Üstadımız bu asır için “enaniyet asrı” diyor. Ayrıca, “bu asırda dalaletin fen ve felsefeden geldiğini, bu sebeple izalesinin de zor olduğunu” vurguluyor. Nice menfi cereyanların hedefi olan bu asrın insanına yaklaşma konusunda Nur'un dört esasından birini şefkat, diğerini tefekkür olarak belirliyor. Birincisinin Rahîm ismine, ikincisinin de Hakîm ismine isal ettiğini ifade ediyor.
Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, ruhu binlerce yara almış olan bu asrın insanına şefkatle ulaşmak gerektiği ve hikmetle hareket ederek onun nefsini tahrik etmeden, hakikatleri “nezihâne, nazikâne ve kavli leyinle (yumuşak sözle)” aktarmak gerektiği açıkça anlaşılır. Bunun en güzel yolu da doğrudan değil, dolaylı anlatım yolunu tercih etmektir. Nitekim Üstadımız birçok derslerini nefsini muhatap alarak verir ve “Yazılan Sözlerde muhatap asi nefsimdir, kim isterse beraber dinlesin.” buyurur. Yine birçok derslerinde de gerçekleri temsilî hikâyelerle sunma yolunu tutar. Zaman bunu gerektirmektedir.
Önceki asırlardaki mürşitlerin durumu çok farklıdır. Onların muhatapları iman hakikatlerine gönülden inanmış, fakat amel yönünden eksikleri bulunan, nefsini terbiye konusunda bir mürşitten yardım talep eden kişilerdir. Onlara ikaz edici sert üslup kullanılabilir, ama böyle bir üslup, bu asrın yaralı insanını hakikatlerden iyice uzaklaştırabilir.
Bu sözün yazılmasına “asker bir nur talebesi”nin sebep olup olmadığı konusunda bir bilgimiz yok. Ancak, Üstad “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş.” buyurarak, dünya hayatının iki ayrı yönünü ortaya koyuyor: Birisi insanın başıboş olmadığı, bu dünyada dilediği gibi değil emir tahtında hareket etmesi gerektiği; diğeri ise bu dünyanın ahiret için bir misafirhane olduğu, ebedî kalınacak diyarın burası olmadığıdır.
“Asker” ifadesi de bu iki manaya işaret etmektedir. Asker de emir tahtında hareket eder ve kışla hayatının geçici olduğunu bilir, ona gönül bağlamaz, terhis edilip dostlarına ve akrabalarına kavuşacağı günleri hasretle bekler.
Sanki bu hitap şekliyle, hepimize “dünyanın geçici zevklerine bağlanıp boğulmayarak” ebedi saadet yurduna iştiyak göstermemiz ve ona göre bir hayat sürmemiz ders veriliyor.
Bu konuda Üstadımız şu açıklamayı getiriyor:
"Ben Sözler'i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum."
"İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört aded Sözler'i meşagil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti."(1)
(1) bk. Barla Lahikası, 208. Mektup; Hulisi Beye Hitaptır.
İnsanın birinci muhatabı kendi nefsidir. Üstadımız, “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.” buyurur. Buna göre, bir insan diğer insanlara hakkı tebliğ edip onları günahlardan menetmek istiyorsa, bunun birinci şartı kendini ıslah etmesidir.
“Lisan-ı hâl lisan-ı kalden daha kuvvetli tesir ettiği" için, insan önce kendi özel âleminde İslam’ı yaşamalı, hüsnümisal ve nümune-i imtisal bir insan olmalıdır. Bunda başarılı olduğu takdirde, başkalarını sözle de ikaz ve irşad yoluna gidebilir.
Üstad, yazdığı birçok risalede kendi nefsine hitap etmekle, bizlere de Risale-i Nur'u öncelikle başkalarına anlatmak için değil, kendi nefsimizi ıslah, kalbimizi tasfiye, marifetimizi inkişaf ettirmek için okumamız gerektiğini ders vermektedir.
Bu tarz ifadelerin diğer yönü de şu olsa gerektir: İnsan doğrudan kendisine yapılan nasihatlerden rahatsız olabilir. Ama aynı sözleri temsilî bir hikâye içinde dinlerse yahut kendi nefsine hitap eden bir müellifi kenardan rahatlıkla takip ederse, faydalanma oranı daha da artar. Bu asırda bu metot hem daha faydalı, hem de bazı enaniyetli kişiler hakkında zaruridir.
Geçmiş asırlarda da bir takım mürşitlerin hayvanları konuşturarak, onlar arasında geçen maceraları anlatarak insanlara dolaylı yoldan nasihat ettiğini görüyoruz. Bu dolaylı anlatım, o asırlarda “müstehap” ise bu asırda “vacip” derecesindedir.
Birinci Söz:
Besmele bahsi olduğu için besmele ayetinin bir tefsiridir.
"...Vur asânı taşa' buyurduk..." (Bakara, 2/60).
"Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik." (Enbiyâ, 21/69).
İkinci Söz:
"O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Allah'a ve Onun bildirdiklerine iman ederler." (Bakara, 2/3)
Üçüncü Söz:
"Ey insanlar, ibadet ediniz..." (Bakara, 2/21).
Dördüncü Söz:
"Namaz dinin direğidir."(1) hadisinin ve Kur'an'da on dört yerde geçen "Namazı kılın!.." ayetlerinin bir tefsiri hükmündedir.
Beşinci Söz:
"Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir." (Nahl, 16/128).
Altıncı Söz:
"Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9/111).
Yedinci Söz:
Allah’a ve ahirete iman etmenin, insan ruhuna ve âlemine yaptığı müspet tesiri ve getirdiği saadeti gösteren bir bahistir. Bu yüzden Allah ve ahireti zikreden ve ona inanmayı emreden ayetlerin umumi bir tefsiri hükmündedir.
Sekizinci Söz:
"Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, her şey Onun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara, 2/255).
"Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir..." (Âl-i İmran, 3/19).
Dokuzuncu Söz:
"Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın." (Rum, 30/17-18).
(1) bk. Tirmizi, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.
Bilindiği gibi ilk sekiz söze dokuzuncu da eklenerek (Birinci Söz'den Dokuzuncu Söz dâhil) tamamı Küçük Sözler adıyla müstakil bir eser olarak basılmıştır.
Kolay anlaşılan derslerle işe başlamak, zamanla zor konulara geçmek hikmetin gereğidir. Küçük Sözler'de okuyucu ilk sekiz söze rahatlıkla muhatap olmakta ve dokuzuncuda ise birdenbire çok yüksek ve çok derin bir hakikat dersiyle karşılaşmakta ve ruhunda bütün külliyatı okumak konusunda büyük bir istek duymaktadır.
Önce şunu ifade edelim: “Bismillah her işin başıdır.” denmeyip de “... her hayrın başıdır.” denilmesinde ince bir mesaj vardır. Demek ki, hayır olmayan şeylere başlarken "besmele" çekilemez. Mesela, bir hırsız yaptığı soyguna "besmele" ile başlayamaz. O halde, insan öyle işler yapmalıdır ki onlara "besmele" ile başlayabilsin; bunlar da ancak hayırlı işlerdir.
İnsanların faydalanacakları ilmî eserler yazmak da büyük bir hayır olduğundan, bütün İslam alimleri eserlerine "besmele" ile başlamışlardır. Bununla da yetinmeyip hamdele ve salveleyi de eklemişlerdir. Yani Allah’a hamd ve Onun sevgili Peygamberine salatü selam ile eserlerine başlamışlardır. Üstad Hazetleri de Muhakemat’ta, Mesnevi-i Nuriye’nin bazı bölümlerinin başlangıcında ulemanın bu âdetini devam ettirmiştir.
Besmelenin sırlarına dair Lem’alarda yazdığı çok yüksek bir dersi de makam münasebetiyle, buraya almıştır. Bu bölümde "besmele"nin altı sırrı izah edilirken, çok ince hakikatlere dikkat çekilmiş ve böylece besmeleyi okurken ondaki bu yüksek hakikatleri de nazara almamız bizlere ders verilmiştir.
Birinci Söz'de "besmelenin" anlam ve önemi izah ediliyor. Çeşitli varlıkların hâl dili ile besmeleyi nasıl zikrettikleri akli bir metotla izah ve ispat ediliyor. Allah'ın adını anmak ve O’nun adıyla hareket etmenin insana neler kazandıracağı mükemmel bir şekilde işleniyor. Bu sözde verilen en mühim mesaj, besmelenin zikir, fikir ve şükür’den mürekkep bir mana olduğunun tespit edilmesidir.
"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir sâtır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur."(1)
Bismillahirrahmanirrahîm'deki Allah, Rahman ve Rahim isimlerinin kâinattaki tecellisi, büyükten küçüğe bir tevhid mührüdür.
Allah ism-i Celili, bütün kâinattaki unsurların kendi aralarında olan yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve birbirinin ihtiyacına cevap verme gibi fiillerin dili ile Allah'ın birlik ve tevhid sikkesini temsil eder.
Rahman ismi de dünyadaki bitki ve hayvan taifelerinin tedbir ve terbiye edilmesinde benzerlikler, tenasüb ve intizam gibi icraatların dili ile Allah'ın dünya sahifesindeki birlik ve tevhid mührüne işaret eder.
Rahim ismi ise, insanın mahiyetindeki rahmet, merhamet ve şefkat gibi tecellilerin ve fiillerin dili ile Allah'ın insan mahiyetinde görünen birlik ve tevhid mührüne bakar. Tevhidin üç büyük mührü kâinat, dünya ve insan üzerine vurulan mühürleridir.
Bunu şöyle bir temsil ile akla yaklaştıralım:
Kâinat okyanus olsun, dünya deniz, insan ise bir avuç su olsun. Her birine kelime-i tevhid yazısını yazalım. Okyanusa büyük harflerle tevhid kelimesini yazdık ve altına dev bir mühür vurduk, okumak için bütün okyanusu kuşatacak bir göze sahip olmak ya da okyanusu ihata edecek bir mevkie çıkmak lazımdır. Bu da herkes için mümkün değildir.
Dünyayı temsil eden denizin üstüne orta boyda harflerle tevhid yazısını yazdık ve altına mührü bastık; bunu da okumak ve ihata etmek çok zordur, küllî bir nazar lazımdır.
Ve üçüncüsü, insanı temsil eden bir avuç suyun üstüne bir kelime-i tevhid yazdık, bunu herkes rahatlıkla ve ihata ile okuyabilir ve mührü görebilir.
Bu üç mührü ve tevhid kelimesini okumak aşağıdan yukarı doğru olmalıdır. Yukarıdan aşağıya okumak ve görmeye çalışmak çok zordur. Bir avuç suda yazılan tevhid kelimesi ehâdiyeti temsil eder, okyanusta yazılan tevhid ise, vâhidiyeti temsil eder.
Özetleyecek olursak, üç sikke-i ehâdiyet kâinatta Allah isminin tecellisi, dünyada Rahman isminin tecellisi ve insanda Rahim isminin tecellisi suretinde vurulan birlik ve tevhit mühürleri anlamındadır. Bu üç ismin temsil ettiği tecelliler tevhidin kâinat, dünya ve insan sayfalarında nuranî birer satırdırlar.
(1) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'a, İkinci Makam.
Risale-i Nur eserlerinde geçen birçok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak asrın anlayışına göre iktibas suretinde alıp istifademize sunmuştur.
Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin saldırıların olduğu bir dönemdir. Zihinler ehl-i küfür ve dalaletin menfi telkinleriyle karışmış bir durumdayken; doğrudan "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek yerine, Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metotla ifade etmiştir.
Bu şekilde birçok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi bir kaynağının olduğunu da görünce, bu hakikatlere meftun olmuşlardır.
"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:
“Besmele ile başlanmayan her önemli iş sonuçsuz kalır.”(1)
(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894; Feyzu’l-Kadir, V, 13.
"Bismillah" lafzının, her hayrın başı olması meselesinde birkaç vecih vardır:
Kur’an okumaktan abdest almaya; duaya başlamaktan cihada çıkmaya; bir ilmi tahsil etmekten sadaka vermeye kadar her hayırlı işe besmele ile başlanır. Besmele âdeta bu hayırların tacı ve bereketidir. Hatta besmele sadece hayırların başı değil; su içmek, yemek yemek, elbise giymek, evden dışarı çıkmak gibi her mübah işin dahi başıdır. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) bunlar gibi mübah işlere dahi besmele ile başlamamızı bizlere emretmiş ve kendileri de bizzat besmele ile başlamışlardır.
"Bismillah" sadece hayırların başı olup, asla haram ve günahların başında kullanılmaz. Bir harama başlarken; mesela içki içerken, kumar oynarken ya da bunlar gibi bir haram işlenirken besmele çeken insan o anda küfre girer.
Peygamber Efendimiz (asm) besmelesiz başlanan işler hakkında şöyle buyurmuştur:
“Besmelesiz her iş güdüktür.”(1)
Yani besmele ile başlanmayan her iş yarımdır ve tamamlanmamıştır. Dolayısıyla besmele her hayrın başı olduğu gibi aynı zamanda her hayrın da tamamlayıcısıdır.
"Besmele" hakkında bazı hadis-i şerifleri bu makamda nakletmek, besmelenin kıymetini anlamamız hususunda bizlere yardımcı olacaktır:
İbn-i Ömer’den (r.a.) nakledilmiştir. Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Cibril-i Emin bana vahiy getirdiği zaman ilk önce بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ derdi.”(2)
Ümmeyye İbnu Mahşiyy (r.a.) şöyle dedi:
"Resulullah (asm) otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş, geriye tek lokması kalmıştı. Onu ağzına kaldırırken: 'Bismillahi evvelehu ve ahirehu' dedi. Bunun üzerine Resulullah (asm) tebessüm ederek şöyle buyurdu:
"Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki Allah'ın ismini zikretti, karnındakileri hep kustu!"(3)
Hz. Aişe’den (r.a.) rivayet edilmiştir. Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Her kim şüphesiz inanarak besmele-i şerifeyi okursa, dağlar onunla beraber tesbih eder. Ancak dağların bu tesbihi işitilmez.”(4)
Besmelenin kıymetine dair âlimler de şöyle vurgu yapmıştır:
İbn-i Mesud der ki:
“Besmele on dokuz harftir. Her kim kendisini cehennemin on dokuz zebanisinden kurtarmak istiyorsa besmele okusun. Zira Allah Teâlâ, besmelenin her bir harfini cehennemin meleklerine karşı ona bir kalkan yapar.”
Görüldüğü gibi besmele her hayrın başıdır ve her hayrın tamamlayıcısıdır. Hatta her kim mübah bir işe başlarken besmele çekerse, o mübah iş de o besmelenin hürmetine hayra ve sevaba döner.
Cenab-ı Hak her işimize besmele ile başlama ahlakını bizlere ihsan etsin. Âmin!
Dipnotlar:
1. Ebû Dâvud, Edeb: 21.
2. Darekudnî:11305 No:13.
3. Suyutî, Ed Dürrül Mensur: 1/26.
4. age.
"Hayır", insana maddi ve manevi iyilik ya da sevap getiren şey demektir. Bu durumda "bismillah" hayrın girişi ve anahtarı oluyor. Bismillah olmazsa hayır olmuyor. Burada hayırsızlığı günah ya da şer anlamında değil, sevabı olmayan mübah iş anlamında anlamak gerekiyor. Yani "bismillah" çekilirse o iş sevaplı bir hayra dönüşürken, "bismillah" çekilmez ise sıradan, sevapsız mübah bir iş olmuş oluyor.
