Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

İkinci Söz Sorular ve Cevaplar

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:28    Güncellendi: 21.02.2025 21:28

İkinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. İkinci Söz, ana hatlarıyla neyi konu almıştır?

İkinci Söz; genel hatları ile iman edenlerle, inkâr edenlerin kâinata ve hâdiselere bakış açıları mukayese edilmektedir. Risale-i Nurların ekser eczaları bu minval üzeredir.

İkinci Söz aynı zamanda insanın cennet hayatını, bu dünyada dahi yaşayabileceğinin izahı ve isbatıdır.

"İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: ..."(1) 

Mümin, iman nuru ile her şeyi güzele yorumladığı için, onun nazarında her şey güzel ve talihli oluyor. Kâfir  ise, küfür gözlüğü ile her şeyi inkâr edip kötüye hamlettiği ve hâdiselere öylece baktığı için, onun âleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor. Bu mana İkinci Söz'ün özüdür ve Risale-i Nurların birçok yerinde bu mânalar izah edilmektedir.

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.

Risalede geçen ilgili yerleri okumak için tıklayınız:

Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Nokta, İkinci Mebhas.



2. İkinci Söz "O muttakiler ki gayba inanırlar." âyeti ile başlıyor; fakat imanın ne kadar büyük bir emniyet ve selamet olduğu anlatılıyor. Nasıl bağlantı kurulabilir?

Tefsir, lafzî ve işarî olmak üzere iki kısımdırLafzî tefsirde, ayetin lafzî şekli ve mânaları nazara verilir. İşarî tefsirlerde ise, âyetlerin herkes tarafından anlaşılamayan derin ve ince mânaları nazara verilir. Bu sebeple işarî tefsirlerin lâtif  tespitleri ayetin zahirinden kopukmuş gibi anlaşılır. Ama münasebet lâtif ve nuranî bir şekilde mevcuttur.

 "O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Allah'a ve Onun bildirdiklerine iman ederler." (Bakara, 2/3)

İkinci Söz'de, özet olarak inananların ve inkâr edenlerin bakış açıları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Daha cennete gitmeden, dünyada iken cennet hayatının yaşanabilmesinin gayba imanla mümkün olduğu nazara veriliyor.

Aynı şekilde İkinci Söz'de en zâhir ve öne çıkan mâna, gayba imanın insan hayatındaki tesiri ve insana bahşettiği saadettir. Dolayısıyla baştaki ayet ile İkinci Söz arasında sıkı bir münasebet vardır.



3. "O takva sahipleri öyle kimselerdir ki, gayba iman ederler." Gayba iman etmek, müttakilerin özelliği midir? İman ile gayb arasındaki münasebeti nasıl anlamalıyız?

Takva üçe ayrılıyor. Şirkten takva (Allah’a ortak koşmaktan sakınmak), masiyetten takva (günahlardan uzak durmak)masivadan takva (kalbe Allah sevgisinden ve Allah korkusundan başka sevgilerin ve korkuların girmesinden sakınmak).

“Takva sahipleri” denilince bu üç tehlikeden sakınan, uzak duran kimseler anlaşılır.

Takva sahipleri tarif edilirken, ilk özellik olarak, gayba iman etmeleri nazara verilmektedir.

İmanın bütün rükünleri gaybdır.

“Gabya iman ederler.” ifadesi için iki ayrı mâna veriliyor:

Birincisi, “Onlar görmedikleri halde iman ederler; akla, mantığa, delillere dayanarak iman ederler.”

Diğer mana ise, “Onlar gıyaben dahi iman ederler. Yani, münafıklar gibi sadece insanların arasında değil, yalnız başlarına kaldıkları, kimsenin görmediği, bilmediği hallerde de iman ederler.”

Gaybın bir mânası da ancak Allah’ın bildiği, kimsenin bilemeyeceği hakikatlerdir ki, bunlar imanın konusu değillerdir.

Elmalılı Hamdi Yazır, Gayba iman konusunda tefsirinde şu açıklamayı yapar:

“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı makule iman ediyoruz.”(1)

Takva sahipleri gayba iman ederler.

Allah'tan korkarlar, isyandan çekinirler.

Her amellerinin meleklerin gördüğünü ve yazdığını düşünür, yanlışlık yapmaktan korkarlar.

Kitaplara iman, onları Kur’âna aykırı işler yapmaktan alıkoyar.

Peygamberlere iman, onları Allah Resulünün (a.s.m) yolundan ayrılma tehlikesine karşı uyanık tutar.

Ahirete iman, onlara bu dünyanın fani bir misafirhane, bir imtihan salonu olduğunu bildirir, ahirette azabı netice verecek işlerden ve davranışlardan onları korur.

Kadere iman ise, onlara kendi vazifelerini yapıp Allah’ın işine karışmama, O’nun takdirine razı olma şuuru verir. Sabırsızlıktan, şekvadan, isyandan, itirazdan onları muhafaza eder.

(1) bk. Hak Dini Kur’an Dili, Bakara Suresi 3. Ayet Tefsiri.



4. "İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu..." İkinci Söz'deki temsili şematik olarak gösterebilir misiniz?

Bu Söz'de olduğu gibi, temsil ile anlatılan hakikatleri anlayabilmek için, temsili çok iyi kavramak lazımdır. Temsili tam manasıyla anlamak için de tablo oluşturmak etkili bir yoldur. Kuvvetli bir hafızası olmadığı için, sonunu okurken başını unutanlar, bu tür metinler için tablo hazırlamalı ya da okuduğu sayfadaki cümleleri kalemiyle çizerek birbiriyle karşılaştırmalıdırlar. 

Bizler, anlamada kolaylık olması için bu Söz'de geçen hikâyeyi şu şekilde bir tabloya dökebiliriz:

İMANDA NE VARDIR?

Büyük bir saadet

Nimet

Büyük bir lezzet

Rahat

TEMSİLİ HİKÂYENİN MUKAYESELİ TABLOSU

HODBİN ADAMIN GÖRDÜKLERİ

HUDABİN ADAMIN GÖRDÜKLERİ

Âciz biçareler, zorba adamların tahribatlarından vaveyla ediyorlar.

Umumi bir şenlik var. Her tarafta bir sevinç ve neşe hâkim.

Memleket, umumi bir matemhane şeklini almış.

Her yerde zikirhaneler var.

Herkes ona düşman ve ecnebi

Herkes ona dost ve akraba

Ortalıkta müthiş cenazeler var.

Ortalıkta hiçbir cenaze yok.

Ortalıkta ümitsizce ağlayan yetimler var.

Terhisat şenliği ve askere alınmanın neşesiyle, tekbir ve tehlil eşliğinde çalınan davul ve musiki sesleri var.

Vicdanı azap içinde

Mutlu ve neşeli

TEMSİLİ HİKÂYENİN MANALARININ MUKAYESELİ TABLOSU

KÂFİR VE FASIĞIN NAZARINDA DÜNYA

MÜMİNİN NAZARINDA DÜNYA


Umumi bir matemhanedir.

Rahman olan Allah’ın bir zikirhanesi, beşerin ve hayvanların bir talimgâhı ve insanların ve cinlerin bir imtihan yeridir.


Hayat sahipleri, ayrılık ve ölümün sillesiyle ağlayan yetimlerdir.

Bütün ölümler birer terhisattır. Vazifesini bitirenler daha güzel bir âleme giderler. Bütün sesler ise ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ya terhisteki şükür ya da işlemek neşesinden gelen nağmelerdir.

Hayvanlar ve insanlar ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır.

Bütün hayat sahipleri, vazifeli birer asker ve memnun memurlardır.

Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat müthiş cenazeler hükmündedir.

Bütün mevcudat Allah Teâlâ’nın munis bir hizmetkârı, dost memuru ve birer şirin kitabıdır.

