Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Üçüncü Söz Sorular ve Cevaplar

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:29    Güncellendi: 21.02.2025 21:29

Üçüncü Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Üçüncü Söz'ün ana teması nedir?

Üçüncü Söz'ün ana teması; Allah’a kulluk görevlerini yerine getirenler ile getirmeyenlerin durumlarının mukayesesi, ibadet, tevekkül ve teslimin insana neler kazandırdığıdır.

Tevekkül tevhidin neticesidir. İmanı ve tevhide olan inancı sağlam olan bir mümin, tam bir tevekkül içinde olur, hadiseler karşısında titremez. Üstadımızın ifadesi ile "Küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz."(1)

İşte insandaki bu sağlam duruşun temelinde, tevhit inancının kalp ve vicdanda tam ve mutmain bir şekilde bulunması yatmaktadır. Bu sözde tevekkülün bu yönü işlenmektedir.

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.



2. Üçüncü Söz'ün başında yer alan âyette "Ey insanlar... Rabbinize ibadet ediniz." buyruluyor. İbadet iman edenlere teklif edilen bir vazife değil mi, neden insanlar muhatap alınmıştır?

Ayetin meali şöyle:

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız.” (Bakara, 2/21)

Bu ayetin geçtiği Bakara sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: “Gayba inanırlar ve namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

“Sizi ve sizden öncekileri yaratan,”
“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”
“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.”
 
(Bakara, 2/22)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi görevleri ve hisseleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından, kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte, ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü'min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü'minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlâsa emirdir.”(1)

(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 21-22. Ayetin Tefsiri.



3. "Şu temsil-i hikâyeciğe bak, dinle!.." Üçüncü Söz'deki temsili, şematik olarak gösterebilir misiniz?

Temsil ile anlatılan hakikatleri anlayabilmek için, temsili çok iyi kavramak gerekir. Temsili tam manasıyla anlamak için de tablo oluşturmak etkili bir yoldur.

Bizler, kolaylık olması için bu sözde geçen hikâyeyi şu şekilde bir tabloya döküyoruz:

İBADET NEDİR?

 FISK VE SEFAHET NEDİR?

Büyük bir ticaret

Saadet

Hasâret              

Helâket

TEMSİLİ HİKÂYENİN MUKAYESELİ TABLOSU

Bir vakit iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler, ta yol ikileşir. Bu iki yolun özellikleri:

SOL YOL

SAĞ YOL

Hiçbir menfaati yok.

Hiçbir zararı yok.

Yolcuların onda dokuzu zarar eder.

Yolcuların onda dokuzu kâr ve rahat eder.

Kısa ve uzunlukta birdirler.

Kısa ve uzunlukta birdirler.

Yol intizamsız ve hükümetsizdir.

Yol intizam-ı askeri altındadır.

Yolcu çantasız gider.

Yolcu dört okkalık bir çanta taşır

Yolcu silahsız gider.

Yolcu devlete ait bir silahı taşır.

Zahirî bir hiffet ve yalancı bir rahatlık vardır.

Zahirde bir yük, ama hakikatte büyük bir rahatlık vardır.

Hadsiz korkular altında ezilir, herkese dilenci olur, her şeyden titrer

Kimseden korkmaz, kimseye karşı dilencilik etmez, hiçbir şey karşısında titremez.

Yolculuğun sonunda asi ve kaçak cezasını görür.

Büyük bir mükâfat görür.

TEMSİLİ HİKÂYENİN MANALARININ MUKAYESELİ TABLOSU

Bu yol:

Hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer ve ahirete gider.

Sağ yolun yolcusu:

Allah’ın kanununa itaat edenler.

Sol yolun yolcusu:

Asi ve hevaya tabi olanlar.

Çanta ve silah:

İbadet ve takvadır.



4. Sağ yolda gidenlerin onda dokuzu kurtuluyor. Onda bir zarar ihtimali var. Sol yolun yolcusunda ise onda bir kurtulma ihtimali var. Bu ihtimalleri nasıl anlamalıyız?

Burada zikredilen ihtimaller yola değil yolcuya bakar, yani sağ yol yüzde yüz necat verir; ama "sağ yolda giden kişi yüzde yüz necat bulur" denilemez. Zira bir insan hayatını sağ yolda yani Kur’an yolunda geçirmiş olsa bile, yüzde yüz kurtuldum diyemez. İnsanın son durumunun nasıl olacağını ancak Allah bilir, bu inanç aynı zamanda insanı ucb ve fahr gibi manevi hastalıklardan da kurtarır. Onun için büyük evliyalar bile kabre imansız girmekten titremişler.

İkincisinde de küfür yolu yüzde yüz helakettir, onda kurtuluş yok, yani küfür yolunda kurtuluş yok; ama küfürde giden adamın yüzde bir de olsa tövbe edip imana dönme durumu olabilir. Bu da mutlak ümitsizlik hastalığına bir merhemdir. Yani insan ümit ve korku dengesini koruması gerekir.

Bu manaya şu hadis işaret eder;

"Bir insan hayatı boyunca cennet ameli işler, ömrünün sonunda bir cehennem ameli işler ve cehenneme gider. Bir insan da hayatı boyunca cehennem ameli işler ömrünün sonunda cennet ameli işler ve cennete gider.”(1)

İslâm dini kişinin korku ve ümit arasında yaşamasını emreder. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin akıbetinden emin olamaz, kendini mutlaka cennetlik olarak bilemez. Yine, insan ne kadar günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli ve “Ben artık kesinlikle cennet yüzü göremem.” dememelidir.

 Allah’ın rahmetinden ümit kesip meyus olmak gibi, O’nun gazabından emin olup ucba girmek de yanlıştır.

Kısacası, yolun kendisinde bir problem yok, ancak niyetlerde bir bulanıklık olabilir. Tıpkı Uhud Savaşı'nda sahabelerin safında savaştığı halde şehid olmayan bir zatın durumu gibi. Aslında savaşa gidip din uğrunda mücahede eden herkesin şehit olması gerekiyordu. Ancak o zatın niyetinde din uğrunda savaşmak yoktu. Şan ve şöhret tuzağına düşmüştü. Dolayısıyla aynı yolda savaştığı halde farklı bir muamele ile karşılaşmıştı.

Konunun bir başka boyutu da şu olabilir: Kâmil bir mümin, ne kadar ibadet ederse etsin kendisini Allah’ın mülkü bilerek, “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” der ve bütün bu hasenelerine rağmen yine de Allah’ın kendisini cehenneme de koyabileceğini düşünür. İbadetleri onun kalbindeki Allah korkusunun azalmasına yol açmaz.

Üstadımızın burada  “onda dokuz” demesindeki hikmet:

1. Her ne kadar iman ve itaat yolundaki fayda "onda on" da olsa, "onda bir" ihtimal ile bazen kişi ömrünün ahirinde bu yolu terk edebilir ve küfrü seçebilir. Ya da bunun tam tersi olarak, bir ömür boyu Kur’an düşmanlığı yapan bir kişi, ömrünün sonunda İslam’ı seçerek Müslüman olabilirler.

Demek, bir yola girmek, bu yolu tamamlamak manasına gelmiyor. Kişi mümin iken kâfir ya da kâfir iken mümin olabiliyor. Bu da onda birlik bir ihtimal iledir.

2. Bu ifade ile “havf ve reca” denilen “ümit ve korku” arasında olmamız ders verilmektedir. Âdeta bu ifade ile bizlere şöyle denmektedir:

“İman hakikatlerini okuduğunuz, çok ibadet ettiğiniz, çok hizmet ettiğiniz vs. için gururlanmayın ve her zaman imtihanı kaybetme ihtimali olan onda birlik kısmı düşünerek o kısma dâhil olmaktan Allah’a sığının...”