Aslında bütün amel ve hayatımızı hayra dönüştürmek mümkündür. Bunun yolu da her mübah işimizde "besmele" çekmeyi bir alışkanlık haline getirmekten geçiyor...
Evvela: Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Birinci Söz’de "besmele"nin sadece ilk kısmını ele alırken, On Dördüncü Lem’a'nın İkinci Makamında "Rahman" ve "Rahim" isimleriyle de tefsir ettiğini görmekteyiz. Zaten bu risaleyi Üstadımız Lem’alardan sonra ikinci olarak Birinci Söz’ün ahirinde de yazılmasını uygun görmüştür. Böylece "besmele" bir bütün olarak işlenmiştir.
İkincisi: Risale-i Nur bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Risalelerin bir kısmı bir kısmını şerh ve izah edip, manaların açılmasına kuvvet vermektedir. Risale-i Nur’da besmeleye temas eden mevzuları toplasak belki küçük bir kitapçık olur. İşaratü'l-İ’caz’daki besmele izahları, Rahman ve Rahim isimlerinin tecellilerini anlatan bölümler Birinci Söz ve On Dördüncü Lem’a'nın İkinci Makamı bir bütün halinde değerlendirilmelidir.
Üçüncüsü: Bismillah yerine "Bismillahirrahmanirrahim" denilmesi daha faziletlidir. Fakat Birinci Söz’de Üstadımız Cenab-ı Hakk’ı sadece “Allah” ism-i şerifiyle nazara vermeyi murad etmiş olabilir. Allah, ism-i camidir. “Allah” denildiğinde, bütün kemal sıfatları ve isimleri kendinde bulunduran Zat-ı Akdes akla gelir. Rahman ve Rahim’de ise daha özel manalar vardır.
Hayırlı şeylere başlarken bismillah demek sünnettir. Farz olarak telakkiden ziyade, sünnet olarak düşünmek daha doğru olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bu meyanda bir emir bulunmamaktadır. Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı şeylere besmeleyle başlamak ise büyük günahı var. Bu tür hareketlerden sakınmak lazım.
Risale-i Nur eserlerinde geçen birçok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak, asrın anlayışına göre iktibas suretinde alıp istifademize sunmuştur.
Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin saldırıların olduğu bir dönem. Zihinler karışmış bir durumdayken; direkt "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek yerine Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metodla ifade etmiştir.
Bu şekilde birçok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi bir kaynağının olduğunu da görünce, bu hakikatlere meftun olmuşlardır.
"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:
“Besmele ile başlanmayan her önemli iş, sonuçsuz kalır.”(1)
(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894; Feyzu’l-Kadir, V, 13.
Bazı ibadetlerde ve durumlarda; besmelenin ikinci ya da üçüncü sıraya alınması “Bismillah her hayrın başıdır.” hükmünü bozmaz. Bu hüküm alelekser anlamında kullanılıyor, yoksa kesin uyulması gereken bir şart anlamında kullanılmıyor. Namaza tekbir ile başlamak farzdır.
Tekbir, tesbih ve tahmid; Kur’an ve namazın özü ve hülasası mahiyetindedir. Besmele bu üçü arasına alınmış oluyor. “Allahu ekber" tekbir,"subhaneke" tesbih, sonra besmele ve Fatiha’nın ilk ayeti "elhamdülillah" ise tahmid oluyor ki tam bir tenasüp izhar edilmiş oluyor...
Birinci Söz'de, “Bismillah her hayrın başıdır.” denilmekle, daima hayırlı işler yapmamız ve bu işlere de besmele ile başlamamız tavsiye edilmektedir. Zira şerli bir iş için besmele çekilmez. Nitekim hırsızlığa, yalana, gıybete besmele ile başlamak ayrı bir günahtır.
İşine besmele ile başlayan kişi hayırlı bir yoldadır ve meşrû dairede yaptığı işler, Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi, “Güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.” Bu başlı başına bir kazançtır ve hayırdır.
Sizin sorunuz, yapılan işin dünyada vereceği fayda ile ilgilidir. Bunun hakkımızda hayırlı olup olmayacağını bilemeyiz. Ama besmele çekmemizin ve besmeleyle başlanabilecek hayırlı işler yapmamızın hakkımızda hayırlı olacağı kesindir.
Besmelenin her hayrın başı ve mütemmim bir şartı olduğu, hem ayet ve hadislerle hem de Üstad Hazretlerinin ifadesi ile sabittir. Lakin hayrın tek şartı demek ya da o nazarla bakmak yanlış olur. Zira hayırlı bir işin yüz parçası varsa, "besmele" bu yüz parçadan sadece bir parçadır. Mesela, fakir birisine sadaka vermek bir hayırdır. Bu hayrın ilk merhalesi niyettir; ikinci merhalesi besmele ile cebimize el atmaktır; üçüncü merhalesi ise var olan paramızdan bir miktar fakire vermektir. Bu üç merhaleden birisi eksik olsa hayır vücut bulmaz.
Üstad Hazretleri besmelenin hayırlı işlerin ruhu olduğunu şu şekilde ifade ediyor:
"S - Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?"
"C - Kudret-i ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallûkundan husule gelir. Bu itibarla, بِسْمِ اللّٰهِ kudret-i Ezeliyenin taallûk ve tesirini celb eder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!"(1)
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fatiha Suresi.
"Biz dahi başta ona başlarız." cümlesindeki "ona" kelimesi ile "besmele" kastedilmektedir. Yani, "Biz dahi bu eserimize onu anlatmakla başlarız." demektir. Burada iki durum söz konusudur. Bunlar:
1. Besmele ile başlamak.
2. Besmeleyi anlatarak ve besmelenin sırlarını izah ederek başlamak.
İşte Birinci Söz'de iki durum da söz konusudur. Yani hem "besmele" ile başlamak ve hem de "besmeleyi anlatarak" ve sırlarını açarak başlamak. Dolayısıyla Üstadımız sadece "onunla başlarız" demiş olsaydı, sadece besmele ile başlamak anlamına gelebilirdi. Fakat kanaatimiz, Birinci Söz'de doğrudan Besmele ve sırları anlatıldığından, böyle bir ifadenin daha uygun düştüğü yönündedir.
"Biz" tabiri ya bir topluluk için veya tevazu için kullanılır. Burada iki mânâ da kastedilmiş olabilir.
Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi adına ve şahs-ı manevinin bir mümessili olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler kitabına besmele tefsiri ile başlamıştır.
Üstadımız çok yerlerde hususan İhlâs Risalesi'nin sonundaki mektupta:
"...Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır."(1)
buyurarak, Risale-i Nur şakirtlerinin teşkil ettiği şahs-ı maneviye işaret ediyor. Bu davada yalnız olmadığını, talebeleriyle birlikte hizmet-i imaniyeyi ifâ ettiğini her fırsatta dile getiriyor.
"Ben dahi ona başlarım." demektense "Biz dahi ona başlarız." ifadesi de böyle değerlendirilebilir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a.
"İslam nişanı" denilmesinden maksat şudur: “Bir kişinin bir işe başlarken besmele çektiğini görsek, onun Müslüman olduğuna hükmederiz.”
İslâm nişanı sadece besmele değildir. Bir kimsenin namaz kılması, oruç tutması da İslam nişanıdır. Bütün semavî dinlerde kişiye ancak Allah’a kul olduğu ders verilir ve bütün işlerini O’nun rızası istikametinde yapması emredilir. Buna göre, önceki peygamberlerini döneminde de inanan kişiler bütün işlerini Allah namına, O’nun rızasını gözeterek ve O’ndan yardım dileyerek yapmışlardır. Ancak, kendi dillerinde “besmele” yerine başka bir ifade kullanmış olabilirler. Netice değişmez.
Nişan: İşaret, iz, belirti ve alamet demektir. Besmelenin İslam’ın nişanı olması ise şudur: Dünyanın herhangi bir ülkesine gitseniz ve orada, birisinin yemek yerken besmele çektiğini görseniz, hemen dersiniz ki: “Bu Müslüman’dır.” Ya da orada bir kişinin arabaya binerken, arabadan inerken, su içerken ya da bunlar gibi bir işe başlarken besmele çektiğini işitseniz, hemen onun Müslüman olduğunu anlarsınız.
İşte besmele bu şekliyle İslam’ın nişanıdır; o da Cami gibi, ezan gibi, namaz gibi İslam’ın bir alameti ve izidir. Bu alamet kimde gözükse onun Müslüman olduğuna hükmedilir.
Şu kıssa-i Nebevî (s.a.v.) besmele kelimesinin nasıl bir nişan olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Taif’ten dönerken bir bağa uğramıştı. Bağın sahiplerinin Addas isminde bir köleleri vardı. Addas Hıristiyan bir kimse idi. Bağ sahipleri Addas ile Peygamber Efendimiz’e bir tabak üzüm gönderdiler. Addas üzüm salkımlarını getirip Resul-i Ekrem Efendimize takdim etti. Peygamber Efendimiz de "Bismillah" diyerek üzümleri yemeye başladı. Addas şöyle dedi:
"Allah´a and olsun ki söylediğin bu kelimeyi bu belde halkı asla söylemez."
Peygamber Efendimiz ona: “Ey Addas! Sen hangi beldedensin, dinin nedir?” diye sordu.
Addas: “ Hristiyanım, Ninova halkındanım.” dedi.
Efendimiz: “Salih adam olan Yunus bin Metta´nın şehrindensin öyle mi?” dedi.
Addas: “Yunus bin Metta´yı nereden tanıyorsun?” diye sordu.
Resul-i Ekrem Efendimiz: “O benim kardeşimdir. O peygamberdi, ben de peygamberim!” diye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu sözleri üzerine Addas onun üzerine yumuldu, başını ve ellerini öpmeye başladı. Öte taraftan bahçe sahipleri olan Utbe ile Şeybe, Hristiyan kölesinin yaptıklarını görüyorlardı.
Addas, efendilerinin yanına döndüğünde ona şöyle dediler: "Yazıklar olsun sana ey Addas! Sana ne oldu ki şu adamın başını ve ellerini öpüyordun?"
Addas şu karşılığı verdi: "Ey efendim! Yeryüzünde bundan daha hayırlı bir adam yoktur. Bana ancak bir peygamberin bilebileceği haberleri iletti." (İbn-i Hişam, II/63)
İşte besmele öyle bir nişandır ki, Addas o nişanın celbiyle Müslüman olmuştur.
Cenab-ı Hak bu nişanı dilimizden eksik etmesin. Âmin!..
Besmele İslam’ın bir nişanıdır, yani bir sembolü bir simgesidir. Bir caminin minaresi nasıl o beldenin bir İslam beldesi olduğunun alameti bir işareti bir simgesi ise, besmele de aynı şekilde bir insanın Müslüman olduğunun bir simgesi bir alameti bir sembolü niteliğindedir. Öyle ki besmele bütün kainatın ortak ve kolektif bir zikri bir terennümü bir melodisidir.
Dil, hâl ve kâl olmak üzere ikiye ayrılır. Kâl lisanı, konuşarak anlatmak iken hâl lisanı ise beden ve durum dili ile anlatmak demektir.
Mesela, bir çiftçinin tarlasını sürmesi hâl lisanıdır, bir öğrencinin ilim öğrenmek için kitabını açması hâl lisanıdır, bir hastanın şifa için doktora gitmesi yine hâl lisanıdır. Çiftçinin ekin için, öğrencinin dersini anlayabilmesi için ve hastanın şifa için dua etmesi ise kâl lisanı oluyor.
Vird-i zeban ise: Dildeki tesbih, sık sık tekrar edilen dua ve devam edilen zikir manasındadır.
Demek bütün mevcudat hâl lisanlarıyla, yani beden dilleriyle besmele-i şerifi vird-i zeban etmekte, besmelenin zikrine devam etmektedirler.
Zerrelerin nasıl "bismillah" dediğini Üstadımız, Otuzuncu Söz'ün İkinci Maksat'ında şöyle izah etmektedir:
"...bütün mevcudat gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde 'bismillâh' der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitâmında 'elhamdülillâh' der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et."
Gerçekten küçücük bir çekirdeğin koca ağacı omzunda taşıması ve muazzam nimetlere kaynak olmasında çekirdek hâl dili ile akıl sahiplerine şu mesajı veriyor; bütün bu işleri ben kendi gücüm kendi iradem kendi ilmim ile değil, Allah adına ve Onun sonsuz sıfatlarına dayanarak yapıyorum diyor.
Tıpkı bir askerin koca şehri bir emirle bir yerden başka bir yere nakletmesi gibi, asker hâl dili ile şunu diyor; "Ben bu şehir ahalisini tek başıma kendi gücümle nakletmiyorum, devletten aldığım güç ile bu işte muvaffak oluyorum." diyor.
Lisan; hâl dili ve kal dili olmak üzere ikiye ayrılır.
Kâl lisanı, dil lisanı demektir. Hâl lisanı ise beden dili demektir. Mesela, bir çiftçinin tarlasını kazması hâl lisanıdır, bir öğrencinin ilim öğrenmek için kitabını açması hâl lisanıdır, bir hastanın şifa için doktora gitmesi yine hâl lisanıdır. Çiftçinin ekin için, öğrencinin dersini anlayabilmesi için ve hastanın şifa için dua etmesi ise kâl lisanıdır.
Vird-i zeban ise: Dildeki tesbih, sık sık tekrar edilen dua ve devam edilen zikir manasındadır.
Demek bütün mevcudat hâl lisanlarıyla, yani beden dilleriyle besmele-i şerifi vird-i zeban etmekte, besmelenin zikrine devam etmektedirler.
Besmele İslam’ın bir nişanıdır, yani bir sembolü bir, simgesidir. Bir caminin minaresi nasıl o beldenin bir İslam beldesi olduğunun bir alameti, bir işareti ve bir simgesi ise, besmele de aynı şekilde bir insanın Müslüman olduğunun bir simgesi, alameti ve sembolü niteliğindedir. Öyle ki besmele bütün kâinatın ortak bir zikri, bir terennümüdür.
Zerrelerin nasıl "bismillah" dediğini Üstadımız, Otuzuncu Söz'ün İkinci Maksat'ında şöyle izah etmektedir:
"...bütün mevcudat gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde 'Bismillâh' der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi..."
"Hem vazifesinin hitâmında 'Elhamdü lillâh' der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et."
Gerçekten küçücük bir çekirdeğin koca ağacı omuzunda taşıması ve muazzam nimetlere kaynak olmasında o çekirdek hâl dili ile akıl sahiplerine şu mesajı veriyor; bütün bu işleri ben kendi gücümle, kendi irademle, kendi ilmimle değil, Allah adına ve O’nun sonsuz sıfatlarına dayanarak yapıyorum.
Tıpkı bir askerin koca şehri bir emirle bir yerden başka bir yere nakletmesi gibi. O asker hâl dili ile şunu diyor; "Ben bu şehir ahalisini tek başıma ve kendi gücümle nakletmiyorum, devletten aldığım güç ile bu işte muvaffak oluyorum."
Buradaki “tükenmez kuvvet” ifadesi, Allah’ın sonsuz kudretini temsil ediyor. Yani Allah’a iman edip tevekkül eden birisi, Allah’ın sonsuz kudretini arkasında bir yardımcı, bir zahîr olarak alıyor demektir.
