bulamayan veya sermayesi olmadığı için ticaret yapamayan veya hastalık ve düşkünlük sebebiyle çalışamayan, başka bir geliri olmayan fakirlere verilir. Bu kimseler, iffet ve haysiyetleri sebebiyle kimseden bir şey isteyemezler. İnsan halinden anlamayan kişiler, izzet-i nefislerini korumalarından dolayı onları zengin sanırlar. Ancak bunların fakirliği simalarından ve durumlarından belli olur.

Ayet, sayıları dört yüzü bulan, kendilerini ilme vermiş, işleri ve meslekleri olmayan, temel ihtiyaçları zengin Müslümanlar tarafından karşılanan ve Mescid-i Nebevî’de yatıp kalkan “Ashab-ı Suffe” hakkında inmiştir. (Yazır, II, 940)

Fıkıh dilinde “fakir”, nisap miktarı mala sahip olmayan veya üreyici ve artıcı olmayan nisap miktarı malı bulunup bu malı ancak ihtiyacını karşılayabilen kimseye denir. (Şürünbilâlî, s. 135) Meselâ fakirin evi, ev eşyası, elbisesi, biniti, otomobili, meslek aletleri ve kitapları bulunabilir. Fakir kimse, bir işte çalışabilir veya belirli bir geliri olabilir. Ancak geliri; yeme, içme, giyinme, barınma, ısınma, sağlık, ulaşım, kira, eğitim ve benzeri temel ihtiyaçlarını karşılar. Bu kimsenin zenginlik ölçüsü olan nisap miktarı malı olabilir. Fakat bu gelir, kişinin ihtiyaçlarına ancak yeter ve hiç artmaz. Dolayısıyla bu kimse fakir sayılır ve kendisine zekât verilebilir. Eğer geliri ihtiyacından fazla olur ve bu fazlalık nisap miktarına ulaşırsa zengin sayılır, bu takdirde zekât verilemez. Bu kimse malının üzerinden bir yıl geçince zekât ve fıtır sadakası vermek, kurban kesmek ve muhtaç olan yakın akrabasının nafakasını karşılamak ile yükümlü olur. Peygamberimiz (s.a.s.)


“Allah, Müslümanlara mallarının zekâtını vermeyi farz kılmıştır. Zekât, Müslümanların zenginlerinden alınır, onların fakirlerine verilir” buyurmuştur. (Tirmizî, “Zekât”, 6, No: 621)

Şafiî ve Hanbelî müçtehitlere göre fakir, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malı ve kazancı bulunmayan kimsedir.

2. MİSKİNLER

“Miskin” kelimesi Kur’an’da tekil ve çoğul olarak 23 ayette geçmektedir. Bu kelimenin geçtiği ayetlerde miskinlerin hakkının verilmesi (Nisa, 4/8; İsra, 17/26; Rum, 30/38) ve onlara iyilik yapılması (Bakara, 2/83) emredilmekte, miskinleri karşılık beklemeden Allah için koruyup kollayan, yedirip içiren ve onlara yardım eden insanlar övülmekte ve cennetle müjdelenmektedir. (İnsan, 76/5-19) Bu kimselerin muttakî ve sadık insanlar olduğu (Bakara, 2/177) bildirilmektedir. Buna mukabil miskinlere yardım etmeyenler yerilmekte ve ahirette cezalandırılacağı bildirilmektedir. (Kalem, 68/17-33; Hakka, 69/34; Müddessir, 74/44; Fecr, 89/18; Maun, 107/3)

Diğer taraftan oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin fidyelerini (Bakara, 2/184), eşlerine zıhar yapıp kefaret olarak bir köle azat etmeğe veya iki ay oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin 60 miskini (Mücadele, 68/3-4), yeminini bozanların 10 miskini doyurmaları (Maide, 5/89), hacda ihramlı iken kara avı yapanların kefaret olarak miskinlere sadaka vermeleri (Maide, 5/95), savaşta elde edilen ganimet mallarından miskinlere de verilmesi (Haşr, 59/7-8) gerektiği haber verilmektedir.