İŞTE BUNUN GİBİ HÂLLER ONU MANEN TAZİB EDER.

İŞTE BU HÂLLER ONA MANEN LEZZET VERİR.



5. "Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler." cümlesinin izahı nasıldır?

Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsanların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşî ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farz ediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermanlarıyla sizi üst katlardaki ziyafet yerlerine dâvet ve teşvik, alt kata inmekten ise, men ettiğini kabul ediniz.

Siz bu misafirhânenin asansörüne bindiğinizde istediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz. Siz hangi düğmeye dokunursanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yâni asansör sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifade ettikten sonra, nefsinize uyarak, "bir de bodrum katının düğmesine basayım", deseniz ve o kata inseniz, karşılaşacağınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız.

İşte misâlde padişahın iradesini temsil eden asansör, sizin arzunuza, kararınıza, tercihinize tâbi kılınmıştır. Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir.

İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden her birini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allah-u Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, Güneş, ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye taalluk etmekte, ona göre hüküm vermekte, kul neyi isterse, Allah onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır.

Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün işler Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yani görmemizin dâhilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hak’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları yaratan hep O’dur.

O halde, kendi iradesiyle harama nazar eden veya ahlak dışı bir kitabı okuyan kimse: "Ne yapayım, bunları bana güneşin ışığı gösterdi." diyemediği gibi, insan cüz’î iradesiyle işlediği bir günahı ve hatası için, İrade-i Küllîye’nin mahkûmu olduğunu iddia edemez.

Temsildeki apartman, dünya hayatıdır. Güzellik ve nimet bulunan katlar, imanın mertebeleridir. Türlü türlü azap ve acıların bulunduğu bodrum kat ise, küfür ve gafletin dereceleridir.

Asansör ise, hidayet ya da dalalete götüren niyet ve iradedir. Asansörün hidayet tarafına basılırsa yukarı, dalalet tarafına basılırsa aşağı gider. Seçim ve mes’uliyet tamamen insana aittir.

Hodbin, başkasına hak tanımayıp, sadece kendi lezzet ve menfaatini takip eden, kendini düşünen bencil ve kibirli insanları temsil ediyor.

Hüdabin ise, hakkı ve hakikati gören, Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan ve her şeyde O’nun rızasını gözeten salih insanları temsil ediyor.

Allah hidayet yoluna nasıl türlü türlü güzellikleri ve nimetleri yerleştirmiş ise, dalâlet yoluna da bir o kadar azap ve acıları yerleştirmiştir. İnsan ise bu iki yolu seçmekte serbest bırakılmıştır.  



6. "Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar..." İzahı?

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve me’yusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır."(1)

Mümin, her şeye iman gözüyle bakıp, güzel yorumladığı için, onun nazarında her şey güzel ve talihli oluyor. Kâfir ise, küfür gözlüğü ile her şeyi ve her hâdiseyi kötüye hamlettiği için onun âleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor.

Bedbinlik; karamsarlık, uğursuzluk anlamındadır. Hodbin, her şeye kendi menfaati penceresinden bakan demektir.

Hodkâm, sadece kendi gamı ve menfaati ile tasalanan, başkalarının gam ve kederini düşünmeyen ve önemsemeyen demektir.

Hodendiş, sadece kendisi ile ilgilenip kendisi için endişelenen, başkalarını hiç düşünmeyen bencil kişi demektir.

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.



7. Malum olduğu üzere "hodbin", "hodendiş", "hodkam" kelimeleri; sadece kendini düşünen, kendine yanan manalarına geliyor. Üstad, temsili hikayede bu adamın, başkalarına yapılan zulümler karşısında olumsuz etkilendiğini ifade ediyor. Bu bir çelişki değil mi?

Bu soruya hodbin ve Hüdabin kavramlarını iyice açmakla cevap verilebilir:  

Hodbin, hodendiş, hodkâm adam eşini, dostunu, çoluğunu çocuğunu, sadece kendi menfaati ve saadeti adına sever.

Kâinat ve içindekiler, kendi benliği etrafında dönen menfaat peykleridir. Bu peyklere zarar gelmesini istemez, çünkü onlarsız benliği tehlike içindedir. Benliği çevreleyen unsurlar ve onların önem sırası hep kendi menfaatine göredir.

Hüdabin olmanın gereği, sadece kendi menfaatini değil, başkalarının da saadetini düşünmek, sadece kendisine yapılan haksızlıklara değil, başkalarına yapılan haksızlık ve zulümlere de tepki göstermek ve elinden geleni yapmaktır.

İnsanın fıtratında hayır tohumları da şer tohumları da beraber bulunur. İnsan kendi iradesi ile bu tohumlardan birisini yeşertir. Lakin diğer taraf bütünü ile yok olmaz, kuvve halinde kalmaya devam eder. Bencil birisi her ne kadar şer tohumlarını yeşertmiş olsa da onun fıtratında halen hayrın kuvve halinde tohumları bulunur. Bu tohumlar haksızlık ve zulümlerden menfi şekilde etkilenir. Bu da insanın huzurunu bozar. Vicdanın sızlaması bununla ilgili bir durumdur. Bir insan ne kadar menfaatperest de olsa, haksızlıklardan rahatsız olur.



8. "Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor." deniyor. İkinci Söz'de geçen bu ifadeleri değerlendirir misiniz?

Her iki kardeşin başından geçen hâdiseler aynı, ama tesirleri taban tabana zıttır. İyi huylu kardeş,  "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."(1) sırrınca, başına gelen bütün hâdiseleri güzel yorumlayıp güzel anladığı için, Allah da ona bu güzel anlayışına uygun muamele etmektedir. Yani bütün o hâdiselerin gerçek yüzünü ve sırrını çözen ana iksir ve formül, idrak etme ve bakış açısıdır. İyi huylu kardeş iman ve hidayetin nazarı ile hâdiseleri hep güzel gördüğü için, Allah da ona mükâfat olarak güzel muamelede bulunur.

Kötü huylu kardeş ise, bütün o hâdiseleri çirkin ve tesadüf eseri olarak görüyor ve öyle idrak ediyor. Yine "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." sırınca, Allah bu suizan sahibi kişiye, zannı gibi muamele ediyor, onu kötü düşüncelerinin girdabına bırakıyor.

Bu sözün en can alıcı noktası, aynı hâdiseleri iki farklı bakış açısı ile tevil etmektir ki, bu hadis-i kudsî âdeta bu sözün ruhu ve hayatı gibidir. 

"İşte bu bedbaht adam, sû- izan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş'umu bu azapta bırakıp döneceğiz. Tâ öteki kardeşin halini anlayacağız."(1)

Mümin, ölümü ebedî bir saadetin başlangıcı olarak görürken, kâfir ölümü ebedî bir yokluk ve hiçlik olarak görüyor. Allah mümine bu güzel zannından dolayı ebedî bir saadet verirken, kâfire de bu kötü zannından dolayı ebedî bir ayrılmak ve yok olmak telaşını ve endişesini veriyor.

Evet, hâdiselere iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman eden kederden emin olur." denilmiştir.

Münkir ise, her şeyin ve her hâdisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle anlar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı unutur, kederi alır, hayatı zehir olur. Hayat, kâfir için bu kadar azaplı ve sıkıntılı iken, kâfir sanki hiçbir şey yokmuş gibi sadece oyun ve eğlencenin peşindedir. Arkasına ecel aslanı takılmış, önünde ejderha ağzını andıran kabir kuyusu bulunan bir adamın, iştahla dünyanın haram lezzetlerine dalması akıl kârı değildir.

