Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi,
“Namaz dinin direğidir.”(1)
Kul için en büyük tehlike namazdan uzak kalmak, Rabbine ibadet etmeden, bad-ı heva bir hayat geçirmektir. Böyle bir kişinin imanının tehlikeye girme ihtimali vardır. Cuma, bayram ve teravih namazlarında olsun, bu büyük ibadeti yerine getirenler binalarını yıkılmaktan bir derece kurtarabilirler. Üstadımız,
"Namaz, kalblerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbânîye imtisal ettirmek için yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır."(2)
diyerek, namazın insan fıtratına ne kadar lazım bir ibadet ve hizmet olduğunu beyan eder.
Öte yandan, namaz ve zekât birçok ayette birlikte zikrediliyor. Namaz bütün bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri temsil etmektedir. Genellikle namazını kılmayan kimseler hac ve zekât farizelerini de yerine getirmezler. Bu noktada, namaz bu farzların da direği gibidir.
Hem namaz diğer mahlûkatın ibadetlerini de içine almaktadır.
“Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envaını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Tirmizi, İman, 8.
(2) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi, 3. ayetin Tefsiri.
(3) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz, Üçüncü Nükte.
İnsan dünyaya iman, marifet ve ubudiyet için gönderilmiştir; asıl vazifesini ihmal etmemeli, dünyayı gaye edinmemelidir. Dünya işleri de ahiret hesabına olduğu sürece iyidir, aksi takdirde asıl vazifeyi terk etmektir. Dünya işlerinin geçici bir meşgale olduğu unutulmamalıdır. Allah dileseydi, nimetlerini vasıtasız olarak da ihsan ederdi.
Eğer dünya işleri insana kulluk vazifesini unutturuyorsa, o zaman bu işler onun düşmanı olurlar. Ama dünyalık işler kulluk vazifesine bir engel teşkil etmiyorsa, onların tümü de ibadet hükmüne geçer.
Mesela, bir inşaat işçisi günlük çalışması içinde vakit namazlarını kılıyorsa, inşaattaki bütün çalışma ve gayretleri ibadet olur ve ahiret hesabına yazılır.
İslam dini kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, zengin olup zekât vermeyi teşvik eder. Dünya işleri ile kulluk vazifesini birlikte ifa etmek lazım. Ne dünya için ahiret ihmal edilmeli ne de ahiret için dünya terk edilmelidir. Kulluk vazifesinin ihmal edilmesi ve ibadetlerin aksatılması durumunda, sadece dünyaya çalışmak ibadet yerine geçmez.
Netice-i hilkat: Yaratılışının gayesi, sebebi ve neticesi demektir. Mesela, Güneş’in netice-i hilkati, ubudiyet edilen bu dünyaya ısı vermek ve aydınlatmaktır. Bal arısının netice-i hilkati ise, ibadet edilen bu ortmda bal yapmaktır. Çünkü ibadet tümden kesildiği zaman kıyamet kopacak ve bunların vazifeleri de duaracaktır.
Canlı ve cansız, bütün mahlûkatın yaratılış gayesi ve netice-i hilkati vardır.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
fermanıyla Rabbimiz cinlerin ve insanların niçin yaratıldıklarını ifade buyurmuştur.
Bulutların netice-i hilkati yağmur, ipek böceğinin netice-i hilkati ipek, ağaçların netice-i hilkati meyve olduğu gibi, insanın netice-i hilkati de iman, marifet, ubudiyet, dua, zikir ve tefekkürdür.
Burada "yedi büyük günah" ifadesi belirtilmediğine göre, bütün büyük günahları anlamak daha mâkul olur. Zira, yedi büyük günahın dışında pek çok büyük günah vardır.
Üstad Hazretleri kebâiri, yani yedi büyük günahı şu şekilde izah ediyor:
"Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü'l-kebâir ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmaktır."(1)
Üstadımızın “Bu zamanda farzları yapan ve kebairi terk eden kurtulur.”, tespiti, bu dehşetli zamanın şartlarına tam uygun bir tespittir. Yedi büyük günahı işlemeyip, farzları yerine getiren kişi, inşallah imanını muhafaza etmiş olur.
Bir ayette mealen şöyle buyrulur:
"Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” (Nisa, 4/31)
(1) bk. Barla Lâhikası, 259. Mektup.
"SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir."(1)
Burada da görüldüğü gibi, en bahtiyar kişi bu dünyayı askeriye, kendisini de asker telakki edendir. Askerlik denilince öncelikle “emre mutlak itaat” akla gelir.
Her varlığın bir vazifesi olduğu gibi, bir askerin asıl vazifesi de talimdir. Bir asker vazifesinin dışındaki işlerle uğraşırsa, asıl vazifesini aksatır.
Asker, askerlik kurallarına itaat etmeye mecbur olduğu gibi, bir kul da Allah’ın emirlerine itaat edip yasaklarından sakınmaya mecburdur.