Aşağıdaki ayette “miskin”, “varlıklı” kimsenin karşıtı ve yardım edilmesi gereken kimse olarak zikredilmiştir:




“İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, miskinlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur, 24/22)

Şu ayette infak edilecek kimseler arasında miskinler de sayılmıştır:



“Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. “Hayır” olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara, 2/215)

Buna göre “miskin”; hiç geliri olmayan, aciz, düşkün, yersiz yurtsuz, evsiz barksız, yoksul ve işsiz, yiyeceği ve giyeceği için dilenmeye muhtaç olan kimse demektir. (Cezîrî, s. 621; Şürünbilâlî, s. 135) Beled suresinin 16. ayetinde bu kimse,  “yerde sürünen yoksul” olarak ifade edilmiştir. Miskinin yoksul olduğu her halinden belli olur ve toplumda bilinir. (Taberî, X, 10/158, 159; Kurtubî, IV, 169)

Peygamberimiz (s.a.s.),

 “Allah’ım! Fakirlik fitnesinden sana sığınırım.” (Buharî, “Deavat”, 38, No: 6007) şeklinde dua ederek fakirlikten Allah’a sığınmıştır. Bu duasıyla Peygamberimiz, fakirliğin insanı sıkıntıya sokan bir durum olduğuna işaret etmiştir:

Abdullah ibn Abbas, Hasan el-Basrî ve Ebu Hanife; “fakiri”, ihtiyaçlarını isteyemeyen, “miskini” ise isteyebilen kimse olarak tanımlamıştır. (Kâsânî, II, 43-44) Buna göre miskin fakirden daha çok ihtiyacı olan kimsedir. Dolayısıyla miskinin dilenmesi mubahtır, fakirin ise mubah değildir.

“Fakir”, hiç geliri olmayan,“miskin” ise ihtiyacını giderecek kadar geliri olan kimse olarak da tanımlanmıştır. (Şîrâzî, I, 564-566)

Şâfiî ve Hanbelî müçtehitler bu görüştedir. (Cezîrî, s. 625) Şafiî fakih Şîrâzî bu görüşe delil olarak zekât verilecek kimseler sayılırken önce fakirlerin zikredildiğini, Araplarda önemli olanı önce zikretme geleneğinin bulunduğunu dile getirmiş ve ayrıca şu hadisi delil olarak kitabına almıştır:





“Allah’ım! Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak canımı al, kıyamet gününde beni miskinler zümresiyle birlikte dirilt. Hz. Aişe, “Niçin (böyle dua ediyorsun) ey Allah’ın Elçisi! diye sordu. Hz. Peygamber, şöyle cevap verdi: “Çünkü (Müslüman) miskinler zenginlerden, kırk yıl önce cennete girecekler. Ey Aişe! Yarım hurma vererek de olsa fakirleri geri çevirme. Ey Aişe! Miskinleri sev ve onlara yakın ol, çünkü kıyamet günü Allah da seni onlara yakın eder.” (Tirmizî, “Zühd”, 24, No: 2456)

Şîrâzî, hadis, fakirin miskinden daha çok muhtaç olduğunu ifade eder, demiştir. (Şîrâzî, I, 566)

Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre fakir ile miskin arasında bir fark yoktur.

Peygamberimiz (s.a.s.) miskin’i şöyle tanımlamıştır:



“Miskin, kendisine bir iki hurma veya yiyecek bir iki şey verdiğiniz kimse değildir. Fakat miskin, (iffetinden dolayı) insanlardan bir şey isteyemeyen, onu insanların bilip de (zekât) veremediği kimsedir.” (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 623, No:1631; bk. Buharî, “Tefsîr”, 50; No: 4265)


“Dul kadın ve miskin için çalışan kimse Allah yolunda cihat eden kimse gibidir.” (Buharî, “Edep”, 26; No: 5661)

Sonuç olarak her iki kelime de zekât alabilecek düzeyde muhtaç kimseyi ifade eder. Bir Müslüman’a zekâtın verilebilmesi için fakir olması şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.);

 “Zengine zekât vermek helâl olmaz.” (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 624, No:1635, 637) buyurmuştur.

“Zengin”, hangi türden olursa olsun “nisap” miktarı artıcı nitelikteki zekâta tâbi mallardan birine sahip olan kimsedir. 80,18 gram altını veya bu kadar altın karşılığında parası veya dövizi veya ticaret malı olan veya 561,2 gram gümüşü veya 5 devesi veya 40 koyunu veya 30 sığırı veya 650 kg tahılı olan kimse zengin sayılır. Nisap miktarının altında mala sahip olanlar fakir, üstünde mal varlığı olanlar zengin sayılır.

“Artıcı” özellikte “nisap” miktarı mala sahip olmak (nisab-ı gınâ) kişiyi hem zekâtla mükellef kılar hem de zekât almaya engel teşkil eder. Çünkü bir kimse aynı zamanda kendisinden zekât alınan zengin ve kendisine zekât verilen fakir olamaz.

“Artıcı” özellikte olmayan “nisap” miktarı mala sahip olmak ise (nisab-ı istiğna), zekât vermeyi gerektirmez, ancak zekât almaya mani olur.