Hâlbuki Üstad Hazretleri şu ibareleri ile âleme nasıl bakılması gerektiğine işaret ediyor:

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."(3)

"Ne ölüyor ki, kurtulsun, ne de yaşıyor..." ifadesi, kâfirin hayattaki durumunu ve büyük bir sıkıntı içinde olduğunu ifade etmektedir.

Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve bir nurdur. Her kim hakiki imanı elde ederse, dünyada huzur içinde yaşar, ahirette de ebedî saadete nail olur. İmandan mahrum olanlar ise, dünyada keder içinde yaşarlar, ukbada da elim azaplara dûçar olurlar.

Mesela; ölüm mü’min için ebedî saadetin başlangıcı ve kapısı iken, kâfirin gözünde ebedî bir idam ve yok oluştur. Kabir, mü’min için âlem-i ahirete açılmış bir kapı ve cennet bahçesidir. Kâfir için ise, zulümatlı bir kuyu ağzı ve hiçlik kuyusudur.

Dünya, kâfirin nazarında neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin oyuncağı, umum zîşuurun matemhanesi, bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretinde görünür.

"Hem mesela; insanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, küfür nazarıyla bakılsa, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder."(4)

Her bir zîhayat, kâfirin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler.

Keza, mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görür ve hakeza.

İşte bu bakış açısı, cehenneme gitmeden önce, cehennemî bir halet-i ruhiye yaşatır. Bu halet-i ruhiyeden kurtulmanın tek çaresi ise -kâfir ve fâsık adama göre- sarhoşluk ve eğlencelerdir...

Kâfirin nefsine uyarak hiçbir şey yokmuş gibi eğlenmesi kendisini geçici bir süre aldatmasıdır.

İlk dokuz sözdeki hikâye ve temsillerin hepsi mühim hakikatleri anlatan ve gösteren birer dürbün ve mercek mesabesindedirler. 

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, Tevhid, 15.
(2) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
(3) bk. Münâzarat.
(4) bk. Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam.



9. "Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor." ifadelerini açıklar mısınız? Bu tabirlerin seçilmesinin hikmeti ne olabilir?

"Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor."(1)

İki adam arasındaki fark, hâdiseleri uğursuzluğa veya hayra yormaktır. Birisi her şeyi güzele uygun te’vil ettiği için, onun nazarında her şey güzel ve talihli oluyor. Diğeri ise, her şeyi kötüye ve inkâra hamlettiği için, onun âleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor. Bedbinlik tabiri bir cihetle uğursuzluk, kötü bakış ve kötü yorum anlamındadır.

"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."(2)

Müslüman için dünyaya gelmek askere alınmaya, ölüm ile dünyadan göçmek de askerden terhis edilmeye benzetilmektedir. Malumdur ki, bizim örfümüzde askere gitmek de askerden terhis olmak da güzel ve neşeli addedilir. Öyle ise Müslüman’ın dünyaya ibadet ve kulluk için gelmesi ve daha sonra kulluğunun neticesi olan cennete ölüm tezkeresi ile gitmesi de haktır ve güzeldir. Kâfirler ve münkirler meseleye böyle bakmadığı için, dünyaya gelmek de gitmek de onların nazarında azap ve elemdir. 

Buradaki anahtar kelime; “nazarında” ifadesidir ki, şimdilerde bu kavram yerine “bakış açısı” ifadesi kullanılıyor.

Aslında her iki yolcu da aynı memlekete düşüyor. Fakat kendi nazarlarında memleketin hâli değişiyor. Kırmızı renkli camları olan bir gözlükten bakılınca her şey kırmızı görünür.

Birinci adam itikatsızlığından dolayı kötümser, karamsar, ümitsiz bakış açısına sahiptir. Dolayısı ile bu bakışı bütün varlığa yansıyor. Gülmeyi ağlamak, terhisâtı yokluk zannediyor.

Diğeri ise, güzel ahlaklı ve itikadı doğru olduğundan, etrafındaki şeylerin hakiki manalarını görüyor. Öümü terhis olarak görüyor. Bu mana Yirmi Üçüncü Lem'a'da şöyle ifade ediliyor:

“Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.”(3)

Hikâyede karamsar bakış açısı, kâfirlerin dünyaya bakış açılarını temsil ediyor. Çünkü kâfirler Allah'ı ve ahireti inkâr ettiğinden, ölüm teskeresiyle ahirete giden canlıların yok olduklarını zannediyor. Allah'ı tanıyan ve tesbih eden mevcudatı, hadsiz cenazeler suretinde görüyor.

Hikâyedeki Hüdabin bakış açısı ise, mü’minlerin bakış açısını temsil ediyor. Mü’minin nazarında bütün mevcudat dost ve kardeştir. Dağlar, taşlar gibi büyük cirimler Allah'ı tesbih eder. Bütün ölümler terhistir, ebedî bir âleme gitmektir.

Görüldüğü gibi kâinatta gördüğümüz mâna, bakış açımıza, yani itikad-ı kalbimize göre değişiyor. Kâfir, aynı kâinata bakıp cehennemî bir halet yaşarken; mü’min aynı kâinata bakıp cennet esintilerini hissedebiliyor. 

Sürekli karamsar bir ruh halini taşımak, sağlıklı bir durum değildir. Zaman zaman yaşadığımız birtakım hâdiselerden elbette etkilenir ve üzülürüz. Hatta bir süre karamsar da oluruz. Ancak burada anlatılan karamsarlık, herhangi bir hâdisenin neticesi değil, kişinin inancından kaynaklanan bir bedbinliktir ki, kendini yetim, öksüz, yalnız, kimsesiz ve sebeplerin önünde meçhule doğru giden biri olarak hissetmektir. İman edip, itikadını değiştirdiği takdirde, bu bakış tamamen değişir ve huzura dönüşür.

İnsanın kalbinde ne yerleşmiş ve aklında ne hükmetmiş ise, o hükme göre hâdiseleri yorumlayıp idrak etmesi insan fıtratının değişmez bir prensibidir.

Münkir, kâinatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için, her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mü’min ise, eşyanın ve hadiselerin başıboş olmadığını bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.

Hayata ve hâdiselere iman gözlüğü ile bakılırsa, hâdiselerin arkasındaki güzellikler tezahür eder, hikmetler ve sırlar anlaşılır.

Bu bakış açısını elde edebilmek için, insanın kalbini imanın nuru ile nurlandırması, aklını marifetle tenvir etmesi gerekir. Asıl mesele, kalb ve nazarın nasıl ve ne ile terbiye edildiğidir. Zaten insanın diğer cihazları kalbe ve akla bakar.

Davul ve musiki, neş’eyi temsil ediyor. Neş’e ise imandan neş’et eder. İman saadetin, huzur ve teslimiyetin kaynağıdır. İnsanın dünyaya gelmesi askere alınmak vefatı ise, askerlikten terhis olmaktır. Genelde gençlerimizin davul ve musiki eşliğinde askere gönderilmesi de, konumuzun anlaşılması için güzel bir penceredir. 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 50.
(3) bk. Lem'alar, Yirmi Üçüncü Lem'a.



10. "Aklını başına al, kalbini temizle; ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin." cümlesini izah eder misiniz?

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle, ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."(1)   

“Musibetli perde” inkar ve küfür gözlüğü ile kainata ve hadiselere bakmak anlamına geliyor. Evet, kalbinde küfür olan bir insan hadiseleri ve kainatı anlamsız, karanlık ve rahatsız edici bir şekilde görür ve öyle inanır. Ve bu bakışının cezası olarak kişi sürekli hüzün, keder ve karamsarlık içinde olur.

"Kalbin temizlenmesi" ise; küfür ve inkarı bırakıp iman ederek kainata ve hadiselere iman gözlüğü ile bakmak anlamına geliyor. İmanla kainata ve hadiselere bakan birisi her şeyi hikmetli, güzel ve anlamlı olarak görür ve öyle iman eder. Ve bu bakışının mükafatı olarak kişinin kalbi sürekli huzur, mutluluk ve saadet içinde olur.