Bir askerin, “Benim tüfeğim”, “Benim palaskam” demesi, kendi malzemelerini diğer askerlerin malzemelerden ayırmak içindir. O eşyalar onun malı değildir, kendisine emanettir. Eğer o asker tüfeğini yanlış yerde kullanırsa, onu kırsa veya kaybetse emanete hıyanet ettiği için ceza alır. Tezkere alınca da üzerine zimmetli olan eşyalarını teslim etmek mecburiyetindedir. İnsana da verilen bütün cihazlar, duygular emanettir, istediği şekilde kullanamaz.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektub.
Bu gibi meseleleri değerlendirirken, şer'i şerifin, sünnetin ve Risalelerin tamamını beraber alıp öylece cümleye bakmak lazımdır. Çünkü kalp ve beden durumuna göre vaziyet ayrı değerlendirilir. Mesela, beden üzerine düşeni hakkıyla yaptıktan sonra kalp bu meselede duasını yapıp gerisinde tevekkül edip Allah'a havale eder.
Yani “düşünmemek”, dünyada hiçbir iş yapmadan “tembelce oturmak” demek değildir. Üstadımızın güzelce ifade ettiği gibi tevekkül; “Sebeplere riayet ettikten sonra neticeleri Cenâb-ı Hak'tan beklemek, bütün hayırları O’ndan bilmek ve yalnız O’na minnettar olmak” mânasındadır.
“…yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.”(1)
“Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ, dûn-himmetliktir.”(2)
Tarlasına tohumunu eken ve gerekli bütün şartları yerine getiren ve arkasında hayırlı bir netice için dua eden kişi, artık yağmurun yağıp yağmamasını, ekinlerini dolunun vurup vurmamasını düşünmez. O kendisine düşen vazifeyi yapmıştır, neticeye karışmaz.
Üstadımız, Lemeât adlı eserinde “Elhakku ya’lu” konusunu işlerken, Cenâb-ı Hakk'ın iki ayrı şeriatından söz eder. Birisi bildiğimiz şeriattır, diğeri ise kâinatta konulan sünnetullah kanunlarıdır. Sünnetullah kanunlarına uyanlar dünyada maksatlarına erer, başarılı olurlar.
Ekmeden biçmeyi bekleyenler Allah’ın irade sıfatından gelen şeriatına uymadıklarından “vazifeperver nefer” tarifinin dışında kalırlar, bunun cezası olarak da dünyada mahrumiyetler içinde meşakkatli bir hayat geçirirler.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(2) bk. Mektubat, Hakkat Çekirdekleri: 95.
Beşinci Söz'ün ana teması; dünya işlerinin namaza engel olmadığıdır.
Temsildeki seferberlik ve harp meydanı, içinde yaşadığımız kararsız, dağdağalı, kederli, fani şu dünya hayatıdır ki, kimse elindekini muhafaza edemiyor.
Ordu, içtimaî hayattır.
Vazifesine düşkün asker ise, farzlarını yapıp günahlarından kaçınan mümin ve mütttaki insanları temsil ediyor.
Acemi ve nefsine düşkün asker ise, sadece dünya hayatına hasr-ı nazar edip, geçim derdine düşen ve vazifelerini unutan günahkâr insanları temsil ediyor.
Talim, başta namaz olmak üzere farz ibadetleri, cihad ise nefis ve şeytan ile mücadele etmeyi temsil ediyor.
Erzak ve tâyinât ise, insanın dünyadaki nasibidir ki, O da Allah’ın takdirine bağlıdır. Allah kulunun yaşaması için gerekli olan rızkına kefildir. Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmeyen ve kısmetine razı olmayan kişi, kaderi tenkit ve Rabbini itham etmiş olur.
“... Maahâzâ Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.”(1)
İnsanı yaratan, onu bütün nimetleriyle besleyen, hasta olunca şifa veren Allah’tır; insanın asıl vazifesi ise, kulluktur. İnsan vazifesini yapıp, vazife-i ilahiyeye karışmamalıdır.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.
"Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, 'Ne yapıyorsun?' 'Devletin angaryasını çekiyorum.' der. Demiyor, 'Nafakam için çalışıyorum.'"(1)
Temsildeki askerin, kazanı kaynatması ve karavanayı yıkaması, insanın rızkı için çalışıp çabalamasına işarettir.
Nasıl ki, askerin rızkı ve tayinatı devletin garantisi altında ise, insanın dünya kışlasındaki rızkı da Allah’ın garantisi altındadır. Bu bakımdan, rızık için endişe edilmemelidir.
Bir askerin devlete güvenmeyip de rızık endişesiyle asıl vazifesi olan talim ve cihadı terk etmesi, dilencilik etmesi, ne kadar mantıksız ve devleti itham ise, insanın da geçimini temin için asıl vazifesi olan ibadeti ve namazı terk etmesi Cenâb-ı Hakk’ı itham ve kaderi tenkittir.