Temel ihtiyaçlarından fazla “artıcı” özellikte olmayan nisap miktarı mala sahip olan kimse de zengin sayılır, bu kimse zekât vermekle yükümlü olmaz, ancak “fıtır sadakası” vermek ve “kurban kesmek” ile yükümlü olur, fakat zekât alamaz.

Temel ihtiyaçlarından fazla malı olmayan Müslüman fakirdir. Temel ihtiyaçlarını karşılayan mallarının değeri ne olursa olsun, bu kimseye zekât verilebilir.

Müslüman; sahip olduğu mal, ister artıcı nitelikte olsun ister olmasın kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetiyorsa zengindir ve zekât alamaz. Nisap miktarı veya daha fazla malı veya kazancı olan ancak malı ve kazancı, kendisinin ve aile fertlerinin geçimini sağlayamayan fakirdir, dolayısıyla zekât alabilir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî müçtehitlerin çoğunluğuna göre sağlıklı, çalışma imkânı ve gücü olduğu hâlde çalışmayan tembel kişilere zekât verilmez. (İlmihal, I, 481)

Veda haccı esnasında zekât taksimi yaptığı sırada iki kişi Resulüllah (s.a.s.)’ın yanına gelirler ve Hz. Peygamberden zekât isterler. Hz. peygamber onlara şöyle bir göz atıp bakar ve onları güçlü-kuvvetli görür ve şöyle buyurur:


“İsterseniz size zekât vereyim, ama zenginin zekâtta bir payı yoktur; aynı zamanda çalışıp kazanacak güç ve kuvveti olanın da zekâtta bir payı yoktur.” (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 23, No: 1633)

Konu ile ilgili diğer bir hadis şöyledir:


“Zekât, zengine ve azası yerinde olup (çalışıp kazanacak) güç ve kuvvete sahip olan kimseye helal olmaz.” (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 23, No: 1634)

Hadisler, gücü, kuvveti yerinde olup çalışma imkânına sahip olduğu hâlde çalışmayıp insanların eline bakarak karnını doyurmayı tercih eden kimseye zekât vermenin caiz olmadığını ifade eder.

Çağımızda yoksullara ve acizlere bakmak için kurumlar oluşturulmuştur. Bu kurumlara da zekât verilir ve bu vekâleten veya dolaylı temlik sayılır.

Fakir ve miskinler; daha çok toplumun ilgiye ve yardıma muhtaç kesimleridir. Bunların başında; yetim ve kimsesizler, ihtiyarlayıp iş tutamaz hâle gelen yaşlılar, doğuştan özürlü olmaları sebebiyle çalışıp para kazanamayanlar, herhangi bir kazaya uğrayan ve çalışma gücünü kaybedenler, engelliler, hastalar, kötürümler ve iş bulamayanlar gelir.

Muhtaç yetimlere büyüyüp iş buluncaya veya iş kuruncaya, yoksul yaşlılar ölünceye, fakir hastalar iyileşinceye, işsizlere iş buluncaya kadar zekât ile yardım edilir ve temel ihtiyaçları karşılanır.

İşini kaybetmiş olan veya çalışma gücü olduğu hâlde iş bulamayan, başka bir geliri bulunmayan veya yaptığı iş ve ticarette başarısız olan, iflas edip yoksul düşen, deprem, yangın ve sel felaketi gibi bir afetle mal varlığını kaybeden, böylece geliri kesilen ve muhtaç hâle düşen kimselerin iş buluncaya kadar ihtiyaçlarının karşılanması gerekir.

Fakirlere ihtiyaçlarını giderecek maddî yardımın yapılması gerekir. Çünkü bunların sosyal güvenliğe ihtiyacı vardır. Bu sebeple zekât verilecek kimseler arasında ilk sırada fakir ve miskinler zikredilmiş ve onların ihtiyaçlarının giderilmesi istenmiştir.

Zengin bir Müslüman’ın ergenlik çağına gelmeyen çocuğuna zekât verilebilir mi?

Hanefî müçtehitlere göre zengin bir erkeğin küçük çocuğuna zekât verilemez. Çünkü çocuk babasına nispetle zengin sayılır. Fakat kocası ölen zengin bir kadının fakir ve yetim çocuğuna zekât verilebilir. Çünkü çocuğun nesebi babaya aittir. Çocuk annesinin serveti sebebiyle zengin sayılmaz.

Zengin bir Müslüman’ın fakir babasına, ergenlik çağına gelmiş fakir olan oğluna, kızına ve hanımına zekât verilebilir. Çünkü bunlar müstakil şahsiyetlerdir. Buluğa ermiş kişi babasının malı sebebiyle zengin sayılmaz. Aynı şekilde kadın zengin kocasının serveti sebebiyle zengin sayılmaz.