Bismillah kelimesindeki, "bitmez bir bereket" ifadesi de Allah’ın sonsuz gına ve zenginliğini temsil ediyor. Yani Allah’a iman edip tevekkül eden birisi, Allah’ın sonsuz gına ve zenginliğini arkasında bir yardımcı, zâhir bir bereket olarak alıyor demektir.
Zaten kâinattaki bütün nimet ve yardımlar, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliği ile olmaktadır. İnsan iman ve tevekkül ile bu iki sıfattan medet ve kuvvet alıyor. Besmele de bunun zikir ve ifade şeklidir.
Devlet kudretine istinad bir askerin, devletin güç ve servetini arkasına alması gibi; mü’min de iman ve tevekkül ile Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğine istinat etmekle, sonsuz bir bereket ve kuvvete kavuşuyor. Hazret-i Musa (as)’nın denizi yarıp geçmesi, Hazreti Yunus (as)’un balığın karnından kurtulması, küçücük bir incir çekirdeğinin tonlarca ağırlıktaki koca bir incir ağacını başında taşıması hep aynı manadadır...
"Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç 'Bismillâh' der; hâzîne-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, 'Bismillâh' der, matbahâ-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor."
"Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar 'Bismillâh' der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdâyı takdim ediyorlar.." (1)
Birinci Söz'de geçen, yukarıdaki misallerin her biri birer bereket örneğidir. Zirâ, bir çekirdekten tonlarca meyve; bir tutam ottan mühim bir gıda olan süt yaratılması, bereket misalleri olarak verilmektedir.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Evvela, temsil ve teşbihin anlatımdaki en büyük gayesi, mücerred olan manayı müşahhas hale getirmek, derin olan manayı yüzeye çıkarmak, dağınık hakikatleri bir noktada toplamak, uzaktaki bir manayı yakınlaştırmak içindir.
Zira insanların büyük bir kısmının zihin ve idrak dünyası, gayet müşahhas, sathî ve manaları idrak etmekten uzaktır. Bu sebeple hatibin derin, mücerred, uzak ve dağınık hakikatleri temsil ve teşbih yardımı ile toplanmış ve yakınlaştırılmış bir şekle getirmesi bir ihtiyaçtır. İşte Kur’an’ın ve onu taklid eden Risale-i Nurların çokça temsil ve hikaye metoduna baş vurması, bu sebepledir.
Nasıl ki maddî âlemde, uzaktaki bir cismi çıplak gözle göremediğimiz için, dürbün kullanırız, aynı şekilde, manalar ve maneviyat âlemindeki ince, derin, uzak, dağınık ve mücerred manaları anlamak ve görebilmek için, temsil, hikâye, hayalî seyahat gibi izah usûllerini kullanmak gerekiyor. İşte Kur’an ve onun mühim talebesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde, temsil ve hikâyeleri bolca ve kesretle kullanmaları bu ince sırdan ileri geliyor. Bu teşbih ve temsil yolu ile hakikatlere uzaktan uzağa baktırıyor.
Yalnız, getirilen temsil ve teşbihlerin her manasını ve her köşesini hakikate tatbik etmek doğru olmaz. Teşbih ve temsil, bir mevzuu anlamak için sadece bir vasıtadır. Bu yüzden temsilin içinde geçen bir tabirin fizikî yapısını incelemek, temsilden maksud olan manadan uzaklaştırır.
Mesela “Aslan gibi adam.” dediğimiz zaman, maksat ve gaye kişinin kuvvetli ve cesur olduğudur. Aslan ifadesinin içinde bulunan hayvanlık ve yırtıcılık telmihen ve işareten bulunabilir ve bu, konuşanı mesul kılmaz. Bu gibi teşbihlerde teşbihi getiren zat ilk manayı değil, teşbihin arkasında kasdedilen ikinci manayı murat etmektedir. Teşbihin çağrıştırdığı manalardan dolayı teşbihi getiren kimse mesul tutulamaz.
Temsildeki reisin işaret ettiği Zat ise, Cenab-ı Hak'tır. Temsildeki adamın beşeri özellikleri ile temsildeki görevini birbirine karıştırmak hem caiz olmaz hem de yukarıda ifade ettiğimiz gibi, teşbih ve temsilin ruhuna uygun düşmez.
"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır..."(1)
Buradaki temsilî hikaye bir Arap geleneği üzerinden verildiği için, örnekteki şahsın bedevi (köylü) bir Arap olması gayet doğaldır.
Ayrıca "bir aşiret reisinin ismini alma" geleneği hâlen Arap ülkelerinde cari bir gelenektir. Bu temsilde esas olan "bir reisin ismini almak" manasıdır.
"Arap" kelimesine ille bir mana yüklenecek ise, bu mana "insan" olmak gerekir. Çünkü bedevi Arap burada insanı temsil ediyor. Nasıl o çölde reisin ismini almak bir zaruret ise, dünya çölünde yaşayan insan için de Allah’ın ismini almak ve O'na iman ile tam teslim olmak da bir zaruret ve hayatî bir ihtiyaçtır.
Hem temsilde "bedevi Arap" denilmiyor, "bedevi Arapların yaşadığı çölde yolculuk eden adam" deniliyor. Adam da zaten insan anlamına geliyor.
"Bedevi", çölde ve çadırda yaşayan "Arap göçebesi" anlamına gelmektedir. "Medeni" ise, kentlileşmiş, kırsallıktan kurtulmuş, uygar ve şehir hayatı süren kişi demektir.
Üstadımız "bedevî" kelimesini temsile uygun bir şekilde "göçebe" anlamında kullanmaktadır.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
"Tek başına" ifadesi, insanın manevi şeylerde tercih ve kararları kendi iradesi ile belirleyebileceğine kinayedir. İman ve küfür, hidayet ve dalalet kavramları Allah’ın icbar etmesiyle değil, insan iradesinin sarfından sonra hâsıl olur. Yani insan, imanı iradesi ile talep eder, Allah da kanunu ve rahmeti gereği iman nurunu kalbe akıtır. Yine insan, küfrü talep eder, Allah da bu talepten sonra kalbi küfür karanlığına sokar.
Demek iman ve küfür ancak insan iradesinden sonra hâsıl olan şeylerdir. İşte bu irade sarfında insan tek başınadır.
Diğer bir husus ise, irade ve tasdik noktasında insan tek başınadır, kimse bu noktada insana ne mani olabilir ne de yardım edebilir. İnsanın iman ve küfrü seçmesinde kimse ona baskı kuramaz. Yani dünya hayatında inanca dair konularda tercihi insan kendisi yapar; bu hususta tek başınadır, demektir.
Bütün peygamberler mucizeleriyle gelseler, bir insanın iradesine müdahale edemezler, onu imana döndüremezler. Yine aynı şekilde bütün kâfirler ve filozoflar toplansa, bir insanın iman tercihini değiştiremezler. Demek insanın manevî âleminde düğümü çözecek yegâne unsur kendi iradesidir ve bu noktada o tek başınadır.
Dış tesirlerin etkisi insan iradesini susturacak kadar kuvvetli değildir. Nitekim peygamber oğlu kâfir olabildiği gibi, Ebu Cehil gibi kâfirlerin oğulları da Müslüman olabiliyor. Hz. Lut’un (as) hanımı iman etmezken, Firavun'un hanımı Asiye samimi bir Müslüman idi.
İnsan, tercih ve hesap noktasından tek başınadır. Yoksa bunun dışında imandan gelen ünsiyet ve ülfet ile her şey mümine dost ve ahbaptır. Risale-i Nurların ekser eczalarında, imanın insanla kâinat arasında bir dostluk ve akrabalık kurduğu vurgulanır. Bu noktadan bakıldığında yalnızlık ve vahşet yalnız küfür ve inkâra ait bir hususiyettir. İman insanı hem Allah ile hem de bütün eşya ile dost ve ahbap yapar.
İman öyle bir iksirdir ki, her şeye karşı bir ülfet ve ünsiyet kazandırır. İmanı kuvvetli olan bir müminin nazarında her mahlûk Allah’ın müstakim birer memuru, dost bir hizmetkârıdır. Kâinatın her tarafı şuur sahibi melekler ve ruhaniler ile şenlenmiştir. Hâl böyle olunca mü’min şu âlemde vahşet ve yalnızlık çekmez.
Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:
"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler, ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. … "(1)
Lakin imanın bu kemal manaları her müminde tam tecelli etmediği için, bu ünsiyet ve dostlukları tam idrak edemiyor. Bu da imanın zayıflığından dolayıdır. Öyle ise en güzel ve önemli yol; imanımızı tahkikî bir surete çevirip kuvvetlendirmektir. Binaenaleyh bu zamanda Risale-i Nurlar bu tahkiki imanı kazandırmaktadır.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
Bu ifadenin temsildeki karşılığı, "yol kesici" demektir. Daha genişletmek gerekirse, "eşkiya, terörist" gibi manalara da gelmektedir. İnsana maddî ve manevî olarak zarar verebilecek her şey bu mâna içerisine girer. Zira atomlardan yıldızlara kadar her şey, bir cihette insana zarar verebilecek bir potansiyele sahiptir.
"Allah'a kul olana her şey hizmetkâr olur." Ateşin Hz. İbrahim (as)’e, balığın Hz. Yunus (as)’a musahhâr olması gibi...
Malum olduğu üzere Birinci Söz'de; mümin ve kâfir olmak üzere iki adam tasvir edilmiştir. Dünya ise büyük bir çöl olarak resimlendirilmiştir. Çölde, ihtiyaçlarımızı karşılamak için kabilelerin çadırları olduğu gibi, reisin veya tanınmış bir meşhur zatın namıyla dolaşmayan kişilere zarar veren yol kesici haydutlar da bulunmaktadır.
Üstadımız Birinci Söz'de; ehl-i küfrün gurur saikasıyla Allah namına hareket etmediklerinden, insana zarar verebilecek her türlü unsuru defetmek için bir güçleri olmadığını, ihtiyaçlarını karşılamak için de herhangi bir yere müracaat edip dua edemediklerini ifade eder.
Aynı şekilde Allah'ı bilen ve iman eden insanlar ise, kainatın her tarafından gelebilecek sıkıntılara ve tehditlere Allah'ın askeri nazarıyla bakar, O'na dayanarak korkudan kurtulur. Aynı şekilde ihtiyaç duyduğu ne varsa, yine Allah'tan ister ve çadır hükmünde olan sebeplere müracaat ederek ihtiyacını karşılar.
Evet, yerde ve gökte ne varsa hepsi kainat ağacının meyvesi olan insanların istifadesine sunulmuştur. Dünya imtihanının icabı olarak, bu hizmet mümin-kâfir ayırt edilmeksizin bütün insanlaradır. Ancak, hürmet görme ifadesi, kainattaki her şeyin ve onlara müekkel olan meleklerin mümin olan insanlara severek hizmet etmelerine bir işarettir.
Her bir tarla, her bir bostan bir çadır kabul edilebilir. İçine girdiğimizde, meyve ve sebzeleri ile iştihamızı celbedip, âdeta bize hürmet ediyorlar.
Atmosfer tabakası bir çadırdır; bizi kucaklayıp ciğerlerimizi temizlemektedir. Böylece Allah'ın hizmetkârları olan bütün sebepler ve vesileler, Allah namına nimetleri bize hürmetle ikram ederler.
Besmele sadece Allah’a dayanma ve O’na güvenme anlamına gelmiyor. Besmele içinde şükür, zikir ve fikir gibi kulluk vazifeleri de bulunuyor. Bu yüzden insan her anı için besmele çektiğinde birçok kulluk vazifesini de yerine getirmiş oluyor.
Üstelik yemek yeme işlemi zannedildiği gibi basit ve kolay bir işlem değildir. İnce düşünüldüğünde basit zannettiğimiz bir kol hareketinin yapılabilmesi için kaç kemik, kas ve hücrenin faaliyete geçtiğini, bunun yanı sıra bütün vücudun bu harekete baktığını, bedenin çalışabilmesi için bütün kâinatla irtibatlı olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
"Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır." denilmesindeki incelik, bizim basit zannettiğimiz hareketlerimiz için de geçerlidir. Mesela, gözün bir eşyayı görebilmesi için güneş sisteminin senkronize bir şekilde işlemesi gerekiyor. Zira Güneş ışığı olmadan görme gerçekleşemiyor. Demek bir bakış kolay ve basit bir fiil değildir. Allah’ın mutlak kudretine ve iradesine bakıyor...
Ağaçlar, çiçekler, böcekler, dağlar, ovalar, denizler, yıldızlar vesaire, hep Allah’ın adı ile hareket ettikleri için, o muazzam vazifelerin altından kalkabiliyorlar.
Yoksa nazik ve nahif bir bitki kökünün taşı yarıp geçmesini başka bir sebeple izah etmek mümkün değildir. Ya da yıldızların boşlukta muazzam bir ölçü ve denge ile milyonlarca yıl yörüngesinden zerre kadar sapmadan dönebilmesini başka bir sebeple izah edemeyiz.
İnsanın beden, davranış ve hayatında da benzer bir durum geçerlidir. Göz Allah’ın adı ile görebilir, kulak Allah’ın izni ile duyabilir, dil Allah’ın tasarrufu ile tadıp konuşabilir...
Bununla birlikte şu noktayı da dikkate almak gerekiyor:
İnsan bu dünya hayatında büyük bir imtihandan geçiyor. Bu yüzden insanın her istediğinin, her duasının, her talebinin aynı ile kabul görmesi ve verilmesi tahakkuk etmiyor.
Şâfi isminin tecelli etmesi için Cenab-ı Hak hastalık verir. Dua ile o hastalık hemen giderilse, o zaman Şâfi isminin bir manası ve bir hükmü kalmaz.
Yani Allah adına hareket etmek demek, her arzu ve istediğimizin anında ve sebepler üstü bir şekilde gerçekleşmesi anlamına gelmiyor. Patronun da sen de büyük bir imtihan içindesiniz. Patronun sözünü tutmadığı için mesul oluyor, sen de mağdur olma durumuna sabredip etmeme noktasında bir imtihan geçiriyorsun.
Çünkü biz terakki ve tedenniye medar büyük bir imtihanın içindeyiz. İmtihan ortamında da işler mucize ve harikulade şeklinde değil, sebepler ve hikmetler içinde cereyan eder.
"Bizden daha rahat yaşıyorlar..." dediğiniz, işin maddî boyutudur. Hâlbuki Birinci Söz'de ifade edilen ise, manevî boyuttur. Karşısında idam sehpası hazır bekleyen bir insanın köşklerde ve saraylarda yaşaması onu mutlu edebilir mi? Üstad'ın On Yedinci Lem'a'da geçen şu ifadelerine bakalım:
"Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?"(1)
Yirmi Dördüncü Söz'de de yer alan bir hadiste şöyle buyruluyor:
“Dünyanın, Cenâb-ı Hakk'ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.”(2)
Bu hadisten de anlaşılıyor ki, asıl mesele kalbimiz ve ruhumuzdaki huzurdur. Maddî olarak yükselmeyi ise Allah, kullarının gayretine bağlamıştır.
Müminler dünyaya gereği gibi çalışmadıkları için sıkıntı çekiyorlar, ahiretlerine çalıştıkları için de ahirette mutlu olacaklardır. Kâfirler ise dünyaya çalıştıkları için dünya işlerinde başarılıdırlar; ama ahirette elim azaba duçar olacaklardır. Elbette, İslam’da asıl olan kişinin hem dünyada hem de ahirette mesut olmasıdır. Ancak dünya fani ahiret baki olduğundan asıl olan akıbettir, ebedi saadettir.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Beşinci Nota.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal.