Bu sırdandır ki cennet ile müjdelenen on sahabe bile kendilerinden emin olmamışlar ve iman ile kabre girmek için her vakit Cenab-ı Mevla’ya yalvarmışlar.

(1) bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 576.



5. "Mugaddi hülasalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlup edecek iki kıyyelik bir mükemmel miri silahı" nedir?

Bu konunun işlendiği risalenin devamında, "O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır."  buyrulur.  Yani dört okka ibadete, iki kıyye ise takvaya işaret etmektedir.

İbadet denildiğinde, ilk olarak İslam'ın beş şartını anlarız. Bunlardan, kelime-i şehâdet, İslam dairesine girmek ve diğer dört farz ibadeti yapmak için yapılan bir akit gibidir. İbadetten ziyade bir iman ve itikattır. Geriye ise, İslam'ın diğer dört şartı olan: namaz, oruç, hac ve zekât ibadetleri kalmaktadır. İşte dört okkadan maksat, bu dört şart olabilir.

İki rakamı ise, Allah ve ahirete imana işaret etmektedir. Çünkü takva ancak bu iki rükne tam bir imanla olabilir. İki rakamının Allah ve ahirete iman olduğunu, Yedinci Söz'de geçen şu ifadeler de teyit etmektedir:

"Şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açan 'Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir' ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden, ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu..."(1)

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



6. "Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hadiseden titrer bir surette gider." Buradaki “dilenci”nin mahiyeti nedir ve ne şekilde dilencilik eder?

İnsan kâinatta her şeye muhtaç olduğu hâlde ihtiyaçlarını karşılamaktan acizdir. Hayatının devam edebilmesi için, bütün kâinatın ve sebeplerin mükemmel bir düzen ve ahenk ile hareket etmesi gerekiyor.

Bu durumda insan bütün kâinata ve içindeki sebeplere muhtaç vaziyettedir ki, burada insanın önünde iki yol görünüyor.

Birisi; bu kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı var ve bütün ihtiyaçlarımı O temin ediyor deyip, O’na tevekkül etmek. Yani kâinat ve sebeplere el açmak yerine Allah’a yalvarmak ve O’ndan medet dilemek.

İnsanın önündeki ikinci yol ise, kâinata ve içindeki her bir sebebe ayrı ayrı perestiş edip onlara dilenci vaziyetine girmektir. Mesela, sabah kalktığında Güneş'e teşekkür etmesi gerekir, çünkü Güneş doğmasa hayat olmaz.

Şayet insan her şeyin dizgini elinde olan bir tek Allah’a iman edip, O’na tevekkül etmezse, sebeplerin tamamına kul, köle olmak zorunda kalır.

Evet, korkaklığın kaynağı imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise karşısında titrer ve her musibetten azap duyar.

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde olduğunu bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise ondan kurtuluş yoktur. Aynı şekilde musibeti yazmamış ise, hiçbir güç o musibeti başına bela edemez. Bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar.

Ama kâfir, Allah’a ve onun kâinattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi imkân dâhilindedir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der, hayatı zehir olur. Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika'da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.(1)

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.



7. Üçüncü Söz'deki çanta ve silah ne demektir? Takvaya dikkat edenin, ubudiyetinde de emniyette olmasını nasıl anlayabiliriz?

Askerlik nizamı, İslam ve onun kanunlarıdır. Onu sevmek de İslam’ın emir ve yasaklarına uymak manasınadır. Çanta ibadetleri, silah ise günahlardan kaçınmaya yani takvaya işarettir.

Mümin bu dünya hayatında ibadetlerini yapıp günahlardan kendini muhafaza ederse, ebedi saadete nail olur. Bu da dünya ve ahiret hayatında bir emniyet ve güven içinde olmak demektir.

Mesela, namazını kılan birisi kabirde namazın nuru ve genişliği ile huzur ve emniyet içinde olacaktır. Sair ibadetleri de bu şekilde düşünebiliriz.

Sağ yol, İslam ve Kur’an yoludur. Gidilen şehir ise, insanın en son varacağı cennet ya da cehennemdir. Dünyada ibadet ve kulluk vazifesini yapan bir mümin, orada güzel bir şekilde karşılanıp ağırlanacaktır.

Minnet ve korkulardan emin olması ise, müminin her hadise karşısında imandan gelen tevekkül ve teslimiyetidir.

Münkir, kâinatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için, her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin Allah’ın tedbir ve idareside bulunduğunu, anlamlı ve faydalı olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu görünür.



8. "O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur." Bu cümleleri açıklar mısınız?

Allah’a iman ve tevekkül etmek bir insanda ne kadar inkişaf ederse, dünyanın sıkıntı ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur. Zira imanda tevekkül manası hükmediyor. Yani her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elinde olduğuna göre, zarar ve menfaat de O’nun elindedir. Allah bir insana  bir menfaati takdir etti ise, buna da kimse mani olamaz. İşte bu inanç ve teslimiyet insanı kâinat ve içindekilerin zararlı evhamından emin kılıyor.

Sağa giden askerin omzuna aldığı bir batman ağırlıktan maksat, dünyadaki işlediğimiz ibadetlerin maddi ve zahiri yükleridir. Mesela, sabahın uyku mahmurluğunda kalkıp soğuk su ile abdest almak ve namaz kılmakta nefse bazı ağırlıklar olabilir. Lakin o namazın ebed yolculuğundaki dostluğu ve yardımı düşünüldüğünde, o meşakkatin bir hiç olduğu anlaşılır.



9. "Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir." Açıklar mısınız?

İnsanın kalp ve aklında ne hükmederse, hadiseleri ona göre yorumlar. Mesela, karamsar bir insan  her şeyi karamsar olarak okur ve hayatı da ona göre şekillenir. İyimser bir insan ise her şeyi o pencereden izler, hayatı da ona göre algılar. Kırmızı gözlük eşyayı kırmızı gösterdiği gibi, siyah gözlük de siyah gösterir.

Münkir, kâinatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için, her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve Allah’ın tedbir ve idaresinde olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.

İman ve ibadeti terk eden bir adam, belki cisim noktasından ibadet ve itaatin yükünden kurtulabilir. Lakin manevi ve ruhi açıdan binlerce ton yükün altına girip müthiş bir endişe ve telaş hisseder. Her hadise ve her olay karşısında titrer ve her şeye karşı dilencilik vaziyeti alır.

Allah Resulü’nün (asm) getirdiği iman nuru ve İslam ışığı olmasa idi insanlık, kâinatı ve onda cereyan eden olayları doğru okuyamayacak ve doğru anlayamayacaktı. Böylece insanlık müthiş bir karanlık ve ümitsizlik içinde kalacaktı. Şimdiki dinsiz felsefenin kâinattaki olaylara ve varlıklara bakışı meselemizi izah ve ispat eder.

Mesela, dinsiz felsefe, ölümü bir hiçlik ve yokluk olarak görür. Kabri ise yokluk kuyusu olarak algılar. Mümin ise, iman nuru ile ölümü dehşetli, ebedi bir ayrılık olarak değil, ebedi bir âlemin başlangıcı, kabri ise saadet-i ebediyenin bir kapısı ve ahbaplara kavuşmanın bir vesilesi olarak görür.

Kâinatın umumunda fena ve zeval hükmettiği için, dinsiz felsefe bütün kâinatı cenaze çıkmış bir ev gibi yaslı ve matemli olarak görüyor. İman nuru ile bakıldığı zaman, kâinat yaslı ve matemli bir ev olmaktan çıkar. İnsanlar ise vazifesini bitirmiş ve asıl vatanına dönmek için can atan neşeli askerler gibi olurlar. Her mahlûk Allah’ın vazifeli birer askeri ve memurudurlar.