3. ÂMİLLER

Zekât verilmesi gereken gruplardan üçüncüsü amillerdir. Sözlükte bir iş yapan, işçi ve zanaatkâr anlamına gelen “âmil” kelimesi bir fıkıh terimi olarak zekât toplama işlerinde çalıştırılan memurlara denir. (Kâsânî, II, 44)

Zekâtı zenginlerden alan tahsildarlar, muhasebesini yapanlar, toplanan zekâtı koruyanlar, bekçiliğini yapanlar ve zekâtı hak sahiplerine dağıtanlar, hesap işlerini yürütenler, zekât mallarını tartan, ölçen ve sayanlar kısaca zekât organizasyonunun her kademesinde çalışan memurların tamamı “âmiller” kelimesine dâhildir. (Zuhaylî, III, 359)

Peygamberimiz (s.a.s) zekâtın zengine verilmesinin helal olmadığını, ancak beş sınıfa zekât verilebileceğini beyan ettiği bir hadiste bu kimseler arasında amilleri de zikretmiştir. (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 624, No:1635)

Hadis ve tarih kaynaklarında “âmil” kelimesi yerine “ârif, âşir, câbî, emîn, hâzin, sâ’î ve musaddık” kelimeleri de kullanılmıştır. Mesela aşağıdaki hadiste zekât toplayan memurlar, “musaddık” kelimesi ile ifade edilmiştir:


“Zekât memuru (musaddık) size geldiği zaman, sizden mutlaka memnun olarak ayrılsın.” (Tirmizî, “Zekât”, 20, No: 642)

Sahabeden Ebu Cuhayfe anlatıyor:



“Bize Peygamber (s.a.s.)’in musaddıkıgeldi. Zengin-lerimizden zekâtı aldı ve fakirlerimize dağıttı. Ben çocuk ve yetim idim, bana da genç bir dişi deve verdi.” (Tirmizî, “Zekât”, 21, No: 644.)

Bu hadiste Hz. Peygamberin çevre kabilelere âmil gönderdiği, amilin zekâtı toplayıp fakirlere dağıttığı açıkça ifade edilmektedir.

Zekât organizasyonunda çalışanların ücretleri, toplanan zekâtlardan verilir. Ancak bunlara verilen, zekât değil yaptıkları hizmetin karşılığı ücrettir. Çünkü bu görevliler, zengin olabilirler. Zekât toplamaya yönelik çalışmalar, sonuç itibariyle fakir ve miskinlerin ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmış ve onların menfaatine yönelik hizmetlerdir. (Kurtubî, IV, 178; Kâsânî, II, 43)

Peygamber efendimiz zamanında ve İslam’ın ilk dönemlerinde zekât, âmiller vasıtasıyla toplanıyordu.

İbn Sâidî el-Malikî şöyle demiştir: “Hz. Ömer (r.a.) beni zekât toplamakla görevlendirdi. Zekâtı toplayıp işimi tamamladığımda getirip hepsini Hz. Ömer’e teslim ettim. O, bu husustaki hizmetime karşılık zekâttan ücret almamı emretti. Ben de, “Ben ancak Allah için bu hizmeti yaptım, ücretimi Allah verir” dedim. Bana, “Sana verileni al” buyurdu ve şöyle ilave etti: “Çünkü ben de Resulüllah (s.a.s.) zamanında bu hizmeti yaptım ve O benim hizmetime karşılık (topladığım zekâttan) ücretimi verdi. Ben de senin dediğin gibi söyledimse de Peygamberimiz, “Sen istemeden sana bir şey verilirse onu ye ve tasaddukta bulun!” buyurdu. (Müslim, “Zekât”, 112; Ebu Dâvûd, “Zekât”, 28; Nesaî, “Zekât”, 94; Ahmed, I, 52)

Bu hadiste hem Hz. Peygamber’in hem de Hz. Ömer’in zekât tahsili için âmil görevlendirdiği ve toplanan zekâttan yapılan iş karşılığında ücret verdiği anlaşılmaktadır.

Zekât toplama memuruna zekât, yaptığı iş nispetinde verilir ki, bu, kendisine ve yardımcılarına orta derecede yetecek maaştır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:


“Biz kimi (zekât toplama ve benzeri) bir iş için görevlendirir ve bundan dolayı ona güzel bir ücret verirsek, artık onun bundan başkasını ve fazlasını alması hıyanet olur.” (Ebu Dâvûd, “İmaret”, 10, NO: 2943)

Âmiller zengin bile olsalar, ücretleri toplanan zekâttan verilir. Bu ücret âmillere ve çoluk-çocuğuna orta düzeyde yetecek kadar verilir ve topladığı zekâtın yarısını geçemez. Amillerin adil ve zekât konularını bilen kişi olması gerekir. (Zühaylî, III, 359)

Peygamberimiz (s.a.s.), deve, sığır, koyun ve keçi gibi görünen, altın ve para gibi görünmeyen malların zekâtlarının tahsili için amiller görevlendirmiştir. Hz. Osman’ın devlet başkanlığı zamanında görünmeyen malların zekâtını almada zorluk olması sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi vicdanlarına bırakılmış, sadece görünen malların zekâtlarını toplamak için amiller görevlendirilmiştir. Daha sonraki yıllarda da bu uygulama devam etmiştir.