Kalp küfürden arındırılmadığı müddetçe, küfür gözlüğü musibetli bir perde olmaya devam edecektir. Mesela, kafir ölümü bir hiçlik ve yok oluş olarak görür; ölüm ve ölüme sebep olan belalar karşısında müthiş bir korku ve endişe içinde kalır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

"Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği..." İzahı?

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.



11. İkinci Söz'de inanmayan insanların nazarına görünen hadiselerin dehşetine ve zulmetine bakıldığında; bu özellikte olanların yaşayamaması ve hayata tahammül edememesi icap eder. Fakat çok keyifli gibi görünüyorlar. Bunu nasıl izah edersiniz?

Bize göre bu sorunun en güzel cevabı, Üstad'ın şu ifadelerinde mevcuttur: 

“Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.”(1)

Bir öğrenci ders çalışmanın ehemmiyetinden ve sınıfta kalmanın acı neticelerinden gaflet ettiğinde, günlerini arkadaşlarıyla gülerek, eğlenerek geçirir.

Gerçeklere göz kapamak, ölümle başlayan hesap ve azap safhalarını unutmak da gafil insanlara bu fani dünyada geçici bir zevk verebilir. Üstadımız bu tip zevkleri “zehirli bala” benzetir.

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Beşinci Nota.



12. "Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği..." İzahı?

"Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizamperver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”(1)

Her şey gibi dünyayı da gerçek manasının ve aslî mahiyetinin dışında değerlendirmeyi akıl kabul etmez. Akıl dışı şıklar, "zan", "cehâlet" veya "vehim" ile ifade edilirler.

Dünya nedir, niçin yaratılmıştır? Bu konuda On Yedinci Söz’de dünyanın bazı cihetleri şöyle nazara verilir:

"Dünya, bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânasını bil al; nukuşunu bırak git!."

"Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme!."

"Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmâlarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes!."

"Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kâfilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma!."

"Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemîl-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme!."

"Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârâne fuzulî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma."(2)

Dünyanın hakiki mahiyeti bu gibi hakikatler iken, ona bu hakikatlerin dışında mâna vermek vehimden başka bir şey değildir.

Dünya, fani bir misafirhane olduğu halde onu ebedî bir mesken olarak görmek vehimdir. Akıl ise, bunu reddeder.

Yine dünyada, güneşten havaya, sudan bitkilere ve hayvanlara kadar her şey bize İlâhî bir rahmet iken, dünyanın hikmetsiz ve rahmetten uzak bir belde olduğunu düşünmek de vehimdir.

“Cansız varlıkların canlıların imdadına, bitkilerin hayvanların yardımına, hayvanların insanların hizmetine koştukları” açıkça görüldüğü halde, dünyayı bir mücadele meydanı olarak görmek ve “Hayat cidaldir.” demek de vehimden başka bir şey değildir.

“Bir harfin kâtipsiz, bir iğnenin ustasız olamayacağını” her akıl kabul ettiği halde, bu kâinatı sahipsiz, tasadüfen var olmuş kıymetsiz bir varlık olarak görmek de yine vehmin neticesidir.

Bu kâinat, her insanın farklı şekilde vehmettiği, ne olduğu bilinmez bir ülke değildir. Onu yapan ve yaratan Zât, ondaki mânaları ders veren kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş ve  iman ehline hakikati olduğu gibi göstermiştir.

Dünya ahiretin tarlası ve bir imtihan salonu olunca, bu âlemde her çeşit lezzeti ve saadeti tadacağımızı vehmetmek, hâdiseleri yanlış değerlendirmemize yol açar. Bu nazarla baktığımızda musibetlere, hastalıklara, ihtiyarlığa ve ölüme bir mâna veremeyiz ve bu hâdiseler hakkında gerçek dışı düşüncelere sapabiliriz.

“Bazı hâdiselerin bizzat güzel, bazılarının ise neticeleri itibariyle güzel” olduklarını bilsek, hastalıkları günahlarımıza kefaret, ölümü de bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olan saadet diyarına gitmemize vesile olduğunu anlar, onu gülerek karşılar ve huzur içinde yaşarız.

Dünya hayatını gerçek mânasının aksiyle değerlendirmek vehimdir, insanı aldatır, oyalar ve rahatsız eder.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. age., On Yedinci Söz.



13. "Zira nihayet derecede adil, merhemetkar, raiyetperver, muktedir, intizamperver, müşfik bir melikin memleketi..." Neden özellikle bu sıfatlara vurgu yapılıyor?

"Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."(1)

Burada konu bütünlüğüne uygun sıfatlar tercih ediliyor. İnsanın kalben ve ruhen rahat edip huzur bulması, ancak zikredilen sıfatların tam tecelli ve tezahür etmesi ile mümkündür. Bir memlekette idare sağlam, idareci de adil ve merhametli ise, o memleketin vatandaşı orada kalb huzuru ile yaşar. Burada asıl mevzu bu olduğu için, bu mevzua uygun sıfatlar tercih ediliyor.

Aynı şekilde kâinat bir memleket, Allah bu memleketin Meliki; adalet ve merhamet ise, bu memleketin sağlam bir düzenidir. İman ile bunu fark edenler huzur ve sükûnet bulurken gaflet, küfür gibi perdelerden dolayı bu sıfatları göremeyenler ise, dalâlet ve hüzün içinde yaşarlar ve kendi karanlıkları içinde boğulurlar.

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.



14. "Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır." cümlelerini açar mısınız?

"Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu mânen tâzib eder."

"Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır..."(1)

Risale-i Nur'un birçok yerinde iman ile küfrün muvazeneleri yapılmaktadır. Hatta bu muvazeneler “İman Küfür Muvazeneleri” adı ile bir kitapçık şeklinde basılmıştır.

Evet, küfrün karanlıklı bakışı ile hâdiselere bakılırsa her şey karmaşık ve anlaşılmaz olur; bu da insanın kalb ve ruh dünyasında müthiş bir ızdırap ve elem meydana getirir. Hâlbuki iman, hakikatleri insana gösteren bir nur ve bir ışıktır.

Şayet iman nuruyla bakılmazsa, hâdiselerin mâna ve hakikatini kavrayamaz. Mesela, küfür nazarında ölüm bir hiç olmaktır ve yokluktur. İmanlı bir müminin nazarında ise, ölüm saadet-i ebediyenin başlangıcı, daimî bir memlekete açılan bir kapı hükmündedir.

Sonsuz rahmet sahibi olan Allah, mahlûkatına bizden daha ziyade şefkatlidir; elbette onları ebedi hiçliğe ve yokluğa atmaz deyip, o dehşetli azap ve sıkıntılardan kurtulur, yetim gibi ağlayıp sızlamaz.

Ehl-i küfrün nazarında insan avare dolaşan, sahipsiz, gayesiz bir varlıktır. İman nazarında ise insan Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı en müstesna eseri, arzın halifesi ve ebedî saadet yolcusudur.

Allah'ı bilmeyen ve ahirete inanmayan insanlar, bir terhis teskeresi olan ölümü, musibetleri ve hastalıkları ebedî ayrılık, yetimlik, yokluk olarak anlayacak ve acınacak bir duruma düşeceklerdir. Âdeta bir ecel pençesi herkesin başında duruyor ve zamanı geldiğinde onu paramparça edip yok ediyor gibi görünüyor. Hâlbuki gerçek hiç de böyle değildir.

Bu konunun detayı On Yedinci Lem'anın Beşinci Notasında izah edilmektedir.