Besmeleyi en güzel en şümullü bir tarzda Birinci Söz ve On Dördüncü Lem'a’nın İkinci Makamı tefsir etmektedir. Bu risaleler güzelce tahkik edilirse, besmelenin mana ve derinliğini inşallah idrak etmiş oluruz.
Besmele, Allah’ın adı ile hareket etmek manasına geldiği için, mümin her işine Allah’ın adı ile başlamalıdır. Bu manayı insana ders vermek için Allah, kelâmına bu mübarek ayet ile başlıyor. Yani Kur’an ve surelerin besmele ile başlaması insana manen diyor ki;
"Her işinizde ve her amelinizde benim adımla, benim namımla başlayın ve benim rızam dairesinde hareket edin ki, bende sizi kul olarak kabul edeyim."
Besmele Allah ile kul arasında kudsî bir bağdır. İnsan bu bağ ile Allah’ın sonsuz kudret ve rahmetini arkasına alıyor.
Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece Rezzak ismi için değil, her ismin tecellisi için kullanılmalıdır.
"Bismillah" kelimesi, mevcudatın arkasındaki Allah’ın kudret ve tasarruf elini ifade eden bir semboldür. Yani, her şeyin dizgini ve tasarrufu O’nun elindedir. Bütün sebepler O’nun icraat ve işlerine birer perde, birer bahane hükmündedir. Biz bu manayı anlayıp, iman ile Allah’a bağlanırsak, her şeyin yükünden sıyrılıp, manen büyük bir huzur kazanırız. Şayet, hâdiseleri sebeplere verip, kendimizi de Allah’ın terbiye ve idaresinden hariç addedersek, o zaman her şey omuzumuza binen bir yük, her hâdise bir tazyik unsuru haline gelir. O zaman hayat bir zindan ve elem kaynağı olur.
Mevcudat zaten hâl dili ile açık olarak Allah’ın tasarruf ve terbiyesini ilan ediyor. Bizim de iman ve intisap ile o mevcudatın ritmine uymamız gerekir. Yoksa kâinatın rağmına hareket etmiş oluruz.
Allah’ın kudret ve bereketi, biz iman etmesek de zaten kâinatta işliyor. Burada önemli olan bizim iman ile bu kudret ve bereketi tanıyıp idrak etmemizdir.
Biz iman ile "bismillah" manasını idrak edince, bize manevi bir kuvvet ve bereket olur. Hakikat-i hâl ile mutabık bir vaziyete girmiş oluruz. O zaman her türlü işimizde maddî ve manevî bir kolaylık elde ederiz.
"Allah'a kul olana her şey hizmetkâr olur. Ve Allah'a isyan edene ise, her şey düşman olur." hükmünce, mahlûkat bizim ruh halimize göre şekil ve tavır alır ve bize hizmetkâr olur. Ateşin Hz. İbrahim (as)’e, balığın Hz. Yunus (as)’a, inek ile arının, insana musahhar olması birer örnektir...
Buradaki çöl, dünya hayatına kinayedir. İnsan için ruhlar âleminden başlayıp anne karnına, oradan dünyaya uğrayıp, kabirden geçip cennet ve cehennem ile son bulacak hayat yolculuğunda, en önemli merhale dünya hayatıdır. Zira cennet de cehennem de bu dünyada kazanılıyor. İnsan şu dünya çölünde Allah’ın ismi ile hareket etmez ise, perişan olur.
"Çöl"ün burada ifade edilmesi, çöldeki bir âdete binaendir. Evet, burada asıl maksat Arap çölünde reisin ismi ile gezmenin önemi anlatılıyor. Yoksa konunun siyak ve sibakında çöl ile nefis arasında bir ilgi kurulmuyor.
Birinci Söz'den bağımsız olarak dünya, iman dairesine girmeyen kâfirler için verimsiz ve çorak bir çöldür denilebilir. Ya da ibadet ve taâte dikkat etmeyen fâsıklar için dünya karmaşık ve meşakkatli bir çöl gibidir, denilebilir...
Sadece insanın değil, bütün varlığın "bismillah" dediği, Birinci Söz'de izah edilmiştir. Ancak bu varlıklar arasında insanın ayrı bir konumu vardır. Zira insanın yaratılış gayesi; bütün varlığın yegâne hâkimi ve maliki olan Allah'ı tanımaktır. Bunun için de insana daha fazla acz ve zaaf verilmiştir. İnsan bu acz ve zaaf sebebiyle Allah'ın kudretini ve rahmetini daha aşikâr ve açık bir şekilde göstermektedir. Bunun şuurunda olan insan elbette daha içten ve inanarak "bismillah" diyecektir.
Yani; "Ey yüce kudret sahibi olan Allah'ım, benim gücüm ve iktidarım hiçbir şeye yetmiyor, ama sonsuz denecek kadar da muhtacım. Bu ihtiyaçlarımı ancak ve ancak 'her şeyin dizgini elinde her şeyin hazinesi yanında' olan sen giderebilirsin." diyerek, O’na sığınacaktır.
İkinci Lem'ada geçen aşağıdaki cümleler insanın neden çok aciz ve zayıf yaratıldığını hârika bir şekilde ifade etmektedir:
"Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış."(1)
(1) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a, Hatime.
Her varlık, yaptığı bütün işleri Allah namına yapmakta, O’nun ihsanıyla kendi gücünün çok ötelerinde işler başarmaktadır. Öte yandan, bu dünya hayatında “cemal ve celal tecellileri” birbirini takip etmekte, “her kemale bir noksan katmak bu âlem-i kevn ü fesadın muktezası” olduğundan, sıhhati hastalık, gençliği ihtiyarlık, izzeti zillet takip etmektedir. Bu ise her iki tip esmanın da tecelli etmesi içindir.
Mesela, insan gençliğinde Muizz (izzet sahibi) isminin bir cilvesiyle güçlü, kuvvetli, sağlam ve dinç olur. Daha sonra Müzill (zillet verici) isminin tecellisiyle ihtiyarlar, hastalanır, güçsüz ve kuvvetsiz kalır.
İnsan her iki halde de İlahi isimlere ayna olmakta ve bundan bir şeref kazanmaktadır. Çiçeklerin açması ve solması, baharı sonbaharın takip etmesi, ruhumuzun bazen neşe ile mesut, bazen kederlerle mahzun olması da bu iki tür tecellilere dayanır.
Ahirette ise, cemal tecellileri bütün güzelliğiyle cennette, celal tecellileri ise bütün ihtişamıyla cehennemde kendini gösterecektir.
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud envâlarıyla her şeyde vardır. Fakat, her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü, husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zaten Mâbud-u Mutlakın ilmi kâfidir. İnsandan maadâ mahlûkatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza, amellerinin sıfâtını bilmek de lâzım değildir."(1)
Kâinatta ne kadar mahlûk varsa hepsi Allah’ı tesbih edip O’na bir şekilde ibadet etmektedirler. Bu tesbih ve ibadeti irade ve şuur sahipleri bilerek ve irade ederek yerine getirirler. İrade ve şuur sahibi olmayan diğer mahlûkat ise, vazife ve fıtrat itibari ile tesbih ve ibadet yapıyorlar. İradesiz ve şuursuz olan bu mahlûkat hâl dili ve vazife noktasından fıtrî olarak tesbih ve ibadette bulunuyorlar. Onlar ne yaptıklarını bilmeseler de Allah’ın bilmesi tesbih ve ibadet noktasından yeterlidir.
Bir vazife ya da ibadetin husulü, yani gerçekleşmesi huzura, yani şuur ve niyete bağlı değildir. Şuur sahibi insanların bile bütün ibadetleri şuurlu değildir. Besmele çekerken, her seferinde manasını düşünerek çekmiyoruz. Ağzımızdan çıkar, ama söylediğimizi bile bazen hatırlamıyoruz. Demektir ki, şuursuz besmele söylenebiliyormuş. Nitekim kâinatta her bir atom parçacığı mükemmel vazife ve ibadet yapmasına rağmen, bu atomda zerre kadar bir huzur ve şuur yoktur, yani ne yaptığından habersizdir. Demek bir şeyin hâsıl olması huzura bağlı değildir.
İradesiz ve şuursuz mahlûkatta huzur yerine husul hâkimse, bizde yani şuur ve irade sahiplerinde de tam aksine huzur hâkim olmalıdır. Yani tesbih ve ibadetlerimizi kime ve nasıl yaptığımızdan haberdar olmalıyız. Ne kadar huzur varsa o kadar keyfiyet var, demektir.
Bir incir çekirdeği incir ağacı olma sürecinde belki trilyonlarca defa bismillah manasına muhtaç ve Allah’ın kudret ve ilmine muntazırdır. İncir çekirdeğinde program şeklinde bulunan ağacın gelişip büyümesi bütün kâinat fabrikasının çalışmasına ve hareket etmesine bağlıdır. Öyle ise kâinatta her bir şey her halinde ve her safhasında Allah’a ihtiyaç içindedir ve bismillah ile bu ihtiyaçlarını tedarik etmek zorundadır. Bismillah sadece şuur ve irade sahiplerine has bir zikir değil, belki bütün zerrelerin lazımı bir zikridir.
Özet olarak; şuur ve ihtiyaç, ibadetin lazım bir şartı değildir. İnsan bile şuursuz ve farkında olmadan ibadet edebilir ve ediyor. Öyle ise cansız varlıkların hâl ve fıtrat dili ile "bismillah" demeleri ve bu manaya muhtaç olmaları gayet normal ve makuldür.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.
İnsanın sayısız ihtiyaçları ve hudutsuz arzuları olup, her şeye muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Bu yüzden insan, ya aklını ve kalbini muhtaç olduğu şeylere bağlayıp, manen onlara dilenci olacak ve her şey karşısında zillete düşecek ya da her şeyin sahibi ve mutasarrıfı olan Allah’a teslim olup, kâinata dilenci olmak vaziyetinden kurtulacaktır.
Mesela insan, güneşe muhtaç olarak yaratılmıştır. Şayet insan, güneşin Allah’ın bir askeri ve memuru olduğunu kabul etmez ise, güneşin zatına perestiş edip, ona dilencilik edecektir. Hâlbuki vazifeliye değil, vazifeyi verene ram olmak, ona perestiş etmek gerekir. Güneş kendi başına değil, Allah namına bize hizmet etmektedir.
"Allah, bu dünyanın maliki, sahibi olduğu gibi, ahiretin de sahibidir." Yani kabirde, mahşerde seni yalnız bırakmayacak ve burada olduğu gibi malikiyeti devam edecektir. Bu mana Fatiha Suresi'nde, "maliki yevmüddin"(din gününün sahibi) şeklinde ifade edilmiştir.
Hâkimiyetteki ezeliyet ise, Allah bu âlemi ezelden beri O yarattı ve O devam ettiriyor demektir. Öyle ise sadece ve sadece O’na iman ve itimad edilmelidir.
"Allah’ın ismini almak" demek, ona iman ve ibadet ile teslim olmak demektir. Yani insan Allah’a tahkiki bir şekilde iman eder ve bu imanın gereği olan ibadetleri de güzel bir şekilde ifa ederse, tam bir tevekkül ve teslimiyet içine girerse, o zaman hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise karşısında titremez.
”Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.”(1)
ifadesi bu teslim ve tevekkülü ifade ediyor.
Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde olduğunu bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise, bundan kurtuluş yok, teslim olur; aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez. Bu tevekkül onu rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce ile hâdiseler karşısında endişe ve telaş etmez; tevekkül vasıtası ile kadere teslim olur ve Allah’ın ismini almakla o belalardan kurtulur.
Ama kâfir Allah’a ve onun kâinattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Zira onun inancına göre kâinattaki her şey plansız, programsız ve başıboştur. Öyle ise her an her şey başına gelebilir. Bu yüzden her şeyden bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der, hayatı zehir olur.
Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika'da olmuş bir hâdiseyi misal veriyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince, "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.
Hâlbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu hâdisede; "Şayet bu yıldız dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde çarpmasını bekler; "Yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde dünyamıza çarpamaz." der endişe ve telaştan kurtulur. İşte mümin Allah’ın ismi ile hareket ettiği için her şeyde rahat yüzü görür.
"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."(2)
Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile dayanan adam, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zâhir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam kimseden korkmaz. Burada "askere kaydolmak"tan maksat, insanın iman ve tevekkül ile müminler sınıfına kaydolmasıdır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
(2) bk. age.
Bir insanın muhtaç olduğu her şey, onun ne kadar fakir olduğunu gösteriyor. Zira fakirliğin ölçüsü ihtiyaç nisbetindedir.
Bu sonsuz denebilecek kadar çok olan ihtiyaçlarımızı giderecek, güçten ve iktidardan mahrumuz. Bu durum ise, aczimizi ifade etmektedir. Mesela; yağmura muhtacız ancak yağdırmaktan da aciziz.
Bütün bu ihtiyaçlarımızı giderecek olan ise, bizim ve âlemlerin Rabbi olan Allah'tır. O’nun dışında hiçbir kuvvet ve kudret bu ihtiyaçlarımıza cevap veremez.
"Besmeleyle başlanan bir işin, mutlaka muvaffakiyetle neticeleneceği" şeklinde bir hüküm vermek yanlış olur. Ama mutlaka hayırla neticeleneceği rahatlıkla söylenebilir.
Üstad'ın “Esbaba teşebbüs bir dua-yı fiilîdir.”(1) sözünü hatırlayalım. İnsan başarı için gerekli sebepleri yerine getirdiğinde kendine düşen vazifeyi yapmış olur. Neticeyi yaratmak Allah’ın hikmetine bağlıdır. Bir işe besmele ile başlayan kişi, muvaffakiyetin Allah’tan olduğunun, “her hayrın O’nun elinde” bulunduğunun şuuru içinde, kendine düşen vazifeleri eksiksiz yerine getirir ve neticeye karışmaz. İşin şöyle veya böyle neticelenmesi onun kalbini fazla meşgul etmez, “hâdisatın karşısında titremeden kurtulma” ancak böylece gerçekleşir.
Besmelenin kısaca manası “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle” demektir. Bilindiği gibi Rahmân dünya nimetlerine Rahîm ise ahiret nimetlerine daha fazla bakar. Buna göre besmele çeken kişi, dünyevî ve uhrevî bütün işlerinde Allah’a sığınmış, yardımı O’ndan dilemiş, başarıyı O’ndan beklemiş oluyor. Bu ruh haleti başlı başına bir zikirdir; yani Allah’ı hatırlamadır ve bir ibadettir.
Allah ism-i celâli, bütün isimlere ve sıfatlara delalet ettiğinden “besmele”ye, yapılan işin mahiyetine göre ayrı manalar verilir. Eğer şifa için ilaç içmişseniz, besmele çekmeniz, “Şâfi ancak Allah’tır, O’nun ismiyle başlıyorum ve O’ndan şifa diliyorum.” manasına gelir. Eğer tohum ekmişseniz, “Rezzak ancak Allah’tır, O’nun adıyla başlıyorum ve rızkı O’ndan talep ediyorum.” manasına gelir.