Münkir, asıl vatan olan ahiret yurduna vardığı zaman, hayatını küfürde ve inkârda geçirmenin cezasını cehennemde ebediyen çeker.



10. "Sağ yolun yolcusu kimseden minnet almayarak huzur ve rahat-ı kalp ile gider." Uygulamada öyle görünmeyebiliyor, ne dersiniz?

Burada, sebeplere tesir vermemek ve onları sadece vazifeli birer memur bilmek gerektiği hatırlatılıyor. Meyve ağacı, o meyveyi kendi iradesiyle ve kendi kudretiyle vermiyor. Onun genetik programının öylece takdir edilmesinden tut, dünyanın dönmesine, baharın gelmesine, rüzgârların yağmur bulutlarını taşımalarına, geceye, gündüze kadar sayılamayacak kadar çok sebep bir araya gelecektir ki o meyve vücut bulabilsin. Bu ise; “Her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında” olan Allah’a mahsustur. Bunu bilen sağ yolun yolcusu, bütün hayrı Allah’tan bilir; sebepler eliyle kendine ulaşan her türlü nimet ve ihsan için ancak Rabbine şükreder, O’na minnettar olur.

"Evet, emr-i kün feyekûn'a mâlik bir Sultan-ı Cihana acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında اِنَّا ِللّٰهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ  deyip itminân-ı kalble Rabb-i Rahîmine itimad eder."(1)

Üstad, Münazarat adlı eserinde de “Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan bir adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi”nin, onu “başkasına tezellül ile tenezzül” etmekten ve “başkasının tahakküm ve istibdadı altına”(2) girmekten koruduğunu ifade eder.

Uygulamada bazı Müslümanların bu gerçeğin dışında hareket etmeleri ayrı meseledir. Bu cümlede, hakikat yolunda giden sağ yolun yolcusunun nasıl bir ruh hali taşıması gerektiği ders veriliyor. Fertlerin o hükümlere uymalarındaki farklılıklar gerçeği değiştirmez.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.
(2) bk. Münazarat.



11. Müslüman dünyevi işlere çalışmayacak mı; ömrünü hep ibadet ile mi geçirecek?

Namaz, oruç gibi temel ibadetler, bir mümin için istikametli bir hayatın mayasıdır, alt yapısıdır. Yoksa ibadet hayatı sadece bunlardan ibaret değildir.

Eşyaya mana-yı harfiyle yani Allah hesabına bakmak ibadet olduğu gibi, Allah rızası için yapılan her faaliyet ve gayret de ibadettir. Bu nazarla bakılınca dünya ve ahiret ayırımı yapılmaz. Riya için kılınan bir namaza ahiret işi denmediği gibi, Allah rızası için fizik ve kimya çalışmak da dünya değildir.

Dördüncü Söz’de şöyle buyrulur:

“Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır.”(1)

Allah'ın adını yüceltmek adına yapılan her şey ibadettir. Madem kuvvetin bir hakkı vardır. O kuvvetin İslam dünyası tarafından temsil edilmesi için gece gündüz demeden çalışılsa hepsi de ibadet olur. Üstadımız bu konuda özetle şu veciz ifadeleri kullanır:

"Fakat namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tayınatını aramak, başkalara bâr olmamak için kendisi bizzat gitmek güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.
(2) bk. age., Beşinci Söz.



12. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani, “Hâlık ve Rezzak Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur." Bu ifade niçin bu şekilde kullanılmıştır?

"...Çünkü âbid namazında der: 'Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.' Yani, 'Hâlık ve Rezzak Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur.' diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür. Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. Îmânı ona bir emniyet-i tamme verir."(1) 

Bu paragraf kelime-i şehadetin kısa ve özet bir tefsiri niteliğindedir. Malumdur ki meal, ayetlerin orijinalinin yerini tutmaz. Bu sebeple meale bakılarak bu kadar mana nereden çıktı denilmez. Kur’an’ın her bir kelimesi, hatta bazen bir harfi, çok manaları ve incelikleri içinde toplayan bir kitap gibidir.

Mesela, Allah lafzı kıymetli bir mücevher kutusu gibi bütün isim ve sıfatları dairesine ve içine alır. Her bir isim ve sıfata da işareti vardır. Yani o isim ve sıfatlara tek tek mana olarak işaret eder.

Allah lafzının diğer özel isimlerden farkı ise, Allah lafza-i celali Zat-ı Akdesin bir unvanı ve ismidir. Yani Allah’ın zatına ait bir isim ve sıfattır. Bütün mükemmel isim ve sıfatların kaynağı ve membaı olmasından dolayı, Allah’ın zatını temsil eden Allah lafzı, dolaylı olarak bütün mükemmel isim ve sıfatlara da işaret ve delalet eder. Üstadımız bunlardan bir kaçını, yani Hâlık, Rezzâk, Hakîm, Rahîm isimlerini zikretmekle bütün esmânın Allah isminde dahil olduğuna da işaret etmiş oluyor.

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.



13. "İmanı ona bir emniyet-i tâmme verir." cümlesini izah eder misiniz?

"İmanın kişiye tam bir emniyet vermesi" meselesini, çocukluğumdaki bir anı çok güzel ifade ediyor. Sizlerle paylaşmak istiyorum:

Çocukluğumda bir gün ağabeyim ile lunaparka gitmiştik. Orada “Zambora” adı verilen bir adamın bulunduğu karanlık ve büyük bir odaya girdik. Odada bir sahne ve arkasında demir parmaklıklar vardı. Demir parmaklıkların arkasında ise elleri zincirli bir adam bulunuyordu. Biz sahnenin önündeki sandalyelerde otur­muştuk, kalabalık olduğundan dolayı birçok kişi de ayakta kalmıştı. Neler olacağını merakla bekliyordum. Ağabeyim ise bana sıkı sıkıya korkmamamı tembih etmişti. Nihayet sahneye bir adam çıktı, etkileyici ve kısık bir sesle demir parmaklıkların arkasındaki adamı göstererek konuşmaya başladı:

"İşte bu Zambora! Şimdi beş bin yıl önceye dönecek ve bir goril olacak..."

Tam bu esnada ışıklar bir anda söndü. Bir iki saniye öyle kaldı, sonra ise sahnede loş bir ışık yanıverdi. Bir de ne görelim! O kafesteki adamın yerinde bir goril vardı. Hepimiz o adamın bir maymuna dönüştüğünü zannetmiştik. Goril demir parmaklıkları sallamaya başladı, demir parmaklıklar birden yere düşüverdi ve goril sahnenin önünde bulunan seyircilerin, yani bizim üzeri­mize doğru hareket etti. Odada bağırmalar, çağırmalar, kaç­maya çalışanlar ise görülmeye değerdi. Ben de olanca kuvve­timle bağırdım ve kaçmaya çalıştım. Oda karanlık olduğundan kapıyı kimse bulamıyordu. Herkes can derdinde iken, ağabeyim pişkin pişkin gülüyordu. Tam bu sırada görevliler gorili yaka­layarak kafese soktular ve bu sırada ışıklar yanıverdi.

Neredeyse bü­tün sandalyeler yıkılmıştı. Kimi kafasını tutuyor, kimisi bıraka­rak kaçtığı eşini arıyordu. Bu olayda tek korkmayan vardı, o da ağabeyim. Sakın ağabeyimin çok cesur olduğunu falan zannetmeyin; onun niçin korkmadığını şimdi anlayacaksınız:

Dışarıya çıktığımızda beni birisi ile tanıştırdı ve gülerek: "İşte Zambora buydu." dedi. Meğersem bizim goril zannettiğimiz, goril elbisesi giymiş bir insanmış, yani her şey düzmece bir oyunmuş. Ama o kadar iyi oynuyorlardı ki, değil küçük bir çocuk olan ben, kocaman adamlar bile korkularından kaçışmışlardı. O günden sonra ben ne zaman "Zambora"yı seyrettimse hep güldüm; o maskenin altında ne olduğunu bilmeyenler ise hep korktular.