Yetimliği acıklı ve hüzünlü kılan şey; himayesizlik ve kimsesizliktir. Kâfirin küfür dünyasında her şey yetimdir derken, Allah’ı tanımadığı için, her şeyin himayesiz ve kimsesiz olduğunu ve her şeyin ölümle yokluğa ve hiçliğe gittiğine inandığı için sürekli ayrılık ve yokluk acısı çektiğini ifade ediyor. İnsan, bütün kâinatla alâkadar olduğu için, kâinatın her bir cüz’ünün ayrılık ve yokluk hali, insana azap ve sıkıntı veriyor.

“Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar.



15. "...Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler." cümlesini açıklar mısınız?

İlgili cümlenin geçtiği pasajı buraya aldıktan sonra değerlendirmesini yapalım:

"Evvelki adam kâfirdir veya fâsık gâfildir. Şu dünya onun nazarında bir mâtemhâne-i umumiyedir. Bütün zîhayat firâk ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudât ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip, onu mânen tâzib eder."(1)

Burada iman ve küfür muvazenesi yapılmaktadır. Küfür ve gaflet nazarıyla âleme bakılınca ortaya çıkan manzara nazara veriliyor. Her şey, kâfirin nazarında mânasızdır, değersizdir, başıbozuktur. Bu da ruhsuz ve cenaze gibi kavramlarla ifade edilmektedir.

İnsan aklının tek başına cevaplayamayacağı nice sorulardan birkaçı:

- Kâinat niçin yaratıldı?
- İnsan niçin yaratıldı?
- Bu âlem kimin mülkü?

- Bu cansız âlemden canlı varlıkları kim yaratıyor; onları hayat, akıl, şuur ve duygu gibi nimetlerle kim donatıyor?

- Bütün canlı varlıklar bu âlemde kısa bir süre kaldıktan sonra niçin ölüyorlar?

- Ölenler yokluğa mı gidiyor? Eğer öyleyse bu âlem bir yönüyle hayat fabrikası iken, bir başka yönüyle de ölüm fabrikası olmuyor mu?

Bu ve benzeri soruların cevapları ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir. Onu da en mükemmel manasıyla İlâhî ferman olan Kur’ân-ı Kerim beyan etmiş ve Peygamber Efendimiz (asm.) bütün insanlara ders vermiştir.

Artık, bu kâinat bir matem yeri değil, bir zikir hanedir. Herkes ve her şey Allah’ın verdiği vazifeleri en güzel şekilde yerine getirmekte, O’nu tespih etmekte ve O’nu hatırlatmaktadırlar. Vazifesi bitenler ölüm kanunuyla terhis edilirler ve başka bir âlemde hizmetlerinin karşılığını görürler.

Cansız varlıklar arasında mükemmel bir yardımlaşma olması ve hepsinin hayata hizmet etmeleri gösteriyor ki, bu varlıklar birbirine düşman değil dostturlar; bir fabrikanın çarkları gibi el ele vererek birlikte çalışırlar.

Kâfirin nazarında, her şey olduğundan daha farklı bir anlam kazanır. İşte bu bakış açısı, dünayı kafirin nazarında bir matemhane, hüzün ve ızdırap yeri olarak gösterir. Mesela; bir mümin için terhis tezkeresi olan ölüm, kafirin nazarında ebedi yok olmaktır; bütün sevdiklerinden ve dostlarından ebedi ayrılıktır.

Dünya, kafirin nazarında; neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel'abegâhı (oyun yeri) ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretinde görünür.

"Hem mesela; insanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, küfür nazarıyla bakılsa, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder."(2)

Herbir zîhayat, kafirin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler.

Keza, mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görür ve hakeza.

İşte bu bakış açısı, cehenneme gitmeden önce, cehennemi bir halet-i ruhiye yaşatır. Bu halet-i ruhiyeden kurtulmanın tek çaresi ise -kâfir ve fasık adama göre- sarhoşluk ve eğlencelerdir...

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam.



16. "Bu alemin bir zikirhane-i Rahmân olması" meselesini izah eder misiniz?

"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler, tâ yeni vazifedârlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır."(1)

Mü’min kimse, Kur’an’ın şu gibi ayetlerinden aldığı ders ile bu âlemi bir zikirhane-i Rahman suretinde görür:

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.” (İsra, 17/44)

“Gök gürültüsü hamd ile O'nu tesbih eder, melekler de O'nun korkusundan dolayı O'nu tesbih ederler.” (Ra’d,13/13)

 “Biz, dağları Davud’un emrine vermiştik. Sabah-akşam onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.” (Sad, 38/18-19)

“Görmez misin ki, göklerde ve yerde bulunanlar ve saf saf olarak kanat çırpıp uçan kuşlar Allah'ı tesbih ediyorlar? Her biri kendi tesbihini ve duasını bilmiştir.” (Nur, 24/41)

"Cabir İbn-i Abdullah der ki: Resul-i Ekrem (s.a.v.) hutbe okurken, Mescid-i Şerif’te جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra minbere geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı..."(2)

İşte mü’min, Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerden ve hadislerden aldığı ders ile şu âlemi bir zikirhane-i Rahman suretinde görür. Bu âlem onun nazarında öyle bir zikirhânedir ki; bulutlar yağmurlarıyla, denizler dalgalarıyla, rüzgârlar hışırtılarıyla, ağaçlar meyve, yaprak ve çiçekleriyle hâsılı her şey kendine mahsus lisanıyla Cenab-ı Hakk’ı tesbih etmektedirler. Bütün sesler ve sedalar, o zikrin ve tesbihin velvelesinden neş’et eden nağmelerdir.

İşte mü’min, imandan aldığı bu ders sayesinde şu âlemi bir zikirhâne-i Rahman suretinde görür ve bu zikre dâhil olmak için o da onlar ile birlikte tesbihe başlar.

İman, varlığın hakikatini insana gösteren bir nur ve bir ışıktır. Şayet iman nuru ve ışığı, insanın hâdiselere bakışında rehber olmazsa, hâdiselerin mânasını ve hakikatini kavrayamaz.

İnkâr ve küfür nazarında ölüm bir yokluktur. Zamanın akıp gitmesi, varlıkları yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş zaman, varlıkların yokluk mezarlığı hükmündedir. Gelecek zaman ise karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği bilinmeyen bir endişe noktasıdır.

İman nazarında ise, ölüm saadet-i ebediyenin başlangıcı, daimî bir memlekete açılan bir kapı hükmündedir.

Aynı şekilde imanlının nazarında geçmiş, yokluk kuyusu değildir. Hiçbir mahlûk varlıktan sonra ebedî hiçliğe gitmiyor. Gelecek ise, karanlık ve insana endişe veren bir nokta değil, tam aksine vazifesini bekleyen ve varlık âlemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın nuru ve bakış açısı, eşya ve hâdiselerin hakikat-i halini ve mahiyetini, insanın nazarına böyle takdim ediyor.

Nasıl ki ruh, insan bedenine hayat ve canlılık veriyor ise, iman da aynı şekilde insanın ruhuna ve hayatına manevî bir hayat ve canlılık veriyor; her şeyin mahiyet ve hakikatini açan bir anahtar hükmüne geçiyor.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, Onuncu İşaret.



17. "Bu dünyanın, beşerin ve hayvanların bir talimgâhı olması" meselesini izah eder misiniz?

Talimgâh; talim yapılan, eğitim ve öğretim verilen yerdir. Mesela, arılar bal yapmayı, ipek böceği ipek dokumayı, kuşlar uçmayı, balıklar yüzmeyi, ağaçlar meyve vermeyi... ve her mahlûk kendisine ait vazifeyi bu dünya talimgâhında öğrenir ve burada uygular.

İnsanlar da hem bu dünyaya ait işleri hem de namaz, oruç, hac gibi ahirete müteallik işleri, bu talimgâhta öğrenir ve burada tatbik ederler.