4. MÜELLEFE-İ KULUB

Zekât verilmesi gereken gruplardan dördüncüsü müellefe-i kulub’dür. “Müellefe-i kulub”, kalpleri İslâm’a yaklaştırılmak, zararsız hâle getirilmek, kötülüklerinden emin olunmak ve dinde sebat ettirilmek istenen kimselerdir. Asr-ı saadette bu kimseler dört grup idi.

a) Müslüman olmuş, ancak niyet ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olanlar. Bu kimselere zekât verilmesinin amacı, imanlarının pekişmesini sağlamaktı.

b) Kabile reisleri ve ileri gelenler. Bunlara zekât verilmesinin amacı, kendi kabilelerinden İslâm’a girmek isteyenlere engel olmamalarını sağlamak ve Müslüman olanlara eza ve cefa etmelerini önlemekti. Çevresinde sözü geçen, İslâm’ı tam benimsememiş kimselere zekât verilerek, Müslümanlarla daha iyi kaynaşmaları hedeflendi.

c) İslam’a ilgi duyanlar. Bunlara zekât verilmesinin amacı, Müslüman olmalarını sağlamaktı.

ç) İslam’a ve Müslümanlara zararlarından korunmak istenen kimseler.

Kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere zekât verilmesi Müslümanların azınlıkta ve zayıf olduğu zamanlara mahsus bir uygulamadır. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in devlet başkanlığı zamanında Hz. Ömer’in içtihadı ile bu gruba zekât verilmesinden vazgeçilmiştir. Sahabe de buna itiraz etmemiştir. Hanefî ve Şafiî fakihler bu görüşü benimsemişlerdir. Hanbelî ve Malikî müçtehitlere göre İslam’a girmelerini teşvik için Müslüman olmayanlara zekât verilebilir. (Zuhaylî, III, 359-360)

Bir grup İslam bilginine göre kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler Müslümanlardır. (Taberî, X, 10/162-163; Kurtubî, IV, 179-181; Hazin, III, 144-145; İlmihal, I, 483)

Sünen müellifi İmam Tirmizî konu ile ilgili şu değerlendirmeyi yapmıştır: İslam bilginleri müellefe-i kulub’a zekât verilip verilmemesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bilginlerin çoğu bu gruba zekât verilmemesi görüşündedir. Bu görüşte olanlara göre, Hz. Peygamberin zamanında, kalpleri İslam’a ısındırılıp Müslüman olmaları sağlanmak istenen insanlar vardı, bunlara zekât verildi. Günümüzde bu anlamda zekât verilecek kimse yoktur. Bazı âlimler ise günümüzde de kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler bulunabilir görüşündedir. (Tirmizî, “Zekât”, 30, No: 661 hadisin izahında)

Bir Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortadan bütünüyle kaldırılması düşünülemez. Kur’an’ın hükümleri evrenseldir, bütün toplum ve zamanları kuşatır. Kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler her devir ve her toplumda bulunabilir ve bunlara zekât verilebilir.

İslam’a girdiği hâlde kalbi henüz imana tamamen yatışmayan Müslümanlar veya İslam’a girmeyi düşünüp yakın ilgi içinde bulunan kişiler her zaman bulunulabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ganimet malı dağıtırken Ensar’a şöyle buyurmuştur:


“Doğrusu ben, daha yeni Müslüman olmuş, küfürden daha yeni kopmuş kişilere, kalplerini İslam’a ısındırmak için (daha çok) veriyorum.” (Müslim, “Zekât”, 132)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), İslam’a meyledip iman henüz kalplerinde tam anlamıyla kök salmayan Ebu Süfyan, Safvan ibn Ümeyye, Uyeyne ibn Hısn, Akra’ ibn Habis, Abbas ibn Mirdas ve Alkame ibn Ulâse’ye yüzer deve vermek, özellikle Arap eşrafına ganimetten vermek suretiyle kalplerini İslam’a ısındırmak istemiştir. (Müslim, “Zekât”, 137-138, 140) Bunlardan Safvan ibn Ümeyye konuyu şöyle anlatmıştır:

“İnsanlardan Hz. Peygambere en çok kızan kişi ben idim. Huneyn günü[2]2 Hz. Peygamber bana (zekât) verdi. Daha sonraki günlerde zekât vermeye devam etti, nihayet Hz. peygamber insanlardan en çok sevdiğim kişi oldu.” (Tirmizî, “Zekât”, 30, No: 661)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), İslam’ın bilinmesi, tanınması ve kabul edilmesi için gereken her şeyi yapmış, kendisinden ne istenildi ise imkânları nispetinde istenileni vermiştir.