Burada askerlik yapanların iki vazifesinden bahsedilmektedir. Bunlardan birisi; padişahın vazifesidir ki, o askerlerin maişetini tedarik etmek ve beslemektir. Bunun için de hazırlattığı karavana gibi bazı işleri o askerlere yaptırabilir. İkinci vazife ise, askerin asıl vazifesi olan talim ve cihâddır.
Dolayısıyla askerin asıl vazifesi olmayan karavanayı yıkamak ve hazırlamak gibi işlerin karşılıksız yapılması, "angarya" olarak tavsif edilmiştir.
“Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise erzakını, libasını, silahını vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle –mesela– iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Beşinci Söz.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
Allah’ın insana en büyük ihsanı akıldır. İnsan bu nimet sayesinde hayvanlardan üstün olmuştur. Yüce Allah (c.c), Peygamberimiz (a.s.m) vasıtasıyla bizlere kendini tanıtmış, sıfatlarını, isimlerini bildirmiş, bu dünyada nasıl bir hayat geçirmemiz ve kendisine nasıl ibadet etmemiz gerektiğini öğretmiştir.
Peygamberler olmasaydı akıl bu sahalarda tek başına yürüyemez, hakikate ulaşamaz ve istikamette kalamazdı.
İnsan akıl sayesinde dünya nimetlerinden istifade etmekte, her şeyin yaratılış hikmetini anlamakta, dünya ve ahiret saadetini temin etmektedir.
Öte yandan, yaptığımız ibadetlerde bize düşen hisse pek azdır. “Teshilat ve yardım” buna da işarettir.
Meselâ, namaz kılmakta bize düşen hisseyi şöyle bir düşünelim: Dünyayı döndürmekle namaz vaktimizi getiren, okuduğumuz sureleri inzal eden, abdest aldığımız suyu ihsan eden, vücudumuzu namaz kılacak şekilde tanzim eden Allah’tır. Bize düşen hisse, sadece, namaza niyetlenmek, irademizi o istikamette kullanmaktan ibarettir.
Dördüncü Söz’de, “Namaz kılan kişinin diğer mübah dünyevî amellerinin de bir nevi ibadet hükmünde olduğu” haber veriliyor. Bu dünyevî işlerimizi de yine O’nun ihsanı ve yardımı ile görür, hedeflerimize öylece ulaşırız.
Vazife; iş, alan, mesuliyet gibi manalara gelir. Allah için mesuliyet manası kullanılmaz, kulluğa ve hikmete münafidir. Öyleyse insanlar için kullanılan mesuliyet ve sorumluluk Allah için kullanılmaz. O zaman Risale-i Nur'da ve sair dini eserlerde geçen ve Allah'a isnad edilen vazife tabiri için iş ve alan manası daha münasip düşer ve edebe uygundur. Mesela, "vazifeni yap, vazife-i İlahiyeye karışma" cümlesinde, insan için vazife mecburiyet anlamında kullanılırken, Allah için kullanılan da ise, işine ve alanına karışma anlamındadır. Çünkü Allah'ın iradesi sonsuz olduğu gibi, hakimiyeti de sınırsızdır. hiçbir işin veya kimsenin Onu zorlaması ve sorumluluk yüklemesi mümkün değildir.
Bilindiği gibi insan için iki çeşit fiil söz konusudur. Biri ızdırarî, diğeri ihtiyarî. Birincisinde kulun hiçbir rolü, hiçbir vazifesi yoktur. Dileyen de Allah’tır yaratan da. Organlarımızın çalışması, boyumuz, rengimiz, ırkımız bu gruba girer.
Bir de bu dünyaya imtihan için gönderilmiş bulunan insanın kendi iradesine bırakılan işler vardır. Bir örnek verelim:
Konuşmayı yaratan Allah’tır, ancak konuşmaya karar veren, konuştuğunda da doğru veya yanlış konuşmayı tercih eden kulun kendisidir. Burada tercih kulun vazifesi, konuşmayı yaratmak ise Allah’ın vazifesidir, yani bu iş O’nun yaratmasıyla meydana gelir. Bu ikinci fiillerde, kul cüz’i iradesini sarf ettikten sonra, neticeyi Allah yaratır.
Cenâb-ı Hakk'ın ezelde takdir ettiği bir hüküm vardır:
“Kulum cüz’i iradesini neye sarf ederse -hikmetim de iktiza ederse- ben küllî irademle onu yaratayım.”
“Kulum sebeplere teşebbüs etmedikçe ben müsebbebleri (neticeleri) yaratmayayım.”
Bu takdiri yapan Allah’tır. Kur’an-ı Kerim'de bu ve benzeri kanunlar için “sünnetullah” tabiri geçer.
“Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. …"
"Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”(1)
(1) Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.
Bir kimsenin, geçim derdini bahane ederek namazı ve diğer farz ibadetleri terk etmesi, kendisi için büyük bir hüsrandır. Böyle düşünmekte Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini itham etmek, O’na güvenmemek, rızkından endişe etmek gibi birçok hatalar vardır.