İşte kâmil mümin, kâinattaki dehşet verici olayların arkasındaki güzel ve güler yüzü görür ve mahlûklarla ünsiyet ederek bir kardeşlik peyda eder. İman nuruyla görür ki: Hepsi aynı zatın, Cenab-ı Hakk’ın birer mahlûkudur, O’nun emriyle hareket ederler, izni olmadan zerre miktar tecavüz edemezler. Bu hakikati anladığından dolayı da olayların tazyikatından dehşet almaz, belki neşe ile temaşa eder. 

İmandaki cesareti Üstad Hazretleri Yirminci Mektup'ta şöyle izah etmiştir:

"وَحْدَهُ (O birdir). Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:"

"Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan,  وَحْدَهُ kelimesinde bir melce, bir halâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani  وَحْدَهُ manen der:"

"Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma! Onlara tezellül edip minnet çekme! Onlara temellük edip boyun eğme! Onların arkasına düşüp zahmet çekme! Onlardan korkup titreme! Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun!"



14. "İman emniyet-i tamme verir." ve "Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi membaı imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi membaı dalalettir." cümlelerini açar mısınız?

Bütün kemal sıfatların varlığı ve bekası iman ve itaate bağlıdır.

Zira insan, eğer öldükten sonra dirileceğine ve dünyada yaptığı amellere göre hesaba çekilerek cennete veya cehenneme gideceğine inanmazsa, niçin cömert olsun, niçin başkalarına acısın, niçin paylaşsın, niçin sevsin, niçin başkalarına zulmetmesin, niçin öldürmesin, yağmalamasın, çalmasın, çırpmasın ve hakeza?..

İnsanı bu kötü hasletlerden men eden tek şey, iman ve ahiretteki hesaptır.

İman bir santral, kemal sıfatlar ise birer lamba gibidir. Bu lambaları yakmanın tek yolu, iman santralinin kolunu kaldırmaktır.

Üstad'ın“İmana gel ki kederden emin olasın.” cümlesinde ifade edilen “kederden emin olma” hali, her mümin için, farklı derecelerde de olsa, geçerlidir. Her mümin dünyanın fani olduğuna, ahiret için bir tarla, bir imtihan salonu olduğuna inanmıştır. Bu iman ile dünyanın geçici halleri, onun ruhunda fazla yara açmaz. O, dünyaya fazlasıyla gönül bağlamamıştır ki ondan ayrılmaktan aşırı derecede rahatsız olsun.

Yine mümin, dünyanın musibetlerini, hastalıklarını da sabır için bir imtihan sorusu ve günahlara kefaret olarak görür. Bu bakış açısıyla hastalık ve musibetlere karşı belli bir ölçüde dayanma gücü kazanır. Elbette ki, o da üzülür, o da acı çeker, ama kalbindeki iman ona bu acıların neticesiz olmadığını telkin etmekle ruhuna bir emniyet hali yerleştirir.

Şu var ki“emniyet-i tamme” tabiri kâmil imana işarettir.

Bilindiği gibi bir şey mutlak zikredilince kemal derecesi anlaşılır. İmanın tam bir emniyet vermesi de kâmil iman sahipleri için söz konusudur. Bununla birlikte her iman sahibinin, bu manadan bir hissesi vardır.

Cesaret meselesine gelince, cesareti sadece düşmanlarımıza boyun eğmemek, onlardan korkmamak şeklinde anlamak eksik olur. Bu manadaki cesaret, inanmayan kişilerde de bulunabilir. Kahramanlık duygusu, gösteriş merakı, alkış sevdası, mal ve mülküne sahip çıkma gibi hislerle, Müslüman olsun olmasın, her kişi düşmanlarına karşı cesaret gösterebilir ve bu değerleri savunabilir. Ancak, insanların en büyük meselesi ölümdür. Sonra hastalıklar ve musibetler gelir. Bunlara karşı dayanmanın tek yolu imandır. Kabir ötesine iman etmeyen, hastalıkların -sabretme şartıyla- insana manevî dereceler kazandırdığını bilmeyen kişinin, bunlara karşı cesaretle karşı koyması çok zordur.

İman bir intisaptır. “Her şeyi dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında…” olan Allah’a intisap en büyük bir kuvvettir. Tahkiki iman sahibini hadiselerin “dağlarvari dalgaları” boğamaz. O, teslim ve tevekkül ile daima hadiselerin üstünde gezer. Dünyanın kendisi gibi hadiseleri de onun ayağının altındadır.

“Kadere iman eden kederden emin olur.”(1)

İnsan, bütün organlarının ve hissiyatının kendisi için büyük bir rahmet olduğunu düşünür ve bunları böylece takdir eden Rabbinin, bir takım hadiselerle onu imtihan etmesinin de mutlaka rahmet olduğuna inanır. Bu inançla hadiselerden sarsılmaz, dünya onun kalbinde yer tutamaz, aklını meşgul edemez.

Emaneti muhafaza etmesi noktasında kendisine bir görev düşüyorsa, onu hassasiyetle ve dikkatle icra eder, neticeye karışmaz, tevekkül ederek saadet-i dareyne mazhar olur.

(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.



15. "Hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir." Kâfir olduğu halde cesur, mümin olduğu halde korkakları nasıl anlayabiliriz?

İman ile cesaret doğru orantılıdır. İman artıkça cesaret de o nispette artar. Yalnız insanın fıtratındaki bazı kör duygu ve hissiyatlar, imanın o salâbetini geçici bir şekilde susturabilir. Bu geçici suskunluk hali imana ve imanın sağlamlığına bir zarar vermez.  Bu gibi arizi haller, onların iman eksikliğinden dolayı değil, bazı sebepleri aşamayarak hissiyata mağlup olmaktandır.

İnsanın imanı sağlam olduğu halde, bir takım zafiyet ve korkuları olabilir, olabiliyor; bu yukarıdaki genel hükmü bozmaz.

Kâfirde ya da fasık bir adamda görünen cesaret ya cehaletten ya da gafletten dolayıdır. Mesela, ahireti inkâr eden bir kâfir için ölüm yok olmak ve hiçliktir. Ama buna rağmen ölümün üstüne gidiyor. Ya o anda ölümü bu şekli ile düşünmüyor ya bir hissiyatın galebesi hükmediyor ya da o anki gaflet yüzünden ölümü hiçe sayıyor; bu hale cesaret değil cehalet denir. "Cahil cesur olur." atasözü de bu inceliğe işaret etmektedir.

Her insan, hem korkak hem de cesur olabilir. Bu ifadeler cesaret ve korkaklığın kaynağını bildirir. İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır.

Müminlerin cesareti, kâfirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mümini cesur yapan, temelde şu iki esastır:

a. "...Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler." (A'raf, 7/34) ayetinin bildirdiği "Ecel birdir, değişmez." gerçeği. Savaşta ön cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat eder; niceleri de vardır, ilk defa savaşa katılır ve şehadet şerbetini içer.

Halid b. Velîd'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken, etrafındakilere şöyle der:

"Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları çınlasın!.."

b. Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır: Ya şehitlik, ya zafer.(bk. Tevbe, 9/52) "Ölürsem şehidim, kalırsam gazi." diyen bir mümin, böyle beklentileri olmayan bir inançsızdan, elbette daha cesur olacaktır.



16. "Her hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir." Ateist ama cesur, imansız ama iyi ahlaklı insanları nasıl açıklayacağız?