İşte dünya mü’minin nazarında; Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah Teâlâ’nın böyle bir talimgâhı, içindeki mahlûklar da bu talimgâhın asker ve memurlarıdır...



18. "İman öyle bir iksirdir ki, insanı bütün kainatla dost ve ahbap yapar; her şeye karşı bir ülfet ve ünsiyet kazandırır." cümlenize binaen, insanın kendini yalnız hissetmesi iman zayıflığından mı kaynaklanır? İkinci Söz'de bu mu anlatılıyor?

Bu ifade, sitemizde geçen ve Risalelerden mülhem olan bir cümledir. Evet, imanı kuvvetli olan bir mü’minin nazarında her mahlûk Allah’ın müstakim birer memuru, dost bir hizmetkârıdır. Kâinatın her tarafı şuur sahibi melekler ve ruhanîler ile şenlenmiştir. Hal böyle olunca, mü’min şu âlemde vahşet ve yalnızlık çekmez.

Lâkin imanın bu kemal manaları her mü’minde tam tecelli etmediği için, bu ünsiyet ve dostlukları tam idrak edemiyor. Bu da imanın kuvveti veya zayıf olmasıyla alakalıdır. Bunun için de asıl meseleimanımızı tahkikî bir surete çevirip kuvvetlendirmektir. Bu zamanda Risale-i Nurlar kişiye bunu harika bir surette kazandırmaktadır.

Manevî ve ruhî hastalıkların büyük bir kısmı, iman zaafından ve ibadetlerin terk edilmesinden kaynaklanmaktadır. Maddî bedenimiz, gıdasız kaldığı zaman bazı hastalıklar meydana geldiği gibi, manevî duygularımız da zikirden ve ibadetten mahrum kaldığı zaman, birtakım manevî hastalıklara ve sıkıntılara maruz kalmaktadır.

Bütün manevî hastalıkların ve sıkıntıların reçetesi, tahkikî imanı elde etmek ve bunun muktezası olan ibadetleri kemaliyle ifa etmektir.

Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri bu mânayı çok güzel özetliyor:

"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler, ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar."

"Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır."

"Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder."(1)

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.



19. "Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır..." cümlesinin izahını yapar mısınız?

"Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır."(1)

Nasıl asker adayları, askerlik vazifesine başlarken, davul ve zurna eşliğinde gönderilir. Aynı şekilde kâinattaki bütün sesler de, mevcudatın vazifeye başlamasındaki zikir ve tesbihlerdir. Yani mevcudat, Allah’tan vazife almanın neşvesi ile halî ve kalî zikir ve tesbihler yapıyor.

Yine askerlik vazifesini bitirmiş bir asker, vazifesini tamamlamanın verdiği bir ferahlık ve asıl vatanına dönmenin verdiği bir neş’e ve sevinç, askerde büyük bir şükür ve ferahlık hissi meydana getirir. Aynen bu askerin halet-i ruhiyesi gibi, bütün mevcudat şu kâinat kışlasında vazifesini bitirmenin şükür ve ferahlığını, kendine has ses ve üsluplarla ifade ediyor. Üstad, kâinatta duyulan sesleri, iman kulağı ile bu şekilde okuyor, dinliyor.

Bu manzara Risalelerde şöyle tasvir edilmiştir:

"Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü, onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şehâdetiyle ve dağlarda bir mîzan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mîzan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshîriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisâl etmeleridir."

"Şimdi, yerdeki bütün taşların ve cevâhirlerin ve mâdenlerin envaına bak. Bunların tezyinâtları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyini ile, tertibi ile, tedbîri ile, tasviri ile olduğunu onlara müteallik hakîmâne faydaları ve mesâlih-i hayatiye ve levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvâfık bir tarzda ihzârları gösteriyor."

"Şimdi, çiçeklere, meyvelere bak. Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün'im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer dâvetnâme hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her neve ayrı ayrı tarife ve dâvetnâme olarak verilmiştir."

"Şimdi, kuşlara bak. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i katî ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir."

"Şimdi, bulutlara bak. Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına katî delil ise; hâlî bir boşlukta o acâibi icâd etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü gayet mânidar ve hikmettardır ki; bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, 'Sizlere müjde, geliyoruz!' mânâsını ifade ederler."

"Şimdi göğe bak, gök içinde hadsiz ecrâmdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne âit mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyân ettiğimizden, kısa kesiyoruz."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere.



20. İkinci Söz'de, Seyyid-i Kerîm ve Mâlik-i Rahîm ibaresinde, neden seyyid ve malik sıfatlarına özellikle vurgu yapılıyor? Ve yine neden cennete çekirdek, küfüre tohum demiş?

"Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder."(1)

Kur’an isimleri anlatmak için o isme münasip hâdiseleri nazara veriyor, hâdiselerin sonunda o isim ile fezleke yapıyor, yani o hâdisenin keyfiyetine uygun bir isim ile o hâdiseyi bitiriyor.

Mesela, rızık hakikatini tasvir eden bir ayetin sonuna, fezleke ve hülâsâ olsun diye Rezzak ismini yerleştiriyor. Risale-i Nurlar da rehberi olan Kur’an’ı takliden, aynı usul ve tarzı kullanıyor. Yani konunun muhtevası ve gidişatına uygun isimlerle ya da sıfatlarla hâdiseyi özetleyip toparlıyor.

İşte "Seyyid-i Kerîm ve Mâlik-i Rahîm" ifadelerinde de aynı mâna ve usul hükmediyor. Mevcudatın o dost ve şirin hâleti ve her mevcudun nimet ve şefkate mazhar olması hakikatini en güzel bir şekilde bu isimler özetleyip toparlıyor.

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor."

"Tohum" küçük bitkiler için, "çekirdek" ise genelde daha büyükleri için kullanıldığından, cennetin azamet ve büyüklüğüne işareten cennet için çekirdek kelimesi kullanılmış olabilir.

"Çekirdek, hem mu'cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
(2) bk. a.g.e., Onuncu Söz.



21. "Bütün mevcudât, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitâbıdır." cümlesini açar mısınız?

Kâinat bir saraydır. Cinler ve insanlar ise o sarayın en önemli misafirleridir. Sarayın sahibi ve mihmandarı ise, kâinatın Rabbi olan Allah'tır. Herhangi bir sarayda misafirlere hizmet eden hizmetkârlar olduğu gibi, bu kâinat sarayında da bitkiler, hayvanlar ve melekler de misafirlere hizmet eden birer hizmetkârdırlar. Her bir bitkinin ve hayvanın insana nasıl hizmet ettiği, izahtan varestedir. Melekler ise, gaybî olarak insanlara ya doğrudan veya dolaylı olarak hizmet etmektedirler.

Memur, kendisine emredilen, bir amirin emri altında çalışan demektir. Bu zaviyeden bakılınca başta insan olmak üzere her varlık bir memurdur. Ancak, insanın diğer varlıklardan farkı ve üstünlüğü vardır. Zira diğer varlıklar insanın hizmetine memur kılınmıştır. Yani insan sair mahlûkata bir amir konumundadır. İstediğini yer, istediğini çalıştırır ve hakeza...

Mevcudatın nasıl birer kitap olduğu konusuna gelince;

Her varlık Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış bir kelime veya bir cümle gibidir. Bu yazıların mürekkepleri atomlardır. Cenab-ı Hak, kudretiyle yarattığı atomlar aleminden hücreler dokumakta, hücrelerden bitkiler, hayvanlar, insanlar teşekkül ettirmektedir.

Bir "insan” kelimesi kâtipsiz yazılamazken, yüz trilyon hücre ile yaratılan hakiki insanlar nasıl Sani’siz, Halık’sız olabilirler?!.