Netice itibariyle müellefe-i kulub iki gruptur:

(a) İmanı zayıf Müslümanlar. Bunları İslam’a ısındırma ve imanlarının kuvvetlenmesini sağlamak için zekât verilebilir.

(b) Müslüman olmayanlar. Bunların İslam’a yararının olması veya zararlarının önlenmesi için zekât verilebilir.

5. KÖLELER

Kur’ân-ı Kerim’de zekât verilmesi gereken gruplardan birisi de kölelerdir. İlgili ayette geçen “rikab” savaş ve benzeri sebeplerle özgürlüğünü yitirmiş, başkasının boyunduruğu altına girmiş kimselerdir. Hz. Peygamber(s.a.s.)’in gönderildiği dönemde kölelik vardı. İslam, sosyal bir olgu hâline gelmiş olan köleliğin tedricen kaldırılmasını hedeflemiş ve insanların özgürleştirilmesini teşvik etmiştir. Bu bağlamda bir bedel karşılığında özgürleşmesi için köleye zekât verilmiştir.

İnsanlık tarihinde söz konusu olan kölelik sistem ve uygulamasının günümüzde kalktığını göz önüne alan İslâm bilginleri, ayetin bu hükmünün uygulanabilirliği konusunda farklı görüşler ileriye sürmüşlerdir. Ağırlıklı görüş, ayetin bu hükmünün savaş esirleri veya ağır borç yükü altında ezilen kimseler için kullanılabilmesidir.

6. BORÇLULAR

Zekât verilmesi gereken gruplardan bir diğeri de borçlulardır. Ayette geçen “ğârimîn” borçlular demektir. Borcu olan ve borcundan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimselerdir. Borçlu kimselerin belirli bir miktar malı, serveti, parası olsa bile bunlar borçlarına yetmediği için fakir sayılırlar. Dolayısıyla kendilerine borçlarını ödeyebilmeleri için zekât verilir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî müçtehitlere göre;

(a) Mesken edinme, ev eşyası alma, eğitim, öğretim, sağlık ve düğün yapma gibi temel ihtiyaçları için borçlananlara,

(b) Yangın, sel, deprem, kaza ve benzeri afet ve musibetlere maruz kalıp borçlananlara,

(c) Kan veya mal davalarını sona erdirmek, fitne ve terörü bitirmek gibi toplum menfaati için borçlananlara zekât verilir. (İlmihal, I, 485-486)

Sahabeden Ebu Sa’îd el-Hudrî anlatıyor: Resulüllah (s.a.s.) zamanında bir adamın (Muaz ibn Cebel) satın aldığı meyveler telef olur, adam çok borçlanır. Resulüllah (s.a.s.), sahabeye borçluya zekât verin buyurur. Sahabe ona zekât verir. Verilen zekâtlar borcu karşılamaz. Bunun üzerine Resulüllah (s.a.s.), adamın alacaklılarına, “Şu mevcut parayı alın, bununla yetinin, size verebileceğimiz başka bir şey yoktur” buyurur. (Tirmizî, “Zekât”, 24, No: 650)

Kabîsa ibn Muhârik, ara bulmak için ödediği diyetten dolayı borçlanır ve Hz. Peygamber’e gelerek yardım ister. Hz. Peygamber, o anda zekât geliri bulunmadığı için, ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyler ve şu eklemeyi yapar: “Ey Kabîsa! İstemek sadece üç grup insan için helâldir:

(a) Ara bulmak için diyet verir veya kefil olur, borçlanır, borcunu ödeyene kadar onun istemesi helâl olur, borcu ödeyince artık isteyemez.

(b) Malı bir afet sonucu helâk olan kimsenin ihtiyacını karşılayacak kadar istemesi helâldir.

(c) Fakir düşen ve fakirliği komşularından güvenilir üç şahitle doğrulanan kimsenin istemesi helâldir.