Bu konuyu Yirmi Sekizinci Lem’ada geçen şu bölüm ile beraber mütalaa etmek faydalı olacaktır:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ - مَاۤ اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَاۤ اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ - اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
[“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum ve beni yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır.” (Zariyat, 51/56-58)]
(...)
“İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, ayet-i kerime diyor ki:'Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.' ”(1)
Bu makamda bir ayet-i kerime ile bir hadîs-i şerifi nakletmek istiyoruz.
“Nice Allah erleri vardır ki ne ticaret ne de alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur, 24/37)
İbn-i Ömer (r.a.)’den nakledilmiştir. Resulullah Efendimiz (sav.) şöyle buyurdu:
“Kim bütün dertleri tek bir dert yaparsa (yani derdi sadece Allah’ı razı etmek olursa) Cenâb-ı Hak, onun dünya ve ahiret işlerinden dert ettiği her şeyine kâfi olur. Kim de dertlerini çoğaltırsa, Allah Teâlâ onun dünya vadilerinden hangi vadide helak olduğuna bakmaz.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, Yirmi İkinci Nükte.
(2) bk. Hakim, 7934; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 1744.
Yüce Allah, hayret verici sayısız fiilleri gözümüz önünde icra etmektedir.
- Ölü yumurtalardan hayat sahibi kuşları çıkartmak…
- Nutfe denilen su damlacıklarından hayat sahibi mahlûkları yaratmak…
- Çekirdek ve tohumlardan, hayat sahibi bitki ve ağaçları yaratmak…
Cansız elementlerden hayat fışkırmakta ve yeryüzü hayat sahipleriyle dolup taşmaktadır. Bu maddelerin, kendilerinde olmayan hayatı başkalarına vermeleri elbette düşünülemez. O hâlde gözümüz önündeki bu hayat, ancak ve ancak Hayy-u Kayyum olan Allah’ın yaratmasıyla olabilir.
Hayatın önemli bir şartı, atmosferin hayata elverişli tarzda hazırlanmasıdır. Gazların bugünkü hâlleriyle bir arada bulunmaları ihtimali, yok denecek kadar küçüktür.
Bir başka şartı Güneş'tir.
Hayat için su da şarttır. Suyun kaynağı ise okyanus ve denizlerdir. Dünyamızda saniyede 16.000.000 ton su buharlaşır, rüzgârlarla dört bir yere dağılır ve ihtiyaç olan bölgelere bırakılır.
İşte hayat, böyle “parlak bir mu’cize-i sanat-ı Samedaniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbaniyedir.” Elbette bu hayatı kim vermiş ise, onu rızıkla beslemek ve idame etmek de O’na aittir.
Üstadımızın ilk önce “Hayatın bir mu’cize-i sanat ve harika-i hikmet olmasından” bahsetmesi, sonra da “Rızıkla hayatı beslemek ve idame etmek” vazifesinin Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu beyan etmesi çok manidardır. Üstadımız bu tertip ile sanki şu mânaya dikkat çekmektedir:
“Ey insan! Sen hayatın devamı için sadece rızkın kâfi olduğunu mu zannediyorsun? Hayatın icadı ve devamı için binlerce sebebin bir araya gelmesi şarttır. Bu sebeplerden bir tanesi olmasa hayat söner, devam etmez. Rızık ise bu sebeplerden sadece bir tanesidir!”
"Evet, en parlak bir mucize-i san’at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur, Ondan başkası olmaz." (1)
Samed; “Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil” demektir. Canlı olsun cansız olsun, bütün varlıklar, yoklukta kalmayıp varlık âlemine çıkmakla, Samed ismine ayna olmuşlardır. Ancak bu konuda en parlak ayna hayattır. Hayat denilince, en mükemmel hayat olan insan hayatı akla gelir.
Mu’ciz, âciz bırakan demektir. Peygamber mucizelerini diğer insanlar yapmaktan âciz oldukları gibi, bu âlemdeki kudret mucizelerini yapmak da beşer takatinin çok ötelerindedir. Hayatın kendisi de bir mucizedir. Bu ilâhî eserin taklidi mümkün olmamıştır. Hayat bir mucize olmakla birlikte, onun hizmetine verilen su, hava, güneş, mevsimler, rızıklar da birer mucizedir. Onların yapılması da ancak Allah’a mahsustur.
“Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini hacatına göre tertib ve tezyin eder…”
"…İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir."(2)
Bir meyve ağacı ilim ve hikmetle terbiye gördüğü ve meyve verecek şekilde programlandığı gibi, insan hayatı da bir İlâhî terbiyeden geçmekle iman, marifet ve irfan sahibi olmaya istidatlı bir hale getirilmiştir. Şu var ki, bu kabiliyetin yerinde kullanılıp kullanılmaması, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, insana bırakılmıştır.