Korkmak ile korkaklığını göstermemeye çalışmak arasında çok fark vardır. Severek ve isteyerek cihada gitmek ile zor kullanılarak savaşa giden kişinin durumu gibidir. İkisi de savaş meydanında cesaret göstereceklerdir. Birincisi, mukaddesatı adına ve şehit olacağı vakit ebedi saadete ereceğini bilerek hayatını hakir görüp korkmazken, ikincisi sahip olduğu tek varlığı olan hayatını korumak için cesur olmak zorundadır.

Üstadımızın; "İki elimde iki hayatımı (dünya ve ahiret) tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın."(1) ifadesi de ahirete imanın bir cesaret kaynağı olduğunun tezahürüdür. 

Ayrıca bu ifade, genel bir hükümden haber verir. Elbette istisnaları olabilir. Yani imanı olduğu halde  fıtraten korkaklık gösteren, imanı olmadığı halde gözü kara ve fıtraten cesur olanlar da olabiliyor. Ama bunlar oran olarak bakıldığında görünmeyecek kadar az olduğundan bu hükmün külliyetini bozmaz. Fıtraten korkak olan o mümin küfür yolunda olsaydı, korkalığı çekilmez bir hal alırdı. Cesur olan o kafir de, mümin olsaydı, imanından aldığı güç ile mevcut cesaretinin belki bin katını gösterebilirdi. Mesela "Mümin ahlaklı olur" ifadesi külli olduğu halde, ahlakı kötü olup mümin bilinenler olduğu malumdur. Aynı şekilde "Kafirin ahlakı ve fazileti yoktur" cümlesi de külli olarak geçerli olmakla birlikte, fazilet ve güzel ahlak sahibi kafirler olabilir. Bunlar istisna olduğu için, külli hükme zarar vermez. 

On İkinci Söz'de felsefe şakirdi ile Kur'an talebesinin muvazenesi yapılırken ortaya konan tespitler, mevzumuzu gayet güzel izah etmektedir.

"Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis şeye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir."

"Hem o dinsiz şâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat, kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zâtında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur. Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki, gâye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bâzı menfaat-i kavmiye içinde arayan, dessas bir hodgâmdır."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Münâzarat.
(2) bk. Sözler, On İkinci Söz.



17. "Her hakiki hasenat gibi cesaretin menbaı imandır." Hasenatın hakikisi ve hakiki olmayanı ne demektir, açıklar mısınız?

Hasenat; kelime olarak, güzellikler, iyi ameller ve iyilikler gibi manalara geliyor. Hasenatın iki rüknü vardır. Birisi kalıbı, diğeri ise niyetidir. Mesela, namaz bir hasenattır. Namazın kalıbı, kılınış şekli, fiilleridir; niyeti ise ihlâstır. Yani Allah için yapmaktır. Bu ikisi tam yapılır ise namaz hakiki olur; birisi eksik olursa, namaz hakiki olmaz.

Cesaretin de aynı şekilde bir kalıp, bir de niyet boyutu vardır. Kalıp ciheti yapılıp, ihlâs ciheti yapılmazsa, hakiki cesaret olmaz; yapmacık ve suni olur. Münafığın kıldığı namaz ile müminin kıldığı namaz kalıp olarak aynı iken, niyet olarak farklıdır. Müminin namazı hakiki iken, münafığın namazı gayr-i hakikidir.



18. "Evet, tam münevverü-l kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek." İzah eder misiniz?

Bir otobüste yolculuk yaparken şoförün uyuduğunu fark etseniz, dehşete kapılırsınız. Eğer bu otobüs virajlı bir dağ yolunda gidiyorsa, dehşetiniz ikiye katlanır.

İşte kâfirin nazarında dünya böyle şoförsüz bir otobüstür. Top güllesinden yetmiş defa daha süratli olan yıldızlar feza denizinde sahipsiz geziyorlar. Bir tanesi yolunu şaşırsa başka bir yıldıza çarpacak ve kıyameti koparacak. O münkirin nazarında her şey başıboş, sahipsiz ve vazifesizdir. İşte inançsızlığın bir neticesi olan bu korkudan hâsıl olan manevi bir cehennem ateşi, kâfirin kalbini daima yakar.

Mümin ise kâinatı Allah'a teslim eder. Her şeyi Rabbinin bir memuru bilir. Her şeyin dizgini Allah’ın kudret elindedir. Hiçbir şey O’nun izni ve iradesi olmadan hareket edemez. Şu kâinatın gayet hâkim ve kerim bir müdebbiri vardır.

İşte bu iman ve itikadın  bir neticesi olarak mümin, dünyada dahi cennet hayatı yaşar. Bedeni zindanda dahi olsa, ruhu ve kalbi manevi bir cennettedir.

Bu hakikate şu misal dürbünüyle de bakabiliriz:

İnsan aslan, kaplan gibi yüzlerce vahşi hayvanın bulunduğu bir hayvanat bahçesini gayet neşeli ve bir hâlde gezer ve asla korkmaz. Öte yandan, içinde zincirlenmemiş bir köpek olan bir bahçede dolaşmaya çekinir.

O insan biliyor ki, hayvanat bahçesindeki o vahşi hayvanların demir çubuklarla bağlanmış zincirlerinin koparmaları ve ona saldırmaları mümkün değildir. Bahçedeki köpeğin dizgini serbest bırakıldığı için, ona saldırma ihtimali çok yüksektir.

İşte müminin dünyadaki hâli birinci misale benzer. Zira onun nazarında her şeyin dizgini Allah'ın kudret elindedir. O’nun izni ve müsaadesi olmadan hiçbir şey ona zarar veremez. Bu hâlin bir neticesi olarak hakiki mümin kâinata meydan okuyabilir.

Kâfir ise misaldeki ikinci adama benzer. Allah'ı bilmediğinden her şeyi başıboş zanneder. Kâinattaki misafir mahlûkları, kendisine her an saldıracak düşman vaziyetinde görür. Daima titrer, hem rezil hem de zelil olur.

Bu mesele “Tarihçe-i Hayat” eserinde şu misal ile çok güzel beyan edilmektedir:

"...Birden, şimendiferimiz (tren) tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu, şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk, lisan-ı hâliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hâli bu gelecek hakikati der:"

"Bakınız, bu dabbetü-l arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü-l arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor: 'Bana rastgelenlerin vay hâline!' dediği hâlde o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü-l arzın hücumunu istihfaf ediyor (küçümsüyor) ve kahramancılığıyla diyor: 'Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.' Sebat ve metanetinin lisan-ı hâliyle güya der: 'Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Hadi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç.' "

"İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acayip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde bulunduğunu farz ediniz... Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikatları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu hâlde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü-l arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, muti bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde yirmi aslanı arkasına takmış bir nevi aslan tevehhüm ederler."

"Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak hâletini veren, o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilâne itikatsızlıklarıdır…"(1)

(1) bk. Hutbe-i Şamiye.



19. "Kalbsiz fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer... ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer." Her insan bundan korkup dehşete düşmez mi, belki kıyamettir diye hisse çıkarmaya hakkı yok mu?

Ahiret hesabına akıbetinden endişe edip korkmak lazımdır. Ama bunun vesvese boyutunda kişinin uykularını kaçıracak tarzda olması, onu ümitsizliğe sevk edebilir.

Her şey Allah’ın emrine ve hikmetine göre gerçekleşir. Cenab-ı Hakk’ın hikmetine ve rahmetine itimat etmeli ve ecelin bir olup değişmeyeceğini düşünmeli ama devamlı olarak hazırlıklı olmalı, ümit ve korku arasında hayat sürmelidir.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle demiştir;

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder."(1)

Allah'a iman ve kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır. Mü'minlerin cesareti, kâfirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir.

Nur Külliyatında imanın bir intisap olduğu ders verilir. Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve ubudiyetle hizmetine giren bir mümin, cesaretin en büyük kaynağına ulaşmış demektir.