O halde, besmele çeken kişi dünyada beklediği neticeye varsın veya varmasın Allah’ı hatırlamakla, O’na güvenmekle kalp huzurunu ve ruh rahatını peşinen kazanmış olur. Ayrıca besmele çekerek O’nu hatırlamakla da bir zikir yapmış olur.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise, emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela, valiyi arkasına alan bir adam, sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır, padişahı arkasına alan adam ise padişahın kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahîr bulur.
Öyle ise; Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile yaslanan adam, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zâhir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam; kimseden korkmaz demektir.
Define kelimesi, Allah’ın sonsuz sıfat ve isimlerine işaret ediyor. İnsan bu sonsuz isim ve sıfatlara iman ve tevekkül ile dayanırsa, sonsuz bir hazine ve menfaat kazanmış demektir.
Âczin ve fakrın, kişiyi Allah’ın rahmetine ve kudretine raptetmesi ve âczin ve fakrın en makbul bir şefaatçi olması meselesi çok önemlidir. Zira bu ifade, kişinin maksuduna ulaşmasının en kısa yolunu beyan etmektedir. O hâlde kim maksuduna çabuk ulaşmak isterse, bu hakikati iyi anlamalı ve hayatına tatbik etme hususunda gayret göstermelidir. Şimdi, "âczin ve fakrın makbul bir şefaatçi olması" meselesini anlamaya çalışalım:
Şefaat: Bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı kaldırmak ya da o kişinin matlubuna kavuşması için, o kişi hakkında yapılan bir istek ve bir istirhamdır. Şefaatin bu manasıyla, Kur’an bir şefaatçidir, Peygamber Efendimiz (asm) bir şefaatçidir, makbul zatlar ve veliler birer şefaatçidirler...
İşte aynen bu şefaatçiler gibi acizlik ve fakirlik de birer şefaatçidir. Tabiî buradaki âcizlik ve fakirlikten maksat, kişinin âczini ve fakrını Allah’a karşı ilan etmesi ve O’nun rahmet ve kudret dergâhında boyun bükmesidir; yoksa âcz ve fakrını insanlara izhar etmek değildir. Demek kulun âcizliğini ve fakirliğini Rabbine karşı ilanı, onun bir dilekçesidir. O dilekçe ile ihtiyacının karşılanmasını ve düşmanlarından emin olmasını Rabbinden niyaz eder ve o dilekçe ile manen şöyle der:
“Ey Rabbim! İhtiyaçlarım çok, ama fakirim; düşmanlarım çok, ama âcizim. Bu âcz ve fakr ile ne hâcatımı temin edebilir ne de düşmanlarıma mukabele edebilirim. Sen ise rahmeti ve kudreti sonsuz olansın. Ben âcz tokmağım ile kudret kapını, fakr tokmağım ile de rahmet kapını çalıyor ve bu iki kapının önünde ihsanının hediyelerini bekliyorum.”
Üstadımız, besmelenin tesirini İşarâtü'l-İ’caz tefsirinde beyan ederken diyor ki:
“... Bu itibarla بِسْمِ اللّٰهِ kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!”(1)
İşte bu ifade, âczin ve fakrın nasıl makbul bir şefaatçi olduklarını beyan etmektedir. Kişinin kendini âciz bilmesi, Allah’ın kudretinin tesirini; fakir bilmesi de rahmetinin tesirini celp etmekte ve bu celp ile gelen ilahî yardım, kulun işine ve ameline yardım edici bir ruh olmaktadır.
Âczin ve fakrın ne derece makbul bir şefaatçi olduklarına şu âlem de şahittir. Zira en zayıf ve en aptal hayvanlar, en iyi beslenirler; meyve kurtları ve balıklar gibi. En âciz ve en nazik mahlûklar, en iyi rızkı onlar yerler; çocuklar ve yavrular gibi.
Evet, helal rızkın vasıtasının iktidar ve güç olmadığını, belki âcizlik ve zayıflık olduğunu anlamak için balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları ve ağaçlarla hayvanları kıyas etmek kâfidir. Demek rızkı ele geçirmek kuvvet ve zekâ ile değil, âcz ve fakrın ölçüsüne göredir. Rızıkta geçerli olan bu kaide, diğer maksutlar için de geçerlidir.
Şu bilinmelidir ki: Allah Teâlâ ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına bir numune ihsan buyurmuştur. Fakat üç sıfatı yalnız kendisine mahsus kılmış ve bu üç sıfattan hiçbirini mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı: Kibriya, gani olmak ve yaratmak sıfatlarıdır.
Kibriya, büyüklük ve üstünlük demektir.
Gani olmak ise, başkalarına muhtaç olmayıp, her şeyin kendisine muhtaç olması demektir. Demek maksuda nail olmak âczin ve fakrın şefaatiyle olduğu gibi, maksuda ulaşamamak da kişinin kendisini büyük görmesi ve zengin bilmesiyledir.
Âczi ve fakrı unutmanın tokada müstahak olmasının bir sebebi de şudur:
Kuvvet ve zenginlik ancak Allah Teâlâ’ya mahsus iken, kulun kendini kuvvetli ve zengin bilmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmek istemesine benzer. Hükümdarın bir emrini yapmayarak suç işlemekle, hükümdarlığına sahip çıkmak arasında ne derece fark varsa, Allah’a karşı kibirlenerek kişinin kendini kuvvetli ve zengin bilmesi ile de Allah’ın bir emrini çiğnemesi arasında o kadar fark vardır.
Bununla birlikte âczi ve fakrı takınmak o kadar da kolay bir şey değildir.
Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir, çünkü kendinde bir varlık hisseden tevazu göstermeye çalışır. Gerçek tevazu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevazu göstermeye çalışsın. Onun tevazuu fitrîdir, yapmacık değildir.
Demek birçok zaman âczimizi ve fakrımızı takındığımızı zannederiz, hâlbuki hâlâ kendimizde bir kuvvet ve varlık hissederiz. Âczi ve fakrı takınmak, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve rahmetinde fâni olmaktır. Kişinin kendinden vazgeçerek rahmet ve kudretin denizinde boğulmasıdır.
Acz ve fakr, Risale-i Nur’un dört esasından biridir. Üstadımız, hakka ulaşmak için dört adımdan bahsetmiştir. Bunlar âcz, fakr, şefkat ve tefekkürdür. Demek âcz ve fakr, kişiyi matluba ulaştırmak hususunda bu derece tesirli bir sebeptir.
Ya Rab! Kudretinin ve rahmetinin dergâhında âczimizi ve fakrımızı birer şefaatçi yapıyor ve senden rahmet kapılarını bize açmanı diliyoruz. Âmin!..
(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Fatiha Sûresi.
İnsanın aczi ve fakrı sonsuzdur. Nur Risalelerinde, “zulmetin nura ayna olması gibi”, insandaki bu acizliğin ilahî kudretin tecellisine, fakrın ise ilahi rahmetin tecellisine bir vesile olduğu sıkça ders verilir. Acz ve fakrımızı Allah’a karşı hissetmemiz gerektiğine de ayrıca dikkat çekilir.
Biz neye muhtaç isek onun fakiriyiz ve neyi yapmaya güç yetiremiyorsak onun aciziyiz. Bu nazarla bakıldığında, insanın aczinin de fakrının da sonsuz olduğu anlaşılır.
Özet olarak arz edelim:
İnsan göz yapamaz, bundan acizdir, göze ihtiyacı vardır, onun fakiridir. O halde saçımızdan tırnağımıza, havadan suya, meyvelerden sebzelere, güneşten aya, tâ cennet bahçelerine kadar her şeye muhtacız, bütün bunların fakiriyiz ve bütün bu ihtiyaçlarımızı kendi gücümüzle görmekten de çok uzağız, hepsine karşı aciziz. İşte kendini ve haricindeki âlemi bu nazarla seyreden insanın kalbi Rabbine karşı sonsuz bir muhabbetle ve haşyetle dolar.
Peygamber Efendimiz (asm.)'in “Fakrım benim fahrimdir.”(1) hadis-i şerifini de bu nazarla değerlendirmek gerekir. O halde, insan kendi aczini ne kadar fazla hissederse Allah (c.c.)’a o kadar fazla sığınır. Yine kendi fakrını ne denli hissederse, Rabbinden o kadar fazla rahmet diler. Bu ruh haletini taşımak, Allah’ın rahmetinin celbine vesile olması cihetiyle insan için büyük bir şefaatçi, büyük bir kuvvet menbaıdır.
(1) bk. Aclûnî, II, 87.
Yirmi Üçüncü Söz’de şöyle buyrulur;
“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir-tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganî-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına câmî geniş bir ayna olsun.”
İnsan, gözünden kulağına, elinden ayağına kadar her şeye muhtaç olduğu gibi, havadan suya, Güneş'ten Ay'a kadar hadsiz eşyaya da muhtaçtır. Ve insan, nihayetsiz acizdir, yani muhtaç olduğu bu sayısız eşyanın hiçbirini yapacak güce sahip değildir. İşte böyle nihayetsiz aciz ve fakir olan insanın ihtiyaçlarını ancak “kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm” karşılayabilir. Hem bütün ihtiyaçlarını karşılamaya kudreti yetecek hem de Rahim olacaktır.
İnsan iradesi, büyük bir kapıyı açan küçücük bir anahtar gibidir. Âdetullah gereği bu büyük kapının açılması, az bir cehd ve gayrete bağlanmıştır ve bu vazife insanın uhdesine bırakılmıştır.
Mesela, Kur’an Allah’ın kelamı olduğu için bütün kâinatı aydınlatan bir Güneş gibidir. İman ile intisap etmek, bu güneşin aydınlığından istifade etmektir. İnkâr ve enaniyet ise küçük kafa feneri hükmünde olan akıl ile eşyadaki hikmetleri aydınlatma çabasıdır. Evet, Güneş ile fener nasıl kıyasa gelmez ise, Kur’an ile insan aklı da aynı şekilde kıyasa gelmez. Akıl ve enaniyeti bırakıp her şeyi aydınlatan güneşin ışığına intisap etmek gerekir.
Yeryüzünde herkes ile konuşmak için, devlet tarafından döşenmiş Telekom şebekesine ihtiyaç vardır. Bu şebekeden istifade edip herkes ile görüşmek için cüz’î bir ücret ile abone olunur ve ondan sonra herkes ile görüşülebilir. Şayet devletin bu şebekesine meydan okuyarak "Ben kendi hattım ve şebekem ile görüşürüm, abone olmam." dersek, yeryüzünü kuşatacak çok pahalı bir ağ kurmamız icap eder ki, bunu da aciz bir insanın yapması mümkün değildir.
Aynı şekilde insan, Allah’ın kâinatı aydınlatması olan Kur’an’ı bırakıp ufacık ve sönük aklına güvenerek iman güneşinden istinkâf ederse, zifiri bir karanlık ve dalalet içinde kalır ve hiçbir şeyin hakikatini idrak edemez. Hâlbuki iman, Kur’an şebekesine bir intisaptır ve çok zahmetsizdir. İnsanın, mahiyetindeki sayısız cihazları inkişaf ettirip ahsen-i takvime çıkarabilmesi, bu intisaba ve aboneliğe bağlanmıştır. Kim bu intisab ve aboneliği inkâr ederse helakete düşer.
Kadir ve Rahim ismine intisab etmekte de aynı mana geçerlidir. Kadir ve Rahim ismi sonsuz birer şefkat ve güç kapısı iken, küçücük ama hür irademiz ise, bu kapıyı açan bir anahtar hükmündedir.
Birinci Söz tamamen bu inceliğin şerhi hükmündedir. Özellikle "bir reisin ismi ile hareket etme" tam olarak bu noktaya bakmaktadır.
"İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."(1)
Hadisten de anlaşılacağı üzere ihlâs, ilim ve amelin bir neticesi ve meyvesi hükmündedir.
Kim olursa olsun, önce ilim basamağını, sonra amel basamağını ve en sonunda da ihlâs basamağını çıkıp maksuda ulaşabilir. Yoksa ilim, amel ve ihlâs üçlüsünü birbirinden ayrıştırmak mümkün değildir. Hiç ilmi olmayan amel edemez, amel edemeyen de ihlâsa erişemez.
İslamî ilimler içinde en mühim olanı imana ve akaide dair olan ilimlerdir. Sonra diğer İslamî ilimler gelir. Risale-i Nurlardaki iman ilminin özü ve temeli de acz ve fakrdır. İnsan tefekkür ile acz ve fakrını anlar, sonra bütün kâinatın acz ve fakrını görür, ondan sonra hakikî marifete intikal eder. Hakikî marifet de insanı ihlâsa götürür.
İhlâs, iman ve amelin bir neticesi, iman da acz, fakr ve tefekkürün bir neticesi olmasından dolayı, iki cümle arasında bir tenakuz yani zıtlık yoktur. Yani acz ve fakr içinde zımnî olarak samimî bir ihlâs vardır. Zaten ihlâsın bulunmadığı bir şeyde de hayır yoktur.
(1) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a.
Bu ifadeyi ve bu ifadeden sonraki örnekleri anlayabilmek için, bu örneklere temel olan asıl kaideyi öğrenmek gerekir. Bu sayede konu çok daha kolay anlaşılır. Şimdi, Üstadımızın bu örnekleri hangi delil üzerine bina ettiğini öğrenelim:
Burada verilen bütün örnekler “Sebep ve netice arasındaki uyumsuzluktur.” deliline dayanmaktadır. Mesela, sizler bir çocuk görseniz tek eliyle bir treni çekiyor. Hemen dersiniz ki:
“Bu treni çeken bu çocuk olamaz, çünkü bu treni çekmek için gereken güç bu çocukta yoktur. O hâlde benim görmediğim başka bir kuvvet olmalı. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir...”
Bu misaldeki çocuk sebeptir, treni çekmesi ise neticedir. Sebep ile netice arasındaki dengesizlik, o sebebi faillik makamından çıkarır ve başka bir fâilin varlığını ispat eder.
Aynen bunun gibi, "bir tek adamın bir şehir ahalisini zorla bir yere sevk etmesi ve zorla işlerde çalıştırması" hadisesinde de adam sebep, şehir halkını zorla bir yere sevk ederek cebren çalıştırmak ise neticedir. Burada da aynı muhakeme yapılır:
“Bir şehrin bütün ahalisini cebren sevk etmek ve zorla çalıştırmak için, o şehir halkının toplam kuvveti kadar bir kuvvete, hatta daha fazla bir kuvvete ihtiyaç vardır. Hâlbuki bu işin sebebi olan adamda böyle bir kuvvet yoktur, o hâlde bu adam, ahalinin cebren sevkine ve çalıştırılmasına hakiki fail olamaz. Madem fail olamaz, o hâlde bu adam bir padişaha dayanmalıdır ve hakikatte işi yapan da padişahın kuvvetidir. Demek, bu adama itaat edenler onun zatî kuvveti sebebiyle değil, padişahın kuvvet ve kudreti sebebiyle itaat etmektedirler...”
İşte bu muhakemeyi bizlere yaptıran şey, sebep ile netice arasındaki uyumsuzluktur. Sebep gayet zayıf ve güçsüzdür, neticenin husulü için ise hadsiz bir kuvvete ihtiyaç vardır. Üstadımızın bundan sonra verdiği bütün misaller de bu temele dayanmaktadır. Şöyle ki:
Tohumlar ve çekirdekler sebeptir, koca ağaçları taşımaları ve dağ gibi yükleri kaldırmaları ise neticedir. Bu neticenin meydana gelebilmesi için büyük bir kuvvete ihtiyaç vardır. Hâlbuki tohum ve çekirdeklerin böyle bir kuvveti yoktur.