İnsan, aklını yerinde kullanırsa o manevî ağaçtan nice faydalı meyveler alabilir. Aksi halde çok zararlı neticeler de yine o aklın zehirli meyveleri olarak boy gösterirler. Kalbimiz ve bütün his dünyamız da böyledir. İnsanın kalbine konulan sonsuz muhabbet hissi, Yüce Allah’ı ve O’nun sevgili Habib’ini sevmek için konulmuştur.
Hayat ruhun bir sıfatıdır. İnsan ruhu hayat sahibi bir varlıktır. Bitkiler gibi ruhsuz varlıklarda da “yarı canlı” bir hayat vardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Beşinci Söz.
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Üçüncü Pencere.
Burada asıl mesele; helal rızık ile kuvvet ve zekâ arasında, ters bir orantının olmasıdır. Yani bir canlı ne kadar kuvvetli ve zeki ise, helal rızık ona o kadar zorlaşır ve nazlanır, bir şey ne kadar da zayıf ve aptal ise, rızık ona o kadar kolay ulaşır. Üstadımız bunu ispat etmek için, hayvanlar ve bitkiler âleminden misaller vermektedir.
Mesela; balıklar gayet aptal ve zayıf fıtratlı olmalarına rağmen, acı bir su ve basit bir kumdan başka olmayan o sularda gayet güzel beslenirler, rızık noktasından zahmet çekmezler. Eti kemiğine yapışmış bir balık yoktur, hepsi de semizdir.
Tilkiler balıklara nisbetle daha kuvvetli ve kurnaz hayvanlardır; ama rızık noktasında balıklar gibi kolay ve rahat beslenemezler. Tilkilerin ekseri zayıftır.
Üstad Hazretleri maddeci ve inkârcı felsefenin görüşlerini şöyle nazara verir:
1) Her şey kendine mâliktir ve kendine yeterlidir.
2) "Hayat bir cidaldir. Bu mücadele güçlü olanın zaferiyle neticelenir.”
Üstad Hazretleri bu fikre kâinat çapında bir kerem düsturu ile cevap vermektedir.
Üstad bunun için hayvanların balıklar gibi en aptalları ile tilki ve maymun gibi en zekilerini karşılaştırır. Aptalların semizliğini ve zekilerin zayıflığını nazara verir.
Anne rahmindeki bir bebek, ağzını bile kımıldatmadan göbek kordonundan beslenir. Dünyaya gelince ağzını annesinin memelerine yapıştırması gerekir; biraz güçlenince çiğneme zahmetine katlanır. Kuvveti artınca ve ihtiyaçlarını kendi başına karşılayacak bir olgunluğa erince, artık anne ve babanın himayesi kalkar.
Görüldüğü gibi güç geldikçe, akıl ve fikir kuvvetlendikçe rızık nazlanmaya başlıyor.
Demek ki; “Rızk, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor.”
"Geliyor" vurgusu kerem hakikatine işaret ediyor. Yani rızık, canlıların kendi güçleriyle koparıp aldıkları bir ganimet değil, doğrudan doğruya rahmet ve kerem sahibi bir Zat’ın ikramıdır. Yüce Allah, âcizliğini, fakirliğini hisseden mütevazi mahlûklarına daha çok ihsanda bulunur.
Kâinat çapındaki bu kerem kanununu nazara veren Üstad, aynı şeyin insanın şahsî ve içtimaî hayatında da kendisini hissettirdiğini bildiriyor. Üstadımız aklına ve kuvvetine fazla güvenen ve hırsla rızk peşinde koşanların halini şöyle tasvir etmektedir:
“Hem çok ediplerin ve çok ulemanın fakr-ı hali ve çok aptalların servet ve gınâsı dahi gösteriyor ki, celb-i rızkın medarı zekâ ve iktidar değildir, belki acz ve iftikardır, tevekkülvâri bir teslimdir ve lisan-ı kal ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır.”(1)
Risale-i Nur, kâinat çapındaki bu kanundan almamız gereken dersi ve takınmamız gereken tavrı: “Şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine itimad...” olarak özetliyor. Bunlar Kur’an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin en çok nazara verdiği hususlardır.
“Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Allah bunlarla ancak, dünyada kendilerine azab etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 9/85)
“Ey Muhammed! Sen onları bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlıklarıyla baş başa bırak! Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlatla onların iyiliğine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar farkına varmıyorlar!” (Mü’minun, 23/54-56)
Dipnotlar:
(1) Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Altıncı Risale.
(2) a.g.e., Yirmi İkinci Mektup, İkinci Mebhas.
"Evet, en parlak bir mu'cize-i san'at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz... Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi)."(1)
Üstat, Lemeat adlı eserinde “Hayatın hakkı şâmil ve ammdır.” buyurur. Rızık, hayatın hakkıdır. Allah neye hayat vermiş ise onun rızkını da veriyor. Rezzak ancak O’dur. Buna bir misal olarak da en aptal hayvanların en iyi beslenmeleri nazara veriliyor.