 (1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.



20. Gökteki kuyruklu yıldızın dünyamıza çarpmasından dolayı korkmak normal değil midir? Canlı-cansız şeylerden zarar gelebilir endişesi olabiliyor bazen. Havfullah dışında korkumuz olmamalı mı?

"...Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, 'Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?' der, evhâma düşer."(1)

Korku iki türlü olur: Birisi tahkiki imandan gelen Allah korkusudur ki, bu noktada ne kadar inkişaf edebilirsek, o kadar kâmil ve güzel olur. Allah dostları haşyetullah ve havfullahtan büyük lezzet alırlar.

 “ Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki bir valide, mesela, bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır.”

Kalbin Allah’a karşı iki müspet hali vardır; birisi muhabbet ve aşk, diğeri haşyet ve saygı. Muhabbet ve aşk cemalî isim silsilesinin bir uzantısı iken, haşyet ve saygı ise celalî isim silsilesinin bir uzantısıdır. Yani havf ve haşyet, Allah’ın celalî isim silsilesinin kalpteki bir tezahürü, bir tecellisidir. Bu noktada ne kadar inkişaf edersek, Celali isim silsilesi de o nispette kalbimizde parlar. Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam imandır.

İkinci korku; imansızlık ve cehaletten gelen korkudur ki, Üçüncü Sözde bu korku nazara veriliyor. Evet korkaklığın kaynağı imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise karşısında titrer, her musibetten azap duyar.

Yirmi Dördüncü Söz'ün Beşinci Dalında denildiği gibi;

“Hâlbuki halktan havf ise elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belalı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır.”

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin; "Şayet bu yıldız dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde çarpmasını bekler. Veya "Eğer emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde dünyamıza çarpamaz." der, korkudan ve endişeden kurtulur.

Tevekkül imanın bir meyvesi ve neticesi olduğu için, iman ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, tevekkül de o nispette kuvvetli ve sağlam olur. İmanı tahkiki olan birisinin tevekkülü de tahkiki olacağı için, olaylardan azap duymaz, ibret alır. "Kadere iman eden kederden emin olur." 

 Zaten bu Üçüncü Söz'de anlatılmak istenen ana tema; iman ve tevekkülün insana verdiği emniyet ve cesaret, küfrün ise insana verdiği endişe ve korkaklıktır...

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.



21. "İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde sermayesi hiç hükmündedir." cümlesini açar mısınız? Çünkü başka yerlerde Üstadımız insanı "eşref-i mahlukat, halife-i ruy-i zemin" olarak tarif ediyor. Arada, nasıl bir ilgi vardır?

Bir mahlûkun şerefi, onda tecelli eden isimlerin çokluğu ve tecelli mertebesindeki ziyadelikle ölçülür. Yani, bir varlık ne kadar çok esmaya ne kadar ileri derecede mazhar olursa, kıymeti ve şerefi o nisbette artar. Bu genel bir hükümdür. Ayrıca, insanın kendi iradesini güzel ve hayırlı işlere sarf etmekle kazandığı şerefler de vardır. O ayrı bir konudur.

Meseleye “esma” yönünden baktığımızda şunu görüyoruz: Ağaçlar taşlardan üstündür. Niçin? Onlarda yarım da olsa bir hayat olduğu ve o hayatın havadan, suya geceden gündüze kadar çok şeye ihtiyacı olduğu için. Bu ihtiyaçlarının görülmesi taşta tecelli etmeyen birtakım isimlerin tecellisiyle olur; Rezzak ismi gibi. Ve o ağaç bu tecelli ile bir şeref kazanır, taştan üstün olur.

Hayvan da ağaçtan üstündür, çünkü onun görmeye, işitmeye, yürümeye, ihtiyacı vardır. Ve bu ihtiyaçların görülmesiyle onda Basîr ve Semi’ gibi birçok isim tecelli eder ki, bu tecelliler ağaçta görülmez. Ve hayvan bu yönüyle ağaçtan üstün olur.

İnsanda bütün esma tecelli ettiği için, insan eşref-i mahlûkat olmuştur. Bu isimler insan penceresinde üç gurupta ele alınıyor ve bunlardan birisinin de esma-i İlâhîyeye “zıddiyet itibariyle” ayna olması ifade ediliyor.

İnsan sonsuz acziyle sonsuz bir kudrete ayna olur, sonsuz ihtiyacıyla sonsuz bir rahmete ayna olur. Bu tecelliler, onun ruhunda Allah’a sığınma ve O’na hamd etme duygularını geliştirir. Diğer varlıklardan çok daha muhtaç ve aciz olduğu için, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ile ders verilen ibadet ve istianeyi diğer varlıklardan çok daha ileri derecede ve çok daha şümullü bir manada icra edebilir.

“Evet, şu mevcudat, aynalardır. Fakat zulmet nura ayna olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetliyse o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet noktasında aynadarlık ederler."

"Meselâ, nasıl ki mevcudat acziyle kudret-i Sânie aynadarlık eder, fakrıyla gınâsına aynadar olur. Öyle de fenâsıyla bekasına aynadarlık eder.”(1)

İnsanın sermayesinin hiç hükmünde olmasını Yirmi Üçüncü Söz'deki “fiil ve infial” meselesiyle birlikte düşünmek gerekiyor. Bir aynanın ışık sahibi olma noktasında sermayesi hiç hükmündedir. Yani fiil cihetinde hiç hükmünde bir sermayesi vardır. Ama infial, yani fiili kabul etme cihetinde durum çok farklıdır. O ayna kendini güneşe karşı tuttuğunda birden aydınlanır; ışığın yanında hararet ve yedi renge de sahip olur. Birkaç milimlik kalınlığıyla birlikte yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi içine alabilir.

“İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir.”(2)

Bununla birlikte insan, Allah namına bir ömür geçirdiğinde, o cüzi irade ve o kısa hayatla sonsuz bir saadete mazhar olabiliyor. Bunları birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. İnsanın iradesinin cüz‘i olması, bir anda ancak bir şey irade edebilmesi, iki şeyi birlikte irade edememesi demektir. Şu var ki, tek tek de olsa irade ettiği işlerin hayır veya şer olması onun cennet veya cehennem ehli olmasına kâfi gelmektedir.

Konunun bir başka yönü de şöyle nazara verilmektedir:

“Dalalet ve şerr ve musibetler ve masiyetler ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayesi; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor.”

“Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî bir şey, madum bir şeye illet olur.”(3)

Bu son cümleye Üstad'ın verdiği çok güzel bir örnek var:

“...Bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terketmekle, o gemi ile alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa'ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet verdiği için...”(4)

Bir geminin yapılması çok büyük bir sermaye ve ciddî bir emek gerektirdiği halde, onun batırılması kaptanın görevini terk etmesiyle gerçekleşebiliyor. Bu kaptan gemiyi batırmaktan yargılandığında, “Benim çok cüzi bir kuvvetim var, koca gemiyi ben nasıl batırabilirim?” şeklinde bir mazeret ileri süremez.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektûbât, Yirminci Mektup, İkinci Makam. 
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(3) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem'a, Dördüncü İşaret.
(4) bk. age., Üçüncü İşaret.



22. "Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu hâlde, sermayesi hiç hükmünde bir şey... Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu hâlde, iktidarı hiç hükmünde bir şey..." ifadelerini izah eder misiniz?

Evet, insan hadsiz eşyaya muhtaç ve nihayetsiz musibetlere maruzdur, ama sermayesi ve kudreti hiç hükmündedir. İhtiyacının dairesi hayalin dairesi kadar geniştir, ama en küçük ihtiyacını bile karşılayabilecek bir sermayesi yoktur. Bir damla suyu yapamaz, bir buğday tanesini bitiremez. Hele aldığı her nefes için bir ücret istenseydi, buna asla gücü yetmezdi.