İşte sebebin gayet âciz olup netice için ise sonsuz bir kuvvete ihtiyaç olması ispat eder ki, bu neticeyi bu sebebin kendisi yapmamaktadır. Misalimizdeki bir tek adamın padişahın kuvvetiyle işler yapıp bir şehir halkını zorla bir yere sevk edip çalıştırması gibi, sebep olan çekirdek ve tohumlar da kendi başlarına bu işleri yapmamakta, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’a dayanmakta, bu koca ağaçları öylece taşımaktadırlar.
Aynı muhakemeyi diğer misaller için de yapabiliriz:
· Ağaç sebeptir, o ağaçtan çıkan meyve ise netice.
· Bostan sebeptir, onun bir kazan olup içinde her türlü taamın pişmesi ise netice.
· İnek, deve, koyun ve keçi birer sebep; bir süt çeşmesi olup süt gibi bir gıdayı bize takdim etmeleri ise netice.
· Her bir bitkinin ipek gibi yumuşak olan kök ve damarları sebep, bu kök ve damarların sert olan taşı parçalayarak delip geçmesi netice.
· Ağaç sebeptir, topraktaki köklerin, dallarının havada intişarı gibi kolaylıkla yayılıp meyve vermesi netice.
· Yeşil yapraklar sebeptir, bu yaprakların yaş kalarak aşırı sıcağa karşı kurumaması netice...
Bütün bu misalleri tefekkür ederken sebep ve netice arasındaki dengesizliği ve bu sebebin kuvvetinin bu işe yetemeyeceğini esas yapmalıyız. Evet, sebepler gayet adi, âciz, basit ve fakir iken; onlara isnad edilen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli olması ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan bu sebepler değildir. Bilakis bu sebepler Allah’ın memurlarıdır. "Bismillah" derler ve Cenab-ı Hakk’ın kuvvetine istinad ederek o işleri yaparlar.
Bir incir çekirdeği sonsuz kudrete dayanmadan, onun namı ile hareket etmeden incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı Allah'ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını yapamaz. Elsiz ve şuursuz ipek böceği, Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği dokuyamaz. Yani bunları yapan ve işleyen Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır.
İşte bu hakikati akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri bu temsille meseleyi izah ediyor:
"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder."(1)
Yani bir şahsın kendi güç ve kuvveti ile İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanı alıp, zorla bir yere götürüp, zorla bir işte çalıştırması imkânsız bir şeydir. Ama aynı şahıs devlet adına ve devlet kuvvetine dayanarak o İstanbul ahalisini alır, zorla bir yere sevk eder ve zorla bir işte çalıştırabilir; zira arkasında devlet kuvveti, devletin ordu ve polisi vardır.
Mesela, karayolunda bir trafik polisi küçük bir el işareti ile bütün arabaları durduruyor, aynı polis elbisesini çıkarıp aynı hareketi yapsa, bir bisikleti dahi durduramaz. Demek o araçları durduran polisin kendi şahsî gücü ve kuvveti değil, onun resmî elbisesi arkasında duran devletin kuvvetidir. Aynı şekilde arı, incir çekirdeği ve ipek böceği gibi güçsüz ve zavallı mahlûklar, o harika işleri kendi şahsî kuvveti ve ilimleri ile değil, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretine dayanarak yapıyorlar.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Bir incir çekirdeği sonsuz kudrete dayanmadan, O’nun namı ile hareket etmeden incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı Allah’ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat edemez. Yani bunları yapan ve arka planda işleyen, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır.
İşte bu hakikati akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri bu temsili getiriyor:
"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder."(1)
Yani bir şahsın, kendi güç ve kuvveti ile bir köyde yaşayan binlerce insanı zorla bir yere götürüp, cebren bir işte çalıştırması imkânsız bir şeydir. Ama aynı şahıs devlet adına ve devletin kuvvetine dayanarak bir beldenin ahalisini alır, zorla bir yere sevk eder ve zorla bir işte çalıştırabilir. Zira arkasında devletin kuvveti, ordusu ve polisi vardır.
Öte yandan, dünya imtihanının bir gereği olarak insanın iradesine bırakılan işler hariç, her şey Allah’ın ilim ve kudreti karşısında mutlak bir cebir ve itaat içindedir. Mesela, dünya kendi iradesi ile değil, Allah’ın irade ve kudreti ile dönüyor. Kanımız da yine O’nun iradesiyle deveran ediyor. Sabit yıldızların durmaları da, gezegenlerin hareketleri de hep Allah’ın kudretiyledir ve hepsi kendi istekleriyle ve iradeleriyle değil bir cebir tahtında iş görürler.
Bu hakikatin sayılamayacak kadar çok misalleri vardır.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Burada "tohum ve çekirdeklerin başında koca ağacı taşıması" ifadesi, mecazi bir ifadedir. Bu mecaz ile ifade edilmek istenen asıl mana; küçücük tohum ve çekirdek içine koca ağacın plan ve programı yerleştirilmiş ve ağaç bu plan ve program üzerine hareket ediyor, demektir. Yani o koca ağacı yapan ve idare eden, bu tohum ve çekirdek değildir. Tohum ve çekirdek sadece Allah’ın kudretine bir perde, bir sebeptir; yoksa mucit ve yaratıcı değildir.
Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hâsıl olan ağacın mahiyeti ise, gayet mükemmeldir. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum her şeye kudreti yeten bir Zat'ın memuru ve hizmetkârıdır.
Aynı şekilde, “Yıldızları direksiz durduran,..” ifadesinde de mecaz vardır. Yani koca küreleri ve yıldızları muallâkta durduran ve çok süratli dönmelerine rağmen, zerre kadar rota ve yörüngelerinden çıkmadan çeviren kimdir, diyerek o işlerin bir iki kanunla izah edilemeyeceğine işaret ediliyor.
Nasıl ki, incir çekirdeği, incir ağacının mucidi ve yaratıcısı olamaz, aynı şekilde o yıldız ve galaksileri çekip çeviren ve mükemmel olarak idare eden de itme ve çekme kuvveti değildir. Allah’ın sonsuz kudreti ve iradesidir. İtme ve çekme kanunu, sadece bir sebep ve bir perdedir. "Direksiz durdurmak" tabiri, doğrudan doğruya Allah’ın kudret ve iradesine işaret eden mecazî bir ifade tarzıdır.
Burada belirtilen yük, vazife yüküdür; maddi bir yük anlamında değildir. Mesela, bir asker, devlet kuvvetine dayanarak, bir şehir ahalisini alır, zorla bir işte çalıştırır. Ama kendi namına, yani sivil haliyle, bir kişiye bile gücü yetmeyebilir.
Bu farkı, yani devletten aldığı kuvvetle, şahsi kuvveti arasındaki farkı ifade etmek için, şöyle denilebilir: Bu asker devlet kadar güçlüdür; ama bu güç kendi şahına ait değildir, devlete ait bir güçtür.
Burada da çekirdek öyle işler ve vazifelere mazhar oluyor ki, kendi cirminden büyük işlere vasıtalık yapıyor. Yani, dağ gibi vazifeye ve işlere vasıta oluyor. Bu işler ise, çekirdeğin yapabileceği işler ve vazifeler değildir. Öyle ise, o işleri gören ve gösteren bir kudret eli çekirdeğin arkasında iş görüyor, demektir.
Mübarek: Kelime anlamı olarak, bereketli ve hayırlı demektir. İnsanlığın en temel gıdaları da et, süt, peynir gibi şeylerdir. Bunların hepsi de inek, koyun, keçi, deve gibi hayvanların eli ile bize ikram ediliyor.
Bu yüzden, Kur'an'ın en büyük sûrelerinden "En’am Suresi"ne bu mübarek ve bereketli hayvanların adı verilmiştir. Müfessirler, "en’am" kelimesini inek, koyun, deve, keçi gibi hayvanlar olarak yorumlamışlardır.
"Mübarek ve bereketli" denilmesinin bir manası da Allah’ın, en tatlı ve güzel nimetlerini bol ve bereketli olarak bu hayvanların aracılığı ile bizlere ikram etmesidir. İnek ot yer, safi ve tatlı süt verir, et verir, derisinden faydalanılır, yavru verir. Hatta gübresi bile faydalıdır. Bir nevi fabrika gibi çalışır. Hâlbuki insanların yaptıkları fabrikalar, bir mahsul verir ve çok masraf ve gürültü ile çalışır. Ama inek, koyun gibi bereketli hayvanlar gürültüsüz, fazla yer kaplamadan, birçok mahsulü bizlere sunar. Bütün bunlara bakıldığında, o hayvanların ne kadar mübarek ve bereketli oldukları anlaşılır. Her hayvan, kendisine verilen görevi eksiksiz yapmakla Allah’a ibadet eder ve onu tesbih eder. Bu ibadetinin manevî mükâfatını da ahirette mutlaka alacaktır.
Bu konu On Yedinci Söz'de hem izah, hem ispat edilmiştir. Ancak, “mübarek” kelimesini her hayvan için kullanmayız. Çünkü bu kelimenin manasında “bereket, ihsan, ikram" vardır. Hamsinin çok olduğu senelerde bereketten söz ederiz. Ama çekirgelerin çoğalmasını bereket değil, afet kelimesiyle ifade ederiz.
Üstad'ın mübarek diye tavsif ettiği hayvanlar hem insanların yakın dostları, bir bakıma komşuları, hem de onlara nice nimetlerin çoklukla ihsan edilmesine birer vesiledirler.
Bir de bizim dilimizde mübarek kelimesi, kudsî ve yüksek zat anlamında da kullanılır. Genelde âlim ve evliya zatlara söylenir. Bu mana ayrıdır, kastedilen bu mana değildir. İkisini birbirine karıştırmamak gerekir.
"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih eder. O, Aziz'dir, Hakîm'dir." (Hadîd, 57/1)
"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 17/44)
Kâinatta ne var ne yok, her şey Cenab-ı Hakkı tesbih edip, ona bir şekilde ibadet ediyorlar. İrade ve şuur sahipleri bilerek ve irade ederek tesbih ve ibadette bulunurlarken, irade ve şuur sahibi olmayan diğer mahlûkat ise, vazife ve fıtrat itibari ile tesbih ve ibadet yapıyorlar.
İradesiz ve şuursuz olan mahlûkat, hâl dili ve vazife noktasından fıtrî olarak tesbih ve ibadette bulunuyorlar. Onlar hâl ve vazife noktasından ne yaptıklarını bilmeseler de Cenab-ı Hakkın sonsuz ilmi onlar adına onların ibadet ve tesbihlerini biliyor. Allah’ın bilmesi yeterlidir.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler açısından bakacak olursak yılan, hınzır, vs gibi hayvanat da Allah’ı tesbih edip fıtrî olarak O’na ibadet etmektedirler.
Domuzu yaratan da Allah’tır ve onun mahiyetinde de Allah’ın isimleri tecelli etmektedir. Etinin haram olması, onun çirkin ve ibadetsiz bir mahlûk olduğu anlamına gelmez.
Âb-ı Hayat: Kelime olarak, hayat suyu anlamına geliyor. Istılahta ise, hayatın devamı için gerekli olan herhangi bir unsur ya da sebep demektir. Bu unsur ve sebeplerden birisi olmazsa hayat devam etmez.
Mesela hava, su, yiyecek ve içeceklerin hepsi hayat için elzem ve gereklidir. İşte bu gereklilik manası âb-ı hayat şeklinde tasvir ediliyor. Âb-ı hayat burada hayata lazım olan bütün unsur ve sebeplerin genel bir ifadesidir, bir kinaye ve teşbihtir.
"Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillâh' der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar."(1)
Bu cümlede, sütün insan hayatı için ne kadar gerekli bir sebep ve unsur olduğu âb-ı hayat şeklinde ifade ediliyor.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Bu meseleyi iki cihetle değerlendirmek mümkündür: Birisi, toprak ve taş, tabiatı itibari ile katı ve geçit vermez kesif şeylerdir. Ağacın veya bir çiçeğin kökü ise, narin ve zayıf tabiattadır. O narin ve zayıf kökün kesif olan taş ve toprağın içinden bir şekilde çıkması ve intişar etmesi, zaten bir mucizedir. Nitekim bütün bitkilerin kökleri taş ve toprak altından huruç ediyorlar, çıkıyorlar.
İkincisi, köklerin o boşluklardan çıkması, yani o boş yerleri hesap edip oradan sıyrılması en az yarıp çıkmak kadar harika ve ince bir hesap işidir. Kaldı ki asfalt ve betonların içinden çıkan çok bitki kökleri vardır, bunlara her yerde rastlamak mümkündür.
Sert cisimlerin yumuşak cisimlere engel olmaları, onları ezmeleri tabiatta çokça görülür. Yani sert olan cismin tabiatında yumuşağa galip gelme vardır. Burada ise bu tabiat kanunun tam tersi bir icraat görülüyor. Demek ki, tabiat hakiki fail değil.
“Bir adamın bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etmesi,” örneğinde olduğu gibi, bir varlık, gücünün çok ötesinde işler görüyorsa, bu hâl o varlığın Allah namına hareket ettiğinin ve söz konusu neticeye O’nun yardımıyla ve ihsanıyla ulaştığının delilidir. Yani, o varlık manen "bismillah" demekte ve Hâlık’ının yardımıyla o işi başarmaktadır.
Yumuşak köklerin katı taşı delmesi de buna ayrı bir misaldir. Sebepler dünyasında yaşadığımızdan Cenab-ı Hak çoğu icraatında sebepler yaratmakta, onlar vasıtasıyla iş görmektedir. Allah, meyveyi ağaca, anne babayı bebeğe, tavuğu yumurtaya sebep kıldığı gibi, sert taşın delinmesine de enzimleri sebep kılabilir. Biz sebeplerin gerçek fail olmadıklarını ve bütün işlerin Müsebbibü'l-Esbab olan Allah’ın iradesiyle ve kudretiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Enzimlerin görevi de bu manada değerlendirilmelidir.
Belki şöyle bir işaret de olabilir. Sert olan toprağın delinmesi için ağacın sert gövdesine ve dallarına görev düşebilirdi. Aynı şekilde yumuşak havada ise yumuşak kökler daha rahatlıkla intişar edebilirlerdi. Hilkatte bunun aksi bir tecelli ile karşılaşıyor ve İlahi kudrete nispeten büyük-küçük, az-çok fark etmediği gibi, sertle yumuşağın da fark etmediğini görüyoruz. Bu ise sebeplerin gerçek tasarruf sahibi olmadığının ayrı bir delilidir.
Ağaç ve bitkilerin yeryüzünde gövde ve dalları olduğu gibi, toprak altında da kökleri ve kancaları bulunmaktadır. Gövde ve dallar, latif olan hava içinde nasıl kolay bir şekilde gelişip büyüyorsa, aynı kolaylık ve büyüme İlahi kudretin tesiri ile toprak altında da geçerlidir.
Toprak ve taş, tabiatı itibari ile katı ve geçit vermez kesif şeylerdir. Ağacın veya bir çiçeğin kökü toprak ve taşa nispeten gayet narin ve zayıf tabiattadır. O narin ve zayıf kökün kesif olan taş ve toprağın içinden çıkması ve intişar etmesi bir mucizedir. Nitekim bütün bitkilerin kökleri taş ve toprak altından huruç ediyorlar.
Kökler, intişar etme ve yayılma yönünde gövde ve yapraklardan geri kalmaz.
Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Peygamberlerin eliyle gerçekleşen harikaları insanlar yapmaktan acizdirler. Bu hâl, onlara bu işin bir kul tarafından bizzat icra edilemeyeceğini, elinde mucize zâhir olan kişinin ancak Allah’ın elçisi olabileceğini bilmeleri için bir irşattır.
Üstadımızın ifade ettiği gibi, “Mucize doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir.” Peygamberlerin eliyle icra edilen bu mucizelerle insanların hidayete gelmeleri, Allah’ı bilmeleri ve peygamberi tasdik etmeleri murad edildiği gibi, şu varlık âleminde de nice mucizeler sergilenmektedir. Bunları seyreden insan, aczini idrak eder ve o mucizelerin sergilendiği sebeplerin de aciz varlıklar olduğunu bilir ve Rabbini bulur.
Mesela, her meyve bir mucizedir. Meyve yapmaktan aciz olan insan, bu işi ilimsiz, şuursuz, iradesiz ağaçların yapamayacağını bilir. Ağaçlarda sergilenen bu kudret mucizelerini seyredebilenler imana gelirler.
Kâinattaki bu sonsuz kudret mucizelerine dikkati çekmekte şöyle bir mana da olabilir: Asr-ı saadete kavuşamayan insanlar, “Biz de mucize görsek iman ederdik; biz bu nimetten mahrum kalmışız.” derlerse, onlara şu kâinatta sergilenen kudret mucizeleri gösterilir ve denir ki, "Bu kadar mucize karşısında Kâinatın Yaratıcısını tanımayan kişiler, peygamber mucizelerine de şahit olsalar yine inatlarında devam ederlerdi." Nitekim öyle oldu, bine yakın mucizeye şahit olunan o saadet asrında, birtakım müşriklerin imana gelmemiş olması bunun açık bir delilidir.
Burada sebeplerin inkârı değil, sebeplerin neticeyi yaratmasının imkânsız olduğu vurgulanıyor. Yoksa elbette her şeyin bir sebebi vardır. Zira Allah bu kâinatta sebepler vasıtası ile iş görmeyi değişmez bir kanun olarak vaz’etmiştir. Bu noktadan her sonuç ve neticenin bir sebebi vardır. Burada mesele sebebin yok sayılması değil, neticeyi icat etmesinin imkânsız olduğudur.
Yaprakların kuruması da aynen yumuşak köklerin katı taşı delmeleri gibi bir fizik kaidesini deliyor. Zira ıslak bir elbise birkaç saatte kuruduğu halde sıcaklığa karşı, yaprakların aylarca kurumadan yeşil durması da tabiat kanunlarını altüst etmektedir. Yaprağın birkaç günde solup kuruması gerekirdi...
Tabiat, aslında “yaratılış, fıtrat” manasına gelir. Kâinatın tümü için de bu tabir kullanılmaktadır.
Sertin tabiatında yumuşağı ezmek, ona yol vermemek vardır. Aynı şekilde sıcaklığın, ateşin tabiatı kurutmak, yakmak, kül etmektir. Bir kıvılcımın nice ormanları yakıp kül etmesi bunun açık delilidir.
Öte yandan, yine Nur Külliyatı'nda beyan edildiği gibi, “Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder.” Soruda geçen bu ifadeyle, tabiatçıların bütün kuvvetleri harekete, titreşimlere bağladıklarına da işaret edilmiş olabilir.
Yine fizikçiler maddeyi “enerjinin kesifleşmiş, katılaşmış hali” şeklinde tarif ederler. Atomun parçalandığında enerjiye dönüşmesini de buna delil gösterirler. Enerjinin tabiatına “maddeye dönüşmeyi”, maddenin tabiatına da parçalandığında yeniden “enerjiye dönüşmeyi” koyan Allah’tır. Bunlar kendi tabiatlarını kendileri belirlemediklerine göre, onlara güvenmek yerine onların sahibine tevekkül etmek gerekir. Akıl ve vicdan bunu emreder.
Allah, gözün tabiatına görmeyi, elin tabiatına tutmayı, kulağın tabiatına işitmeyi koymuştur. Yine akıl ve vicdan, bu özelliklere değil, onları koyana nazar etmeyi emreder.
İşte tabiatçılar bunu başaramayıp maddede boğulan, Allah’a tevekkül etmek yerine bu tabiatlara güvenen zavallı kişilerdir...
"Salâbet ve hararetin emir tahtında hareket etmelerini" daha iyi anlayabilmek için şu misali verebiliriz:
Dünyamızda yer çekimi kanunu vardır. Bu kanuna göre yukarıdan aşağıya bırakılan bir eşya, hızını ve ağırlığını artırarak aşağıya doğru düşer. Ama yağmur taneleri müstesna!.. Onlar âdeta yer çekimine meydan okurlar. Eğer onlar da bu kanuna tabi olarak ağırlıklarını artırsalardı, o zaman başımıza kurşun gibi yağar ve yağmur damlalarının isabet ettiği her şey ölürdü. Lakin böyle olmuyor ve yağmurlar âdeta başımızı okşuyor.
İşte bu hâl tabiatçıların ağzına şiddetle tokat vurmaktadır. Zira tabiatçılar her şeyi kanunlarla izah etmektedirler. Hâlbuki görüldüğü gibi yer çekimi kanununun sözünün geçmediği sayısız yağmur taneleri vardır. Demek, kanunlar hakiki fail ve hakiki sebep değillerdir ve bir emir tahtında hareket ederler.
İşte yer çekimi kanunu gibi, salâbet (sertlik ve katılık) ve hararet dahi iki farklı kanundur. Bu kanunlar da yer çekimi kanunu gibi birer memur olup asla hâkim değildirler. Zira yer çekimi kanunu yağmur taneleri ile delindiği gibi, salâbet kanunu da ipek gibi yumuşak damarlarla ve hararet kanunu dahi yeşil yapraklarla deliniyor. Eğer bu kanunlar bizzat hâkim olsalardı, bütün eşyayı kendilerine itaat ettirirlerdi. Ama görüldüğü gibi böyle olmuyor, o salâbet kanunu ipek gibi yumuşak bir damara itaat ederek parçalanıyor ve o hararet kanunu yeşil bir yaprağı kurutamayarak âczini ortaya koyuyor.
Demek, her bir kök ve damar, “Biz dedik ki: Ey Musa, asan ile taşa vur!” (bk. Bakara, 2/60) emrine imtisal ederek, âdeta karşılarına çıkan sert taşları parçalıyorlar. Zira hem Hz. Musa (a.s.) ve hem de kök ve damarlar aynı sultana dayanıyor ve aynı sultanın emriyle hareket ediyor.
Her bir yaprak ve bitki de âdeta: “Ey ateş, serin ve selametli ol!” (bk. Enbiya, 21/69) ayetini Güneş’e karşı okuyor ve o koca Güneş bu ayetin hürmetine Allah’ın emriyle o yeşil yaprağa itaat ediyor. Her şeyi yakabilen o koca Güneş, küçücük bir yaprağa dokunamıyor, ona sözü ve hükmü geçmiyor. Hz. İbrahim (a.s.)’e itaat eden ateş, yaprağa da itaat ediyor, çünkü her ikisi de aynı sultanın emrini yerine getiriyorlar.
Birinci Söz'ün ana konusu, Allah’ın ismi ile hareket eden her şey, önündeki zorluklara ve engellere rağmen, maksad ve vazifesine ulaşır. Her şeyin arka cephesinde Cenab-ı Hakk’ın kudret eli hükmediyor. Her şeyin dizgini ve tedbiri O’nun kudret elindedir. O dilediği zaman kanunlar ve kaideler susar, O’nun hükmü konuşur. Bu manaları bütün kâinat hal dili izah ediyor. Nazik ve nazenin bir otun kökü, sert kayaya rast geldiği zaman, "Allah’ın adı ile geldim." der ve o taş ikiye şâk olur, ona yol verir. Taşı ikiye bölen, otun o zayıf kökü değil, Allah’ın kudretidir. İşte otun kökü manen "bismillah" deyip yoluna devam ediyor.
Hz. Musa (as)’ya taştan suyu çıkaran âsa değil, Allah’ın kudret elidir. Hazret-i İbrahim (as)’i ateşin yakmaması, yine Rabbimizin kudret ve emri iledir. Yani her şey manen "bismillah" diyerek hareket eder. Hazret-i Musa (as) "bismillah" demese, yani Allah’ın ismi ile hareket etmese idi, o taştan su çıkarmaya güç yetiremezdi. Hazreti İbrahim (as) "Allah" demese idi, ateş onu yakardı. Otun o zayıf kökü "bismillah" demese idi, o sert kayayı delip geçemezdi. İncir çekirdeği "bismillah" demese idi, o koca incir ağacının ağır yükünü taşıyamazdı.
İşte Birinci Söz’de her şeyin manen "bismillah" deyip, Allah adına hareket etmesine ayetlerden iki misal getiriliyor.
" 'Vur asânı taşa.' buyurduk." (Bakara, 2/60)
"Ey ateş, serin ve selâmetli ol." (Enbiyâ, 21/69)
"Asayı taşa vurmak" normalde suyun çıkmasına sebep olmaz, ama Allah’ın ismi ile yani bismillah ile vurulur ise, taştan da su fışkırır, kayadan da. Çünkü âsanın arkasında Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudret eli bulunmaktadır.
Ateş normalde insanı yakar, ama Allah’ın adıyla emân dilenirse, o yakıcı olan ateş bir serinleticiye dönüşür. Ateşin yakıcılığını men eden İlahî kudrettir.
Bu iki ayet, Allah adı ile hareket eden peygamberlerin, nasıl mucizelere mazhar olduğuna işaret etmektedir.
"Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْداً وَسَلاَماً ["Ey ateş, (İbrahim’e) serin ve selâmetli ol." (Enbiyâ, 21/69)] âyetini okuyorlar."(1)
Nemrut’un yaktırdığı ateş nasıl Hazreti İbrahim (as)’i mu'cize eseri olarak yakmadı ve yakamadı ise, güneşin kavurucu sıcaklığı da ağaçların yeşil yapraklarını, saatlerce güneşin sıcaklığına maruz kalmasına rağmen Allah’ın inayeti ve hıfzı ile yakmıyor, yakamıyor.
Yeşil yapraklar hâl dili ile âdeta "Ey ateş, serin ve selâmetli ol." ayetine mazhar oluyorlar. Bu da Allah’ın kevni bir mu'cizesi olmuş oluyor. Şayet Allah’ın inayet ve hıfzı olmasa, o incecik ve çok hassas yaprakların güneşin kavurucu sıcağına bir dakika dayanması mümkün değildi.
Hazreti İbrahim (as) ulü'l-azm bir peygamber olması hasebi ile ateşe atılma esnasında bütün zerreleri ve azaları ile ateşe karşı bu ayeti okumuş, tam bir tevekkül eseri göstermiş olabilir.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl olmak üzere iki türlü konuşma şekli vardır. Lisanı kâl, bir şeyi konuşarak söylemektir. Bir de hâl dili ile konuşmak vardır. Yani hâl, davranış ve duruşu ile karşı tarafa bir şey aktarmak ve anlatmaktır. Mesela trafik lambaları insanlara durun veya geçin diye bağırmazlar, hâl dili ile yani cansız ve şuursuz renkler ile yol gösterirler.
İletişim ve konuşmak ya da bir hakikati ifade etmek sadece kal dili ile olmaz. Bunun dışında cansız ve şuursuz varlıklar, hal dili ile çok şeyleri ifade edip ispat edebilirler.
Şimdi kâinatta ne kadar canlı veya cansız varlık varsa hepsi ya hal dili ile ya da kâl dili ile Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyorlar ve O’nu zikredip tesbih ediyorlar. Bunun en güzel ifadesi ise cansız ve dilsiz olan atomların canlı ve şuurluların yapamayacağı vazifeleri görmesidir. Bugün fennin beyanı ile atomlar o kadar mükemmel işler görüyorlar ki, zerre kadar aklı olan o atomun arkasında Allah’ın kudret elini görür ve o atomun hal dili ile Allah’ı zikrettiğini ve bismillah ile başlayıp elhamdülillah ile bitirdiğini anlar.
Atomlar hal dili ile sürekli Allah’ı zikredip ilan ediyorlar.
Bir elma, üzerindeki renk tonu ile Allah’ın Musavvir olduğunu ihtar eder, mideye rızık olarak indiğinde Allah’ın Rezzak olduğunu gösterir, tadı ile Allah’ın Rahim ve Kerim olduğunu ifade eder ve bunun gibi daha çok isimleri hal dili ile bizlere bildirir ve bize ispat eder ve bir cihetle manen zikreder.
Cansız olan mevcudatın Allah’ı tanıyıp bilmesi, hatta tesbih ve zikretmelerini iki şekilde anlamak mümkündür.
Birincisi: Allah kâinatta her bir mevcudata vekil ve nazır bir melek tayin etmiştir. O mevcudun üstünde tecelli eden isim ve sıfatları okumak ve onun hal dili ile ettiği tesbih ve zikri Allah’a takdim etmek görevi o vekil meleğe aittir.
İkincisi: Cansız ve şuursuz varlıkların insan gibi bilmek ve tanımak tarzında değil de kendilerine mahsus bir şekilde bilmesi ve tanıması olabilir, bu hikmet-i İlahiden uzak değildir. Cansız ve şuursuz mevcudat nasıl hal dili ile Allah’ı tesbih edip zikrediyor ise, kendilerine mahsus bir şekilde Allah’ı bilip tanıyabilirler. Mahiyetini bilmememiz olmadığı anlamına gelmez.
Nitekim Kur’an’ın çok ayetlerinde tesbih ve zikir, cansız varlıklara izafe edilmiştir. Bu ayetler birisi mealen şöyledir:
"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 17/44)
Bismillah ve hamd, kulluğun nişânesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre, sadece insana has bir hakikat değildir. Bu yönüyle kâinattaki bütün mahlûkat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için "bismillah" der. Ama biz onun dilini anlamayız.
Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için kendi lisanıyla "bismillah" der. Ağaçlar, mevsimi geldiğinde meyve vermek için "bismillah" derler. Ama insan bunun farkında değildir. İşte mü’minin kâinata bakışı budur ve bu şekilde olmalıdır.
Besmele, Allah’ın adı ile hareket etmek manasına geldiği için, mümin her işine Allah’ın adı ile başlamalıdır. Bu manayı insana ders vermek için Allah, kelamına bu mübarek ayeti ile başlıyor. Özellikle her surenin başında tekrar tekrar ifade ediyor. Yani Kur’an ve surelerin "besmele" ile başlaması insana manen diyor ki; "Her işinizde ve amelinizde benim adımla, benim namımla başlayın ve benim rızam dairesinde hareket edin!"
Allah, ayetlerini gönderirken, lafzını terk etmemiş ise, bizim de terk etmememiz gerekir; unutmak müstesnadır.
Yani kasdi bir şekilde besmeleyi dil ile söylememek olmaz. Nasıl namazın kıraatinde dil ile okumak farz ise, aynı şekilde besmeleyi dil ile ifade etmek, kalp ile yetinmemek de bir zaruret, bir gerekliliktir diyebiliriz.