Bu misali insanlara teşmil edemeyiz ve “En aptal insanlar en iyi beslenirler.” diyemeyiz. Üstad Hazretleri, “İnsana cüz’i irade verildiğinden ve yine insanın kuvvelerine bir had konulmadığından muamelatta zulümlerin ortaya çıktığını” ifade ediyor. Bununla beraber bazı tilki zekalı kişilerin yarı aç yarı tok dolaşıp, safi zihinli insanların çok sağlıklı ve güzel beslenmesi de ihmal edilmemelidir.
İnsan zalim olmamalı, mazlum olmamak için de iradesini ve kuvvetini kullanmalıdır. Aksi halde, hakkını başkalarına kaptırır ve perişan bir hayat geçirmeye mahkûm olur.
Şu var ki, paranın ve servetin rızık olmadığını da unutmayalım. Parayı biz kazanabiliriz, ama rızık olan şeyleri kendimiz yapamayız, meyve için ağaca, balık için denize muhtacız. Onlar, Allah’ın askeridir ve O’nun ihsanını bize takdim eden birer “tablacı” hükmündedirler.
“Küre-i arz mağazasından me'kulât ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip, ne kadar pahalı alacaksınız? Çünki o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir.”(2)
Paramızın fazla olması durumunda büyük gayrimenkuller satın alabiliriz, fabrikalar kurup işyerleri açabiliriz; ama rızkımızı aynı ölçüde artırdığımızı söyleyemeyiz.
Rızık, Allah’ın sonsuz ihsanlarından, bizim faydalanabildiğimiz kısımdır. Aşırı zengin olmalarına rağmen, gerek iş yoğunluğundan gerekse sağlık durumundan dolayı istedikleri her şeyi yiyemeyen insanların sayısı az değildir.
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
“İnsanoğlu 'malım malım' der. Halbuki âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka, kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terk eder ve insanlara bırakır).” (Müslim, Zühd 3-4)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Beşinci Söz.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.
Üstad'ın bu dersi insanları çalışmamaya değil, helal rızık ile iktifa edip, hırsla harama girmemeye ve diğer insanların hakkına tecavüz etmemeye bir davettir.
Bütün hayvanların rızıkları İlâhî ilham ile kendilerine bildirilmiş, mideleri bunları hazmedecek biçimde, bütün organları da bunlardan faydalanacak şekilde planlanmıştır. Buna zıt bir yolda gitmek onlar için mümkün değildir. “Ata et, aslana ot” verilmez. Bugün üç milyondan fazla olduğu söylenen hayvan türlerinin bütün rızıkları, acz ve fakrlarına bir imdat olarak rahmet hazinesinde hazırlamış ve kendilerine verilmiştir. İnsan bu türlerden sadece birisidir. Bütün canlı türlerini rızıklandıran Allah, insanı da açlıktan öldürecek değildir.
Şu var ki, insana cüz’i irade verildiği ve yine insanın kuvveleri sınırlı tutulmadığı için, insanlar hırs ile birbirlerinin haklarına da tecavüz etmekte ve haram yollardan servet sahibi olma yoluna da gitmektedirler. Bu gibi kimseler çok âciz ve fakir bir varlık olduklarını, bu kâinatı ve içindeki her şeyi onlara Allah’ın ihsan ettiğini, hakkına tecavüz etmek istedikleri kimselerin de Allah’ın kulu olduklarını düşünseler ve helal rızka kanaat etseler, gasp ve zulüm yoluna girmeseler, insanlık âlemindeki haksızlıklar ortadan kalkacaktır.
“Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir."
"Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi latîf bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksan ve mülevves rızıklarına saldırması; davamızı parlak bir surette ispat ediyor.”(1)
(1) bk. Lem’alar, On Dokuzuncu Lem'a.
“Ziraat, sanat, ticaret” ve bu üç temel unsura hizmet eden “memuriyet” ve "işçilik" gibi meşrû yollarla elde edilen rızık, helal rızıktır.
Hırsızlık, gasp, rüşvet, kumar, ihtikâr, zulümle elde etme, faiz gibi gayrimeşru yollarla elde edilen rızıklar ise, haram rızıklardır.
Bir askerin, talimini ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik etmesi demek, devlete karşı olan güvensizliği demektir. Derd-i maişet için namazını terk eden kişi de Allah’a tevekkül etmemiş olur.