Bu üç grup insandan başkalarının dilenmesi haramdır. Onlar dilenip aldıklarını haram olarak yerler.” (Müslim, “Zekât”, 109)

Borçluya zekât verilebilmesi için şu şartlara uyulması gerekir:

a) Borçlunun borcunu ödeyecek malı olmamalıdır. Borcunu karşılayacak miktarda malı, parası varsa, borcunu ödedikten sonra “nisap” miktarı malı kalıyorsa bu kimseye zekât verilmez. Çünkü bu kimse zengindir.

b) Haram alanlar için borçlanmış olmamalıdır. Bu kimselere zekât verilmez. Çünkü haram alanlara borçlanan veya israf ederek borçlanan kimseye zekât verildiği zaman bu kötü davranış desteklenmiş, günahta yardım yapılmış olur. Hâlbuki Allah günah ve düşmanlık konusunda yardımlaşılmamasını istemektedir. (Maide, 5/2) Ancak kişi tövbe etmiş, bu tür harcama yapmayacağına karar vermiş ise bu takdirde borcundan kurtulması için zekât verilebilir.

c) Borcun kul hakkından doğan bir borç olması gerekir. Zekât borcu olanlara veya kefaret borcu olanlara zekât verilmez. Çünkü bu türlü borcu olanlar ayetteki “ğarimîn” kelimesinin kapsamına girmez.

Hanefî ve Hanbelî fakihler ile bir görüşünde İmam Şâfiî, ölen kimsenin borçlarının zekât verilerek ödenemeyeceği içtihadında bulunmuşlardır. İmam Malik ile İmam Şâfiî’nin diğer görüşüne göre ölünün borcu için zekât verilebilir.

Borçluya ihtiyacı kadar zekât verilir. Bu ihtiyaç da borcun ödenmesi içindir.

7. ALLAH YOLUNDA (ÇALIŞANLAR)

Zekât verilmesi gereken gruplardan yedincisi Allah yolunda çalışanlardır. Ayette geçen  terkibi, “Allah yolunda, Allah için” demektir. Ayette sayılan altı gruba zekât “Allah için” verildiği hâlde ayrı bir madde zikredilmesi bu grubun farklı bir sınıf olduğunu ifade eder. “Allah yolunda” ifadesi geniş bir anlama sahiptir. Tefsir ve fıkıh kitaplarında bu grubu İslam’ın ve Müslüman toplumun korunması için çalışanların (gazi ve mücahitlerin) oluşturduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) beş gruba zekât verilebileceğini bildirmiş, bunlardan birincisi olarak Allah yolunda savaşanları zikretmiştir:




“Beş kişinin dışında zengine zekât vermek helâl olmaz. Ancak Allah yolunda savaşana, zekât toplamakla görevlendirilen memura (âmile), borçluya, zekât malını parası ile satın alana, fakir komşusuna verildiği hâlde bundan fakirin kendisine hediye ettiği kimseye verilir.” (Ebu Dâvûd, “Zekât”, 24, No:1635)

 “Allah yolunda” ifadesi Kur’an’da, “İslam uğrunda” ve “Allah için” anlamlarında kullanılmıştır. Mesela şu ayetlerde “İslam uğrunda” anlamında kullanılmıştır:

 “Allah yolunda, İslam uğrunda savaşın.” (Bakara, 2/244)



“Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak Allah yolunda sefere çıkın. Mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Tevbe, 9/41)



“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara, 2/218)

Şu ayette geçen  tabiri, “Allah için, Allah rızası için” anlamındadır:



“Mallarını Allah rızası için infak eden, sonra da infak ettiğini başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/262)

“Allah yolunda savaşmak”, “Allah yolunda cihat etmek”, “Allah yolunda hicret etmek” (Bakara, 2/218; Nisa, 4/100), “Allah yolunda infak etmek” ve “Allah yolunda sefere çıkmak” (Nisa, 4/94) ifadeleri ile



“Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele” (Tevbe, 9/34) anlamındaki ayet, “Allah yolunda” tabirinin anlamını ortaya koymaktadır.

Buna göre zekât ile ilgili ayette geçen  tabiri; Allah rızasına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışanları ve İslâm’ı yüceltmek için cihat edenleri ifade eder.

“Cihad” kavramının geniş bir anlamı vardır. Cihad sadece İslam düşmanlarıyla, bir saldırı olduğu zaman savaşmaktan ibaret değildir. Bu kavram; İslam’ın bilinmesi, tanınması, yaşanması ve yüceltilmesi için yapılan bilimsel, kültürel ve sosyal her türlü çalışmayı kapsamaktadır. Bu itibarla İslam’ın tebliğ edilmesi, bilinmesi, tanınması, öğrenilmesi, yüceltilmesi, yayılması, kuvvetlenmesi, düşman zararlarından Müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması (cihat, gaza)için yapılan çalışmalar, Müslümanların yararına olan her türlü faaliyet, “Allah yolunda” tabirinin kapsamına girer. (Taberî, X, 10/163; Hazin, III, 144-145; Yazır, IV, 2581)