Bu kainat kitabında insanın diğer yazılardan üstünlüğü, yazıldığını bilmesi, kendini okuması ve diğer varlıkları da mücmel olarak da olsa okuyabilmesidir.

Üstat Hazretlerinin, “Ey kendini insan bilen insan, kendine oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”(1) sözü ne kadar hikmetlidir?!.

Çevremizdeki her şeyin bir mesaj olduğunun farkında olmak, kâinatı, bizim için yazılmış bir kitaba dönüştürür.

(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.



22. "Bütün mevcudatın Allah Teâlâ’nın birer şirin kitabı olmasını" izah eder misiniz?

Kitap, okudukça insanın ufkunu geliştiren kaynaktır. İşte bu manasıyla her bir mahlûk da Cenab-ı Hakk’ın şirin birer kitabı ve mesajlarını bize ileten mektubudur. Bu kitaplarda Allah (c.c)'ın güzel isim ve sıfatları yazılmıştır. Dilerseniz şimdi şirin bir kelebek kitabını bir parça okuyalım ve bu kitapta hangi isim ve sıfatların yazıldığını görelim:

Kelebek yoktan icad edilmiştir. Bir zamanlar yok idi, şimdi ise var.  Bu cihetle Hâlık (yoktan yaratan) ve Mucid (icad eden) isimleri bu kitapta yazılmıştır ve kendisini okutmaktadır.

Kelebeğe hayat verilmiştir; taş gibi, kaya gibi cansız değildir. Bu cihetle Muhyi (hayat veren) ismi bu kitapta yazılmıştır.

Kelebek çok güzel beslenmekte ve rızkı ona mükemmel olarak yetiştirilmektedir. İşte bu cihetle Rezzak (rızık veren), Kerim (cömert olan)Mun’im (nimet veren)Mukit (besleyen) gibi isimler bu kitapta yazılmıştır ve kendilerini okumayı bilenlere arz ederler.

Kelebek çok güzel bir şekilde boyanmış ve harika bir biçimde tezyin edilmiştir. Bu cihetle Mülevvin (boyayan) ve Müzeyyin (süsleyen) isimleri bu kitapta yazılmıştır.

Kelebeğe bir suret verilmiştir. Bu cihetle Musavvir (suret veren) ismi bu kitapta yazılmıştır.

Kelebeğin vücudunda son derece bir hikmet ve bir denge mevcuttur. Bu cihetle Hakîm (hikmetle iş yapan) ismi bu kitapta yazılmıştır.

Hiçbir kelebek diğer kelebeklere birebir benzemez. Bu benzememe cihetinde, sanatkârının irade sahibi olduğunu göstermekle onda Mürîd (irade sahibi olan) ismi yazılmıştır.

Bu kelebek kanatlar, gözler ve vücut yapısı gibi azaları cihetiyle de diğer kelebeklere benzemektedir. Demek bunu kim yapmışsa, diğerlerini de o yapmıştır. Bu cihetle Vahid, Ehad, Ferd gibi isimler bu kitapta yazılmıştır.

Bu kelebek bir zaman sonra ölecektir. Bu cihetle de Mümit (öldüren) ismi bu kitapta yazılmıştır.

Sözün özü: Bu kelebek esmâ-i hüsnânın şirin bir kitabı olmuş ve bu kitapta yüzlerce esma tecelli etmiştir. Bu yazıları okumasını bilenler bu şirin kitabı okur ve manasıyla neşelenirler.

Bu kelebek gibi diğer bütün mahlûkattaki esmâ tecellilerini en harika şekilde okutan Risale-i Nur Külliyatıdır. Bu eserleri okuyup anlayanlar bir çiçekte bile tecelli eden en az elli beş ismi görür ve okurlar.



23. "İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumu saklıyor." Çekirdeği taşımak ile Tohumu saklamak ifadesinde ne gibi bir incelik olabilir?

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima 'Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman.' demeliyiz."(1)

İman ve imana dair fiillerin ve amellerin güzelliği apaçık ortadadır. İman, meşru dairede yaşamanın huzur kaynağı olduğu, inanan ve inanmayan herkes tarafından kabul edilmektedir. Dolayısı ile imandaki güzellik ve imanın gereği olan ameller, bir ağacın, meyveleri gibidir.

Ama küfür ve küfrün çirkinliği ve zararları ise, net bir şekilde görünmüyor. Zahiren, serbest ve rahat bir hayat gibidir. Üstad'ın ifadesi ile "Zahirî bir hiffet ve rahatlık vardır..." Tıpkı, zehirli bala benzer. Görünüşte tatlıdır, ama yedikten sonra karın sancısı çektirir. Kısacası, sinsi ve gizlidir. Bu sebepten "saklamak" ifadesi kullanılmıştır.

Edebiyatta aynı kelimeyi sıkça kullanmaktansa ona eş veya yakın mânalı kelimeler kullanmak tercih edilir. Belağatın zirvesinde olan Kur’an’dan şu ayete bakalım:

 “Nuh, kavmi içinde elli yıl eksiğiyle bin sene kaldı...” (Ankebut, 29/14)

Burada yıl ve sene birbiri yerine kullanılabilen kelimeler olmakla beraber, her ikisinde farklı kelime kullanılması tercih edilmiştir. Bu ise mânada bir zenginliktir.

Ayrıca, tohum küçük bitkiler için, çekirdek ise genelde daha büyükleri için kullanıldığından cennetin azamet ve büyüklüğüne işareten cennet için çekirdek kelimesi kullanılmış olabilir.

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.



24. "Tuba-i cennet" ve "Zakkum-u cehennem" kavramları ile "Demek, iman bir manevi tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor." cümlesini izah eder misiniz?

Tûbâ, kelime olarak “tayyib” kelimesinden türetilmiştir. En güzel, en hoş, en iyi, temiz ve güzel kokular manasına gelir.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“İman edip güzel amel işleyenler için Tûbâ ve varılacak güzel yurt vardır.” (Ra’d,13 / 29) 

Ayette geçen "tûbâ" kelimesine “cennet” mânası verildiği gibi, “cennette bir ağaç” mânası da verilmiştir. 

Tûbâ ağacının mahiyetini hadis-i şerifler ile beyan edelim:

 “Tûbâ cennette bir ağaçtır. Büyüklüğü yüz yıllık yer tutar. Cennet elbiseleri de onun tomurcuklarından yapılır.”(1)

“Cennette bulunan herkesin bir ağacı vardır. Bu ağacın adına tûbâ denir. Onlardan herhangi biri üstüne elbisesini giymek istediği zaman, o ağacın yanına gider. Oraya gittikten sonra ağacın çiçekleri açılır. Bunların içinden elbise çıkar. Bu çiçekler esas olarak altı renk olup bunların her biri dahi yetmiş renge sahiptir. Bu renklerden meydana gelen elbise, ne renk ne de şekil olarak birbirlerine benzerler. O kimse, bunlardan hangisini isterse onu alır.”(2)

 Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve: "Sahih olan görüş,Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur." der.(3).

Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) şöyle buyurmuştur:

"Cennette (tûbâ denilen) bir ağaç vardır ki, bir süvari onun gölgesinde yüz sene gezse, onun gölgesini asla bitiremez.”

Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur.

Zakkum; Yemen’in Tihame bölgesinde yetişen küçük yapraklı, acı, yakıcı, pis kokulu, siyah, son derece çirkin, bir ağaçtır. Cilde temas ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açar.

Zakkum, “Cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” ve “ehl-i cehennemin meyvesini yiyeceği ağaç” manalarına gelir. 