Tevekkülle ilgili bazı âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse, Allah ona yeter.” (Talak, 65/2-3)
"De ki: Gerçekten Rabbim kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediği kimsenin rızkını daraltır. Her neyi hayra harcarsanız onun yerine başkasını verir. Muhakkak ki O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39)
İbn-i Abbas (r.a.)’ın rivayet ettiği bir Hadis-i Şerifte Resulullah (sav.) şöyle buyurmuştur:
“Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşlar gibi rızıklanırdınız. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde, akşam kursakları dolu olarak dönerler.”(1)
Hz. Enes (r.a.) şöyle dedi:
“Nebi (s.a.v.) zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri ilim öğrenmek için Peygamberimize (s.a.v.)’e gelir, diğeri de geçimlerini temin için çalışırdı. Bir gün çalışan kardeş, ötekini Nebi (sav.)’e şikâyet etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor ve rızıklandırılıyorsun!”(2)
Ebu Derda (r.a.) rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kulun rızkı, (onu) ecelinin kendisini aradığından daha fazla arar.”(3)
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakir gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.”(4)
Dipnotlar:
(1) bk. Tirmizi Zühd 33; İbni Mâce, Zühd 14; İbn Hanbel,1/332.
(2) bk. Tirmizi, Zühd 33.
(3) bk. Taberânî'nin Kebîr / İbni Adiyy'in el-Kâmiti.
(4) bk. Tirmizî, Kıyamet 31, 2467.
İnsanın farz olan ibadetlerini aksatmadan, helal dairede rızkını araması ve nafakası için çalışması hem güzeldir hem de ibadettir. Sadece ibadet ile meşgul olup çalışmamak, başkalarına yük olmak doğru değildir. Bu, İslâm dini ile de bağdaşmaz.
Dünya, Rezzak olan Allah’ın türlü nimetlerinin pişirildiği bir mutfaktır. İnsan bu mutfaktan tayinatını, yani rızkını ve nafakasını aramak ile mükelleftir. Bunu yaparken de kulluk vazifesi ihmal edilmemeli, ibadetler aksatılmamalı, hırs gösterilmemelidir.
Çalışmanın ibadet olduğunu ifade eden bazı âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri nakledelim:
“Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.”(Cuma, 62/10)
“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4)
“Kim el işinde yorulursa bağışlanmış olarak akşama kavuşur.” (Mecmuu'z-Zevaid, Kitabu'l-Buyu, 9/24; H. No: 6298)
“Allah elinden iş gelen sanatkar mümin kulu sever.” (Taberani, Evsat, 8/80; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2/88)
Üstad Hazretleri; insanın fıtratında “cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş, ihsana karşı sevmek vardır” buyurur. Bu fitrî görevin Kur’an'ın bildirdiği ve Resulullah Efendimiz (a.s.m.)'in öğrettiği şekilde yapılmasıyla ibadet ortaya çıkar.
İnsandaki cihazların ibadet için verildiği, Yirmi Üçüncü Söz’de geniş bir şekilde izah edilmiştir. Özet olarak:
İnsan sonsuz âciz ve fakir yaratılmıştır. Her insan, bedenindeki organlar gibi, haricî âlemdeki havaya, suya, bitkilere, hayvanlara, Ay'a, Güneş'e de muhtaç olduğu için sonsuz fakirdir. Bunların hiçbirini kendi gücüyle yapamayacağı için de sonsuz âcizdir. İşte her vicdan bu mânayı idrak eder; her insan kendisinin kul olduğunu, bütün bu eşyanın da ancak Allah’ın ihsanıyla ona hizmet ettiklerini yakinen bilir. Bu da sonsuz bir şükrü gerektirir. Bu şükür görevi ise, başta namaz olmak üzere, ibadetlerle yerine getirilebilir.
Öte yandan, insanın istidadı bütün hayvanlardan çok daha üstündür. İnsandan daha az sermayesi olan hayvanlar hayatlarını rahat bir şekilde idame ettirirler. İnsana verilen bu büyük sermaye sadece bu fani dünya için değildir.
İnsan kalbi ancak Rabbini bilmekle, O’nu tanımakla, zikir ve ibadetle tatmin olmaktadır. İnsan, ölümün hiçlik olmadığını bilir. Eğer ebedî bir hayat olmazsa insana verilen bu büyük sermeyenin ve istidadın bir mânası olmazdı. Allah’ın hikmet ve rahmeti buna müsaade etmez. Bütün bunlar, insanın ebedî bir hayat için yaratıldığının delilidir.
İşaratü'l-İ'caz'da denildiği gibi;
"İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir."(1)
(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 21-22. Ayetlerin Tefsiri.
Bu ifadeler, insanın ibadet için yaratıldığının delilidir. Sinek dünyaya gelir gelmez uçar, balık yüzer, bal arısı bal yapar, ipek böceği de hemen ipek dokumaya başlar. Bunlar gibi her bir varlık, bu âleme gelir gelmez başka bir âlemde talim görmüş, terbiye edilmiş gibi, hayat şartlarına uyum gösterir ve hayatına lazım olan şeyleri rahat bir şekilde temin eder.