Mikroskopla binlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir mikroptan tutun, yılana, akrebe, yıldırıma, zelzeleye  kadar her şey ona karşı düşman gibi bir vaziyettedir; ama bütün bunlara karşı onun kendisini koruyacak hiçbir kuvveti ve kudreti yoktur.

Bu mesele On Yedinci Söz’de şöyle geçmektedir:

“İhtiyaç dairesi nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hatta hayal nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider, orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır, elde bulunmayan ise hadsizdir."

"Hâlbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır. Demek fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır. Sermayem ise cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’i bir şeydir."

"İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hacet nerede? Ve bu beş paralık cüz’i ihtiyari nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir."

"O çare ise şudur ki: O cüz’i ihtiyariden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır."

"Ya Rab! Madem çare-i necat budur, senin yolunda o cüz’i ihtiyariden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.”



23. "Adeta sermaye ve iktidarının dairesi eli nereye yetişirse o kadardır." ile "Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise, dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir." cümlelerini açıklar mısınız?

Elin ulaştığı daire ne kadar genişlerse genişlesin, Allah’ın sonsuz kudretine nispeten hiç hükmündedir. Kudret ve iradesini hayra sarf eden kişi çok iyi biliyor ki, o işin tahakkuk etmesinde ona düşen görev çok cüzidir. Şu var ki, insan o az kuvvetini, o cüz’i iradesini hayra sarf etmedikçe, Allah hayrı yaratmıyor.

Bir araştırmacı herhangi bir şeyi incelerken, nefes aldığı havadan, üzerinde durduğu dünyadan, kendi iç âleminde faaliyet gösteren nice sistemlerden haberi yoktur. Bunların hiçbirine eli yetişmiyor. Ne kalbini kendi kudretiyle çalıştırıyor ne de dünyayı kendi iradesiyle döndürüyor. Dâhilî ve haricî bütün bu işler Allah’ın irade ve kudretiyle yürüyor, tanzim ediliyor. O ise kendine ihsan edilen bütün bu imkânları hayır yolunda harcamakla güzel bir iş yapmış oluyor. Ancak bunun için övünmek, iftihar etmek yerine şükretmesi gerekiyor.

İnsan kâinatın meyvesi olduğundan, kâinatın her şeyine muhtaçtır. Bu meyve ahiret yolcusu olduğu için de ihtiyaçları bu dünya ile sınırlı kalmaz, ebede uzanır.

“İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış... Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal'i de görmeye müştaktır.”(1)

Her insan sonsuz aciz ve fakirdir. Bir insanın diğerinden ihtiyaç noktasındaki çokluğu yahut azlığı sonsuzun yanında kayda değmeyecek kadar cüzidir.

Öte yandan, insanın düşmanları ve elemleri de sonsuzdur. Bu düşmanları önlemek ve bu elemleri gidermek onun iktidarı dâhilinde değil. Üstad'ın şu ifadeleri bu gerçeği çok güzel ortaya koyar:

“İnsan mahiyetinin câmiiyeti îtibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi arzın zelzele ve ihtizazâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Hem nasıl hurdebînî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. …”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(2) bk. Lem’alar, Birinci Lem'a.



24. "Ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim,.. Azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder." İbadet ile tevekkül neden beraber işlenmiş olabilir?

İbadetin özünde Allah’a dayanmak, güvenmek ve teslim olmak manası vardır. Bu bakımdan, tevekkül ibadetin bir neticesidir. İnsan ibadetle şunu ifade etmiş oluyor; "Ey Allah’ım, yalnız sana iman eder, yalnız sana kulluk eder, yalnız sana teslim olurum."  Bu sebeple ibadet ile tevekkül arasında sıkı bir irtibat vardır.

"İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza eder...”(1)

İman eden insan bütün mülkün tek malikimin Allah olduğunu bilir. Bu ilim onu teslime yani bütün ihtiyaçlarını ancak Rabbinin karşılayabileceği inancına götürür. Allah’a teslim olan insan yapacağı bir işte kendisine terettüb eden şartları  yerine getirdikten sonra Allah’a tevekkül eder. Yani o işin görülmesinde O’nun kudret ve rahmetini vekil etmiş olur. İşte iki dünyanın saaadeti de bu tevekkül ile elde edilir.

Bu ifadeler de bu inceliğe işaret etmektedir.

İbadet, tevekkülün bir çeşit ifade edilme şeklidir. Kişi namazı ile hem kalen hem de halen Allah’a teslim olduğunu ve her şeyi için O’na tevekkül ettiğini ilan etmiş olur. Oruç tutan kişi, acizliğini anlayıp Rabbinin sonsuz kudretine sığınır. Zekâtını veren mümin, mülkün Allah’a ait olduğunu anlar.

(1) bk. Sözler,Yirmi Üçüncü Söz.



25. "İbadet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azim bir kâr bir saadet, bir nimet olduğunu bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.” Bu bazen yanlış yorumlanıyor ve tembelliği, ataleti ve sefaleti netice veriyormuş gibi gösteriliyor?

"Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer'îdir."(1)

Mebadi, “mebde”nin çoğuludur; başlangıçta yapılması gereken işleri ifade eder. Bunların tamamı eksiksiz icra edilmelidir. Bunları terk etmek tevekkül değil, tembelliktir. Gerekli bütün şartları yerine getirdikten sonra, sonucu, sabırsızlanmadan, hırs göstermeden beklemek ve rıza ile karşılamak ise tevekkül-ü şer’idir, yani İslam’ın emrettiği tevekküldür. Böyle bir tevekkül insanı tembelliğe değil, çalışmaya sevk eder; ümitsizliğin kapısını kapatır. “Ben görevimi yaptım, sonuca karışmam, çünkü netice Allah'ın işidir. Onu vekil yapıyorum.” der ve çalışmalarını başka bir mecrada yine devam ettirir.

İnşirah Sûresinde Resul-i Ekrem Efendimize (asm) yapılan;

 “O halde (işini bitirip) boş kaldın mı (hemen başka bir işe) sarıl. Ve ancak Rabbine yönel.” (İnşirah, 94/7-8)

hitabı, O’nun her ümmeti için de geçerlidir.

Tevekkül etmeyen kişinin de aciz bir kul olarak, kendine düşen görevi yaptıktan sonra beklemekten başka bir çaresi yoktur. Ancak bu sabırsız ve tevekkülsüz bekleyiş ve sonuç hakkında olumsuz ihtimalleri sıralayıp düşünmek insanı rahatsız etmekten öte bir fayda sağlamaz.

(1) bk. Sözler, Lemeat.



26. "Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir." cümlesini değerlendirir misiniz?

Önümüzde her tepside içi su dolu on tane bardağın bulunduğu iki tepsi farz edelim. Bu tepsilerden sol taraftaki tepsideki bardakların birinde zehir olsun. Bu tepsideki bardaklardan birinden su içersek, zehirlenme ihtimalimiz onda birdir.

Sağdaki tepsideki hiçbir bardakta zehir olmadığı için, zehirlenme ihtimali yoktur. Demek zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimalden bir ihtimal ile de olsa tercih edilir.

Hâlbuki günah ve sefahat yolundaki zarar ihtimali onda bir değil, onda dokuzdur. Böyle onda dokuzluk zarar ihtimali olan bir yolu tercih eden, o yolda nasıl lezzet alabilir?

"Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimalle şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır." (1)

İnsan dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için çok dikkat ettiği ve tavsiyelere kulak vererek yanlış yoldan döndüğü hâlde, günah ve haramların yolunda yüzde yüz ihtimalle ebedi bir zarara uğrayacağını haber veren binlerce doğru ve sadık insanların ikazlarını ciddiye almaması, en büyük  bir akılsızlık değil midir?