Bu sorunun cevabını Üstad Hazretleri şöyle vermektedir:
"Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile 'Bismillah' der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak 'Bismillah' de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki - وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ [“Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!” (En’âm Sûresi, 6/121)] âyetinin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi şudur ki: 'Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz!' demektir. O halde hem veren 'Bismillah' demeli, hem alan 'Bismillah' demeli. Eğer o 'Bismillah' demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen; sen 'Bismillah' de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi."(1)
Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allah'ın kudret ve rahmet elini görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.
Allah namına vermemek iki türlüdür: Birisi, inkar ve imansızlıktan gelen ve nimetleri sebeplerden bilmekten gelen şekli; diğeri ise, imanın zaafından gelen gaflet sebebi ile nimetlerin üstündeki kudret ve rahmet elini görmemekten gelen boyutudur.
“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.” cümlesi ile iman ehlinin şayet ihtiyaç ve zaruret gibi durumları yoksa bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden bir şey alıp vermemesini tavsiye ediyor.
Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp, nimetin gerçek sahibinin o kudret ve rahmet sahibi olduğunu idrak edip O'nun ismi ile alabilir.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a.
Üstad’ın "tablacı" tabiri, dünyada nimetleri bize ulaştıran vasıtaları temsil eder. Mesela, soframıza gelen nimetler için çiftçiye, aşçıya veya manava ücret öderiz. Ancak bu nimetleri asıl yaratan ve soframıza kadar ulaştıran kimdir? Elbette Allah’tır. İnsanlar sadece bir "tablacı"dır, yani Allah’ın nimetlerini bize ulaştırmakla görevli birer vasıtadır.
Bediüzzaman Hazretleri burada çok ince bir hakikati öğretiyor:
Bir kilo elmayı önce çiftçi ağaçtan toplar, kabzımal ona 5 TL toptan öder elmayı satın alır. Sonra manav kabzımalcıya 10 TL verir alır, halka 20 TL’ye satar; işte tablacı hem çiftçi hem kabzımal hem de manav oluyor.
Elmanın gerçek sahibi yani yaratanı Allah’tır. Biz bu elmayı yiyebilmek için tablacı olan çiftçi, kabzımal ve manava para ödüyoruz. Ama elmanın gerçek sahibine bir fiyat ödemiyoruz.
Allah elbette bizden nakit bir para istemiyor; ücret olarak zikir, fikir ve şükür istiyor. Başta besmele çekmek zikir, ortada bu nimetin Allah’tan geldiğini düşünmek fikir, sonunda elhamdülillah demek de şükür oluyor.
Genelde bizler, Rabbimizin bizlerden istediği üç bedelden ikisini ifa ederiz. Nimete besmele ile başlar ve hamd ile tamamlayarak zikir ve şükür vazifesini yerine getiririz. Çoğu zaman unuttuğumuz ve veremediğimiz ücret ise fikirdir. Şimdi bir lokma ekmek üzerinde biraz tefekkür edelim:
Yediğimiz bir lokma ekmeğin hikâyesi bir çiftçinin tohumu toprağa atmasıyla başladı. Toprak âdeta bir annenin sinesi gibi o tohumu sinesine aldı ve Rabbinin emanetini sakladı. Sonra o tohum yarıldı ve ondan bir buğday başağı bitti. Cenab-ı Hak o başağı bizim yememizi takdir etti. Bu takdirden sonra hiçbir böcek ona yanaşamadı, hiçbir sebep ona zarar veremedi. Güneş emr-i Rabbanî ile o buğdayın üzerine doğdu, onu ısıttı ve aydınlattı. Bulutlar sevk-i ilahî ile yağmurlarını o başağın üzerine boşalttı. Toprak izn-i rahmanî ile başağın ihtiyaç duyduğu besinleri ona sundu. Her şey âdeta o başağın bir hizmetkârı oldu...
Şimdi, yediğiniz balı, zeytini, peyniri; içtiğiniz suyu, çayı ve saymakla bitmeyecek kadar çok olan nimetleri düşünelim. Onlarda gözüken Allah’ın kudretini ve rahmetini tefekkür edelim ve o kudret ve rahmetin önünde şükür secdesine kapanalım.
Allah insana, aşağıdan yukarı genişleyerek gelen nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu nimetlerle insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor.
Birinci ve en temel nimet vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin aslı ve esası mesabesindedir. Nasıl bina temel üstünde duruyor ise, bütün nimetler de varlık temeli üstünde duruyor.
Varlık nimetini büyültmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı alem-i şehadet denilen bütün kâinatla irtibat ve alaka peyda ettirdi. Nimet sahası bütün kainat oldu. Hayat varlık nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir.
Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi bütün alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet içindeki şuur ve idrak bu nimetlere ayrı bir kıymet kattı.
Bu; vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek, dairesi ve istifade alanı âlem-i şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat, insanın büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat değil, mahlukat ardında asıl tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları insanın istifade sahasına İslamiyet ile dahil olmuştur.
İman-ı tahkiki nimeti dünya ve ahireti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet nimeti ile, imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş manasına ulaşmış oldu.
Vücub, burada Allah’ın isim ve sıfatlarına işarettir. Hakiki nimet Allah’ın zatı ve sıfatlarına mazhar olmaktır. Zaten bütün nimetlerin kaynağı ve hakikati oradan kaynayıp geliyor. Cennetin en mühim nimeti Cenab-ı Hakk'ın cemalini temaşa etmektir.
Bütün bu nimetler düşünüldüğünde, dünyadaki farklı nimet ya da statüler, bu küllî nimetlere karşı devede kulak kalıyor ve insanın küllî şükür vazifesini etkilemiyor. Yani her insan küllî şükürle mükelleftir. Küllî şükür ise, başta namaz olmak üzere diğer bütün farzlardır.
Vahid, büyük ve umumi nimetleri ifade eden bir terim iken; Ehad, hususi nimetleri ifade eden bir terimdir.
Rüzgâr, güneş umumî bir nimettir; ama evimizde serili olan sofradaki yiyecek ve içecekler hususî bir nimettir ki, bunlara ehadî nimet denir. Bu gibi hususî nimetler rüzgâr ve güneş gibi vahidî nimet değildirler.
Samed ise, her şey O’na muhtaç olduğu halde, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmamasını ifade eden bir isimdir. Haliyle bir nimeti tefekkür ederken, bizim ona muhtaç olduğumuzu ve bu ihtiyaçlarımızı da hususî gönderdiğini düşündüğümüzde, şükür ve zikir daha bir kıymetli ve değerli olur demektir. Yani Ehad hususî teveccühü, Samed ise muhtaçlığı ifade ediyor.
Burada, zikir ve şükür kavramları birer kelime ile tarif edilirken, fikir kavramı daha uzun bir şekilde tarif edilmiştir. Uzun olan tarifin sonraya bırakılması üsluba zarar vermediği gibi, bir kolaylık sağlamıştır. Nitekim konuşmacılar da bu metodu kullanmaktadırlar. Kısa olan açıklamaları öne alıp, uzun olan açıklamaları sonraya bırakırlar.
Diğer taraftan; zikir, fikir ve şükür kelimeleri, yalnız yemekte dile getirilen tesbihler değildir. Hayatımızın her diliminde, her zaman ve her durumda tekrar edilmelidir. Bu tekrar için de illâ bir sıra takip etmek gerekmez. Zikri icâb eden durum için zikir, fikri gerektiren durum için, fikir ve şükrü gerektiren durum için de şükretmek gerekir.
Zikir: Anmak, hatırlamak, yâd etmek gibi anlamlara gelmektedir. Yemeğe başlarken besmele çekmemiz, Allah'ı hatırlamak ve diğer taraftan da nimetlerin de O’ndan geldiğini kabul etmek demektir.
Hamd ise: Teşekkürü ifade etmektedir. Ancak medih ve övgü anlamındaki bir takdirden kaynaklanan bir teşekkürdür. Dolayısı ile şükür sadece bir nimet karşılığı değil, nimetin her açıdan güzel olması, kişiyi bir medih ve takdir duygusuna sevk eder.
Tefekkür etmek ise, düşünmek demektir. Yani nimetin nasıl yaratıldığını ve kendisine kadar nasıl geldiğini düşünerek, nimeti veren zatı tanımaktır ki, yaratılış gayemiz de budur. Kâinat ve içindekiler bir kitap gibi, bütün kelime ve cümleleri ile Allah'ı tanıtıyorlar. Tefekkür sayesinde bu okuma işini yapmış oluyoruz.
İnsanların zikir, fikir ve şükür vazifeleri maddi ve manevi bütün nimetler için söz konusudur. Ancak, buradaki soruya “Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz…” şeklinde başlandığı için, örnek de rızık nimetinden verilmiştir.
Başka risalelerde ağaçlar için tabla, bostanlar için kazan, dallar için eller gibi teşbihler yapılmıştır. Ağacın kendisi ve dalları gibi, o ağacın bakımını yapan bostancı da zahirî bir sebeptir. Toprağı ve suyu şu kâinat fabrikasında ağaç haline getiren ve o ağaç tezgâhında meyveleri dokuyan, ancak Mün’im-i Hakiki (nimetleri gerçek sahibi ) olan Allah’tır.
“Her hayır O’nun elindedir.” hükmünce, insanların eliyle ne tür bir nimete, ihsana mazhar olsak onu Allah’tan bilmemiz, insanların sadece birer sebep olduklarını düşünmemiz ve o nimet ve ihsan için Allah’a hamd etmemiz gerekir.
Bunlardan birincisi zikir, ikincisi fikir, üçüncüsü de şükür’dür.
Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah, şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece rezzakkiyete talluk eden bir formül değildir; her esmanın tecellisi için kullanılmalıdır.
Mesela; kitap okurken, Allah istifademizi artırsın ve bu istifademizi her iki dünyada hakkımızda hayırlı kılsın diye, onun adıyla başlamak gerekir. İlim tahsil etme imkân, sıhhat ve sağlığını verdiği için de hamd ve şükür etmek lazım. Kitaptaki yazılar, gözlerden girip beyne nasıl intikal ediyor ve nasıl manaya dönüşüyor. Bu mekanizmayı kuran zatın büyüklüğünü düşünüp, tefekkür etmekle imanını artırır. Her hayırlı şeye besmeleyle başlanır. Başımıza gelen (küfür ve isyan dışında) ve karşılaştığımız her şey hamde değerdir. Bediüzzaman’ın, hapishanelere girerken bile sabırla beraber, durmadan şükretmesi gibi.
Ve keza kâinat safahatındaki her şey düşünce ve tefekkür üzerinde işlenmiş birer nakış gibidir; zîşuurları tefekkür etmeye davet etmektedir.
Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allah'ın kudret ve rahmet elini görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.
“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.” cümlesi ile iman ehlinin şayet ihtiyaç ve zaruret gibi durumları yoksa, bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden bir şey alıp vermemesini tavsiye ediyor. Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp, nimetin gerçek sahibinin O kudret ve rahmetin eseri olduğunu idrak edip O’nun ismi ile alabilir.
Bir de her insanın, Allah namına verip vermediğini tam olarak bilmemiz mümkün olmadığından, hüsnüzan ile onun Allah namına verdiğini kabul edip Allah'ın adıyla alabiliriz.
Nitekim, Resulullah Efendimize (asm):
"Bize et getiriyorlar; keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz. Bunu yiyelim mi? Yemeyelim mi?" diye sorulduğunda; Allah Resulü (asm):
"Allah’ın adını anın ve yiyin!" buyurmuştur.(1)
Bu asır insanları maddeci felsefeden etkilenip, neticeleri sebepten bilme hastalığına tutulduğu için, insanlar verdiği şeyleri kendi nefsinden bilerek veriyorlar. Yani nimetleri kendine izafe ederek veriyorlar. Bu da şuurlu ve mütefekkir bir mü’min için ağır bir durumdur. Bu sebeple zaruret ve muhtaçlık yokken, mümkün mertebe böyle gafil adamlardan bir şey almamak en güzel ve doğru olanıdır.
Nitekim Üstadımız başkasından bir şey aldığı zaman, karşılığını mutlaka bir şeyler vermek sureti ile dengeyi sağlamıştır ve minnet altına girmemiştir.
Üstad Hazretlerinin şu ibareleri bu hususta bize tam bir rehberdir:
"O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Buharî, Zebaih, 21; Ebu Davud, Edahî, 19.
(2) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, On Üçüncü Nota.
İbadetleri Allah emrettiği için yapmak ve neticesinde de Allah’ın rızasını kazanmak düşüncesi, ivazsız ve katışıksız tam bir ihlâstır. "Allah için" ifadesi Allah rızası anlamında kullanılmıştır. Yoksa Allah’ın ne zatı ne de isim ve sıfatları, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. İbadetler, insanın Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmasında sadece bir vesile ve vasıtadır.
Üstad Hazretleri ihlâsı şu şekilde tarif ediyor:
"İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."(1)
Şayet ibadetimizin temelinde kendi menfaat ve çıkarlarımız esas ise, o ibadet ihlâsa uygun değildir. İhlâs öyle safi bir şeydir ki leke götürmez, yani en küçük bir menfaat düşüncesi bile ihlâsı zedeler, safiyetini bozar.
İbadetlerin esası ve temelinde sadece Allah’ın emir ve rızası olmalıdır. Böyle bir ihlâsa ulaşmak ancak tahkikî iman ve marifetle mümkündür.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 21, 22.
Almak ve vermek, daha ziyade ikili ilişkilerde kullanılan tabirlerdir. Yani birisinden alırsın, birisine verirsin, bu alıp vermelerde Allah namına hareket etmek gerekiyor. Bir de insanın kendisi ile ilgili hizmet ve amelleri vardır ki, burada ikili ilişkilerden ziyade, insanın kendine taalluk eden ameller ve işlemeler söz konusudur.
Mesela; namaz, oruç, hac gibi ibadetler, insanın şahsi işlemesine örnek olarak verilebilir. Bu ibadetlerde insanın başka bir insan ya da mahlûk ile irtibatı yoktur. Bu ibadetler doğrudan kalbî ve bedenî işlem ve amellerdir.
"İşlemek" tabiri insanın bütün şahsî amellerini ve fiillerini içine alır.
Birinci Söz'de, insanın her konuda Allah’a muhtaç olduğunu bilmesi ve O’nun ismi ile hareket etmesi gerektiği ifade ediliyor. Yani Allah'ın adını anmak ve O’nun adıyla hareket etmek insana neler kazandırır, tersi bir durumda neleri kaybettirir, bu noktalar izah ediliyor.
Allah’ın adı ile yaşayan birisi hem bu dünyada hem ahirette ebedî bir saadete kavuşurken, heva ve hevesine göre yaşayan birisi de hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında hüsran içinde yaşamaya mahkûmdur...
Bismillah, Allah'ı yapacağımız işlerde yardım için çağırmaktır. Bu kelime böyle bir yardım ve destek için bir şefaatçi hükmündedir. Ayrıca bu kelime ile mesela yemek yemek, yediğimizin tefekkürünü yapmaya da vesile olur.
Onun için yaptığımız işleri ruhlandırmak, Allah'ı yardıma çağırmak ve yaptığımız işin Allah tarafından yapıldığını bilmeye götüren besmeleyi her hayırlı işte kullanmak esas olmalıdır.
Bunu hayatımızda tatbik etmek için;
1. Kal (dil / söz) ile yani her hayırlı işe "besmele" ile başlamak için kendimizi zorlamak lazım.
2- Dünyada meydana gelen işlerin hepsinin tek bir yaratıcısının olduğunu ve şükrün sadece ona (c.c) yapılmasında kendimizi her zaman uyanık tutmak lazımdır.