8. YOLDA KALMIŞ KİMSELER

Zekât verilmesi gereken gruplardan sekizincisi yolda kalmış kimselerdir. “İbnü’s-sebîl” tabiri sözlükte “yoloğlu” demektir. Bununla maksat, ilim, eğitim-öğretim, ibadet, ticaret ve benzeri amaçlarla seyahate çıkmış, parası tükenip kredi kartı ve benzeri imkânları da bulunmayan, bu sebeple muhtaç hâle gelmiş yolcu ve misafir kimselerdir. Bu kimseler yurtlarında zengin bile olsalar bulundukları yörede fakir oldukları için kendilerine zekât verilebilir.

Şâfiî müçtehitlere göre “ibnü’s-sebîl” terimi, hem gurbette kalmış yolcuyu, hem de yolculuk yapmayı düşünen fakat bunun için maddî imkân bulamayan kimseyi içine alır.

Yolcuya zekât verilebilmesi için onun memleketine gidecek kadar parası ve malı bulunmaması ve yolculuğa meşru amaçlarla çıkmış olması gerekir.

Bazı Şâfiî ve Mâlikî fakihler, muhtaç duruma düşen yolculara zekât verilebilmesi için onların kaldıkları yerde borç verecek kimse bulamamış olmalarını şart koşarlar. Ancak Hanefî ve Hanbelî fakihler böyle bir yolu daha uygun görseler de şart koşmazlar. (İlmihal, I, 487)

Yolda kalmış, yoluna devam etmek veya memleketine dönmek için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir.

Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu hâlde, çeşitli baskılarla ülkelerini terk etmek zorunda kalan mülteciler ile kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için dışarılarda ve yollarda yatanlara da zekât verilebilir.

Sonuç olarak; zekât verilecek grupları birlikte değerlendirdiğimiz zaman zekâtın verilmesinin iki hedefi olduğunu görürüz. Biri muhtaç Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak, diğeri İslam’ın kuvvetlendirilmesi ve korunmasını sağlamaktır. Bir, iki, beş, altı ve sekizinci gruptakiler ihtiyacı karşılanması gereken kimselerdir. Zekât organizasyonunda görev alanlar zekâtı kendileri için değil fakirler için tahsil ederler, müellefe-i kuluba zekât verilmesi hem Müslümanlara gelebilecek zulmü önlemek hem de Müslümanların sayısını artırmaya; yedinci maddede zikredilenlere zekât verilmesi, İslam’ın bilinmesi, tanınması, yayılması, yüceltilmesi ve Müslüman toplumun korunmasına yöneliktir. (Taberî, X, 10/163)

Müslüman, bu sekiz sınıftan birine zekâtını verebileceği gibi her sınıfa taksim de edebilir, ancak her sınıfa taksim edilmesi şart değildir. (Taberî, X, 10/167; Kurtubî, IV, 168)

Şâfiî müçtehitlere göre zekât, mükellefin kendisi veya vekili tarafından dağıtılıyorsa, zekât tahsil etmekle görevli memurların dışında kalan yedi sınıfa eşit olarak dağıtılması ve her sınıftan en az üç kişiye verilmesi gerekir. Çünkü âyette zekât verilecek sınıfların ayrı ayrı hak sahibi oldukları belirtilmek istenmiştir.

Hanefî, Hanbelî ve Malikî müçtehitlere göre, zekât sekiz sınıftan sadece birine veya bir kaçına verilebileceği gibi sekiz sınıfa da dağıtılabilir. (Zuhaylî, III, 3556-357)

Zekâtın en çok muhtaç olana verilmesi en isabetli olan yoldur. Zekât; nisap miktarı malı, serveti, parası bulunmayan fakirlere, hiç mal varlığı ve parası olmayan yoksullara, zekât organizasyonunda görev alanlara, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere, borçlulara, parası kalmamış, kredi imkânı da bulunmayan yolcu ve misafirlere, özgürlüğüne kavuşmak isteyen kölelere ve İslam’ın bilinmesi, tanınması, öğrenilmesi, yücelmesi, Müslüman toplumunun düşmanlara karşı korunması bağlamında yapılacak çalışmalara verilir.

Günümüzde zekâtlar belirlenen sınıflara bireysel olarak verilmektedir. Hâlbuki bunun bir organizasyon ile bir fonda toplanarak düzenli bir şekilde dağıtımının yapılması daha isabetli ve daha ideal olur.


2 Taif ile Mekke arasında bir yerin adıdır, Mekke’nin fethinden sonra Huneyn savaşı burada yapılmıştır.


V. K