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.



27. "Ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır." cümlesini, "kırk vefiyattan bir kişinin kurtulduğu" cümlesi ile nasıl bağdaştırabiliriz?

Şunu hemen belirtelim ki, bir yerde vefat eden kırk kişiden, yalnız birkaçının kurtulması özel bir durumdur; o beldede yaşayan insanların İslâmî yaşantılarının olumsuzluğuyla ilgilidir. Bir başka beldede bu rakam üçte bir, başka bir yerde yüzde seksen olabilir.

“Ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır.”(1) cümlesi ise, müminin “havf ve reca” yani “korku ve ümit” arasında yaşaması ve onları ihtiyata sevk etmesiyle ilgilidir.

İslâm dini kişinin korku ve ümit arasında yaşamasını emreder. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin akıbetinden emin olmamalı, kendini mutlaka cennetlik olarak görmemelidir. Yine bir mümin, ne kadar günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli ve “Ben artık kesinlikle cennet yüzü göremem.” dememelidir. Kişi, ne Allah’tan ümidini kesip yeise düşecek ne de ameline güvenip ucba girecek.

Soruda geçen “onda kokuz ihtimal” ifadesi bize bu dersi vermektedir.

"Hüküm eksere göre verilir.", kaidesince ve Allah Resulünün;

 “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.”(2)

buyurduğu gibi, bir kişi şekavet yolunda bir ömür geçirmişse, sonunun felaket olması onda dokuz ihtimaldir. Tövbe edip yanlış yoldan dönmesi ise yüzde on ihtimalledir.

Ehl-i hidayetin yolunda durum bunun aksidir. İnsan bir ömür boyu imtihanda olduğu için, imanla ölmedikçe kendisi için yüzde yüz bir kurtuluştan söz edilemez. Kişi, bütün ömrünü hayır ve hasenatla, istikamet yolunda geçirdiği hâlde, Allah muhafaza, sonunda ayağı kayabilir, hidayet yolundan sapabilir. Bu bakımdan, hiç kimse kendisini garantide görmemeli, akıbetinden endişe etmeli ve hüsn-ü hatime için Rabbine sığınmalıdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.
(2) bk. Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431.



28. "İcma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır." cümlesini izah eder misiniz?

Burada zikredilen ehl-i ihtisas, ehl-i müşahede, ehl-i zevk ve ehli keşif ile peygamberler, âlimler, asfiyalar ve evliyalar kastedilmiştir.

Peygamberler iman hakikatlerini bizzat görmüş ve haber vermişlerdir. Âlimler ve asfiyalar da peygamberlerin verdikleri bu haberleri kuvvetli deliller ile ispat etmişlerdir. Evliyalar ise iman hakikatlerinden  bir kısmını görerek keşfetmişlerdir.

Üstadımızın tarzı hep şudur: Soru akla gelmeden cevabını verir ve böylelikle şüpheye fırsat vermez. Şöyle ki:

Mesela Üstadımız imanda ve ubudiyette menfaatin, fısk ve sefahatte ise zararın olduğunu beyan ettiğinde akla şöyle bir soru gelebilir: “Böyle olduğuna delil ne?”

İşte Üstadımız akla gelebilecek bu soruyu, “Buna delil, bu konudaki bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin şehadeti ve ehl-i zevk ve keşfin ihbarıdır.” ifadesiyle cevaplandırmış oluyor. Yani Üstadımız kendi sözüne bütün peygamberleri, âlimleri, evliya ve asfiyayı şahit yapmıştır.

Bu delilin izahı Yedinci Şua’da şöyle zikredilmiştir:

“Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar. Mesela, büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggül eden (uğraşan) ve gittikçe maneviyattan tebaud eden (uzaklaşan) ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”



29. "Dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır." kaidesi Müslümanlarda ve İslâm âleminde görülmüyor. Acaba Müslümanlar bu görevlerini eksik mi yapıyorlar?

Konuya iki yönden yaklaşmak gerekiyor. Birincisi, saadetle refah aynı şey değildir. Bir Müslüman, dünya nimetlerinden olabildiğince istifade edip hayatını rahat ve refah içinde geçirmek için çalışmalı, ancak bunların ruha huzur vermede kifayetsiz kalacağını da bilmelidir. Rahat ve refah, kalp ve ruhtan ziyade, nefsin meşru istekleridir.

Üstadımız saadeti şöyle ifade eder:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”(1)

İnsanın iki dünyada mesut olmasının birinci şartı imandır. Her şeyi Cenab-ı Hakk’ın mülkü ve O’nun tasarrufunda bilmek, O’na teslim olmak, gerekli sebeplere teşebbüs ettikten sonra tevekkül edip neticeye razı olmaktır. Böyle yapanlar iki cihan saadetine ererler.

Konunun diğer bir yönü ise Lemaat’ta “Elhakku ya’lu” bahsinde, dört ayrı yönüyle güzelce izah edilmiştir. 
Özetle;

 “Bu dünyada başarıya ulaşmak için konulan kanunlara, şartlara kim riayet ederse sonuca o ulaşır. Şeriat-ı fıtriye denilen bu kanunlara uyanlar -mümin olsun, kâfir olsun- bu itaatlerinin mükâfatını görürler. Aksi halde yine inançlarına bakılmaksızın sefalet ve mahrumiyete düşerler. Eken biçer, çalışan başarıya ulaşır. Bu noktada kişinin inancına değil, bu dünyada Allah’ın koyduğu fıtrî kanunlara riayet edip etmediğine bakılır."

"Öte yandan, hayatın hakkı umumîdir. Kime hayat verilmişse o hayat için gerekli şartlar da ihsan edilmiştir. Bu konuda yılan ile arı, akrep ile ipekböceği arasında bir ayırım yapılmamıştır.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(2) bk. age., Lemeat.



30. “Ahiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır.” cümlesinde ne demek istenmiştir?

Kâinata iman nazarı ile bakmak, saadet ve huzur kaynağı; küfür nazarı ile bakmak ise huzursuzluk ve azap kaynağıdır.

Mümin, iman gözlüğü ile kâinata ve olaylara baktığından, her şeyde bir huzur ve saadet bulurken, kâfir küfür gözlüğü ile kâinata ve olaylara baktığı için, o da her şeyde bir acı ve azap görüyor.

Denebilir ki, iman dünyada mümine küçük bir cennet hayatı, küfür ise kâfire küçük bir cehennem hayatı yaşatıyor. İman her şeyi insana dost yaparken, küfür her şeyi ona düşman yapıyor.

İman, nurlu ve ışıklı bir gözlük olduğu için, her şeyin içyüzünü ve hakikatini gösteriyor. Küfür ise, karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olduğu için, her şeyi çirkin gösteriyor. İşte bu cümlenin esas noktası bu manaya işaret ediyor.

Mesela kâfir, ölümü yokluk görürken, mümin ebedi saadetin başlangıcı olarak görür. Müminin bu inancı ona manevi bir cennet lezzeti verir.

Allah bu dünyada imanın ve ibadetin içine cennete işaret eden manevî hazları ve huzuru derc etmiş iken, küfrün içine de cehenneme işaret eden elem ve azapları yerleştirmiştir.

Burada Allah’a asker olmak, O’na iman ile intisap edip ibadet ile O’nun razı olduğu işleri yapmak anlamındadır. Yani bir mümin Allah’a iman edip O’nun emir ve yasaklarını yerine getirirse, hem Allah’a asker olmuş hem de bahtiyar olmuş olur.

İman ve ibadetin dünyada nasıl saadet getirdiğine Risalelerin çok yerlerinde değinilmiş. Risale-i Nurlardaki bütün iman küfür muvazeneleri bu meseleyi ders veren ayrı birer levha hükmündedir.