Şu ayetlerde zakkum ağacı şöyle nazara verilir:

"Nasıl ziyafet olarak bu mu hayırlı, yoksa o zakkum ağacı mı? Ki biz onu zalimler için bir fitne kıldık. O, cehennemin kökünde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların başları gibidir. Şüphesiz onlar ondan yiyecekler ve karınları ondan dolduracaklardır. Sonra onlara, bunun üzerine kaynar sudan bir içecek var..." (Saffat, 37/62-66)

"Şüphesi o zakkum ağacı günahkâr yemeğidir. Maden tortusu gibi olup, kaynar suyun kaynaması gibi karınlarda kaynar." (Duhan, 44/43-46)

Ehl-i cehennem, açlıklarından zakkum gibi en nâhoş bir yiyecekten yemeye mecbur kalacaklar; susuzluklarından kanmaz develerin içişi gibi içeceklerdir.

Kısacası, zakkum cehenneme münasip bir ağaçtır. Cennette her şey güzeldir ve keyif vericidir. Cehennemde ise, bunun tam aksine her şey çirkindir ve ızdırap kaynağıdır.

Zakkum ağacının da -keyfiyeti meçhulümüz olmakla birlikte- bir azap kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.

Şecere, ağaç demektir ve Risale-i Nur'da çokça kullanılan bir kelimedir. Risale-i Nur'da şecere en çok kâinatın geneli için kullanılan bir tabirdir. Bunun haricinde amel ve ibadetin mertebelerini ifade için yine ağaç örneği verilir. Çekirdekten tut tâ ağaca kadar iman ve ibadette mertebeler var, diye hakikate temsil olarak getiriliyor.

Tûbâ ağacı, lezzetin ve sürurun kaynağı olduğu gibi; zakkum ağacı da elemin ve azabın madenidir.

İşte imanın manevî bir tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıması, imanda tûbâ ağacının lezzeti gibi bir lezzetin olmasıdır. Küfrün manevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklaması ise, küfürde zakkum ağacının meyvesi gibi bir acının ve elemin olmasıdır.

Tûbâ ve zakkum arasında şu mukayeseyi de yapabiliriz:

İyiyi ve güzeli tuba ağacı temsil eder, kötülüğü ve çirkinliği ise zakkum ağacı. Merhamet ve sevgi erleri tûbâ ağacının meyvesinden yemişler, düşmanlık ve kin duygularıyla dolup taşanlar ise zakkum ağacının acı suyundan içmişlerdir. Tûbâ bir cennet ağacı olması hasebiyle güzellikte, itaatte ve imanda çiçekler açmış, meyve vermiş; zakkum ise bir cehennem ağacı olduğu için ateşte, isyanda ve anarşide zehirli dikenler vermiştir.

Hizmet erlerinin bütün çırpınışları ise, insanların tûbâ-ı cennete giden o ulvî yola uymaları içindir.

Üstadımız Meyvenin Üçüncü Meselesinde şöyle buyuruyor:

“Mesela, senin gayet sevdiğin bir tek evladın sekeratta ölmek üzere iken ve me’yusâne elim ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evladın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın!"

"İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler ve 'Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz.' lisan-ı hâl ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları, iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur, dedim.”(4)

Bu bahsi, Habib-i Kibriya Efendimiz (asm)'in zakkum ağacı hakkındaki bir hadis-i şerifleri ile tamamlayalım:

"Eğer zakkumdan dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsat ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan olan ehl-i cehennemin hâli ne olur!"(5)

Dipnotlar:

(1) bk. Ramuz el-Ehadis-2, s. 313/7.
(2) bk. Abdulkadir Geylani, Gunyetu't-Talibin.
(3) bk. 
Kurtubî, IX, 317.
(4) bk. Şualar, On Birinci Şua, Meyvenin Üçüncü Meselesi.
(5) bk. Tirmizî, Cehennem 4, 2588.



25. "Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyet'te ve imandadır." cümlesinde; selamet ile İslâmiyet ve emniyet ile iman arasında nasıl bir münasebet vardır?

“...İmana gel ki elemden emin olasın, kadere teslim ol ki selamette kalasın.”(1)

İman ile “emniyet”, İslam ile “teslimiyet”, kelime olarak, aynı kökten gelirler.

Üstad bir risalesinde iman ile Sultan-ı Kâinata intisab eden bir adamın kimseden pervası, korkusu olamayacağına dikkat çeker. Bütün mahlûkat Allah’ın hükmü altındadır, O’nun mülkü ve O’nun memlûküdürler. İman ile Allah’a sığınan kimse, O’nun askerleri hükmünde bulunan varlıklardan ve hâdiselerden korkmaz; emniyetli bir hayat yaşar. Hastalıklar onun için günahlara keffaret ve manevî dereceler kazanmaya sebeptir. Ölüm, bir terhis tezkeresidir; ruhun serbest kalmasıdır, kabir ise “cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Böyle bir insan, her türlü kederden emin olmuş demektir. Şu var ki, imandan gelen bu emniyete kavuşmak için İlâhî hükümlere teslim olmak, yani İslâm’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak gerekir. Padişaha inanan bir kişinin onun emirlerine isyan etmesi, onu padişahın hapishanesine girmekten kurtarmaz. İman ile İslâm, yani inanmak ve inandığı gibi yaşamak birlikte olmalıdır.

Burada, mü’minin şahsında iman nazara veriliyor. Bu mânaya mazhar olanlar kâmil iman sahipleridir. Diğerleri de derecelerine göre bu feyizden, bu nurdan hisselerini alırlar.

Üstad iman için “intisab” tabirini kullanıyor. Yani insan, iman ile kendini Allah’ın bir eseri olarak biliyor. Hayatını O’nun Muhyi ismine, sûretini Musavvir ismine, her organının hikmetli yaratılışını Hakîm ismine,…, nisbet ediyor. Bu ise, insan için hem en büyük bir şeref, hem de en ileri bir haz ve zevk kaynağıdır. Böyle bir insan, kendini bu dünyada Allah’ın misafiri bilmenin, güneşten, aydan, hayvanlara bitkilere kadar her şeyin onun hizmetine verilmiş olmasının manevî hazzını duyar. Ayrıca önünde bulunan kabrin “zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlere açılan bir kapı” olduğuna inanmanın rahatını ve huzurunu tadar. Bu ve benzeri manevî zevkler hep imandan kaynaklanır. 

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder...”(2) buyruluyor. İman eden kişi, kendini ve bütün eşyayı Allah’ın mülkü bilmekle tevhide erer. Bu ise, teslimi netice verir. “Mülkü sahibine teslim eder, cefasını değil, sefasını çeker.”(3) Kendi iradesini kullanması gereken yerlerde bunu hassasiyetle uygular, sonrası için Rabbine tevekkül eder, O’nun hükmüne razı olur. Böyle bir kul dünyada da ahirette de saadete erer.

İman, insan için bu dünyada manevî bir cennet olduğu gibi, ahirette de cennet o imanın meyvesi olur. Yani cennet amel ile kazanılamaz. Ne kadar ibadet etsek geçmiş nimetlerin şükrünü tam eda edemeyiz ki cenneti kazanalım. Cennet, imana bir mükâfattır, cennetteki dereceler ise ibadete göredir. Aynı şekilde, cehennem de küfrün zehirli meyvesidir. Onda çekilecek azaplar da günahlar ve isyanlar nisbetindedir.

Küfür bu dünyada da sahibini manevî bir cehennem içinde bırakır. Kendi varlığını maddeye, tabiata, tesadüfe veren kişi, Allah’ın eseri ve O’nun nazlı bir misafiri olmanın manevî lezzetini kaybetmekle bir azap çektiği gibi, gücünün yetmediği hâdiselerin ve onu bekleyen ölümün ruhuna açtığı yaralarla, teslim ve tevekkülden mahrum olarak ölünceye kadar manevî bir azap içinde kalır.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(3) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.