Hâlbuki insan ancak iki yaşına geldiğinde yürür, on beş yaşında ancak zararı ve menfaati ayırt eder, ölünceye kadar da öğrenmeye muhtaçtır. İnsan, dünya hayatına lazım olan her şeyi tahsil etme cihetinde en edna bir serçe kuşuna bile yetişemez. Ne onun gibi uçabilir ne onun gibi zahmetsiz rızkını bulabilir ne de onun gibi hayatına lazım olan şeyleri kolayca temin edebilir.
Hayvanın aklı olmadığı için de geçmişin hüzünleri ve geleceğin korkuları onun hazır lezzetini bozmaz. Bulunduğu andan tam lezzet alır. Fakat insan, akıl itibariyle geçmiş ve gelecek ile alakadardır. Geçmişte yaşadığı hüzünler ve gelecek endişesi onun huzurunu kaçırır, lezzetini eleme çevirir. Hayvan ise kesilmeye giderken bile ölümü düşünmez.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, mesela, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik, insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi, ruhani ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır."(1)
Ancak hayat-ı uhrevîyenin levâzımâtı olan ilim, tefekkür, iftikar, dua ve ibadet hususunda insan hayvanatın sultanıdır. Hiçbir mahlûk insan gibi ilim tahsil edemez, dua ve ibadet yapamaz, tefekkür edemez ve fakrını ilan ile Rezzak-ı Kerim’in kapısını çalamaz.
O hâlde insan bu âleme sadece rızkını temin etmek için gönderilmemiştir. Eğer öyle olsaydı, serçe kuşu gibi hayat şartlarına kolayca uyum gösterir ve hayatına lazım olan şeyleri kolayca temin ederdi. Ama durum öyle değil!
Bunun asıl sebebi ise onun iman, marifet, ilim, tefekkür, dua ve ibadet etmesi, âczini ve fakrını derk ederek Kudret-i İlahiyye ve Rahmet-i Rabbaniye iltica edip secde etmesidir.
İnsan cihazat olarak hayvandan yüz derece daha üstündür. Sadece insana verilen akıl nimeti hayvanın tüm cihazatından kıyas kabul etmeyecek kadar üstündür. Ustad Hazretlerinin ifade ettiği gibi; “İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir...”(2)
Hayvanların çok sade bir hayatları vardır; ilimden nasipleri yoktur. Sadece ilâhî ilhamla görevlerini yerine getirirler. Mesela, bir koyun nefes alırken, havayı tanımaz, içine çektiği havanın ciğerlerine gittiğini, böylece kanının temizlendiğini bilmez. Zaten kanın ne varlığından haberi vardır ne de vazifesinden. Karanlık olunca uyur, ışıklarla uyanır; dünyanın döndüğünü, böylece gecenin gidip gündüzün geldiğini bilmez.
Bütün bunları bilmemesi onun için bir nimettir. Çünkü kendisine verilen cihazlar ile mevcut işinden fazlasını yapacak halde değildir; bilip de rahatsız olmaması için kendisine çok şeyler bildirilmemiştir. Bu hayatın ölümle son bulacağının farkında değildir, çünkü bunu bildiğinde ölüm ötesi için daha fazla çalışacak değildir.
İftikar noktasında da hayvan insanın çok gerilerindedir. Neyin fakiri olduğunu bilmediği gibi, muhtaç olduğu şeyler de insana nisbeten çok azdır.
İnsan bütün bu ihtiyaçlarını bildiğinden ve sonsuz aczine de vakıf olduğundan, her şey için Rabbine niyazda bulunur, tazarru ve dua eder. Her ihtiyacı için O’nun rahmet kapısını çalar.
İşte kendi mahiyetini böylece bilen insan; “Her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nazır, her mekânda hazır” bir Kadîr-i Zülcelale “iman ile intisap eder ve ubudiyetle hizmetine girer.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Lem'alar, On yedinci Lem'a, Dördüncü Nota.
(3) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
İnsan, yaratılış gayesi olan iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi sadece dünyanın zevk ve lezzetlerine dalarak bütün gayesini dünya zevki olarak görürse, zevk ve lezzet noktasında serçe kuşuna yetişemez. Buradaki neferden maksad ise, serçe kuşunun bir ferdi anlamındadır. Bir insan bir nev gibi camiiyyet sahibi iken, sadece dünya hayatını gaye yapsa, o zaman serçe kuşunun bir ferdi ve neferi gibi kıymetsizleşir.
İnsana verilen o büyük istidat, fıtratına konulan sayısız hisler ve duygular Rabbini tanıması, O’na iman ve ibadet etmesi ve ebedî hayatını kazanması için verilmiştir. Hayvanların sermayesi ise, dünyadaki vazifelerini görmek ve ücretlerini peşin almak için verilmiştir. İnsan keyif almak ve safa sürmek için yaratılmamıştır. Serçe kuşunun misal verilmesi de buna işaret etmektedir.
“... Demek ki insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. Yani 'Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?' bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kādıyü’l-Hâcat’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a’lâ-yı ubudiyete uçmaktır.”(1)
Çünkü insanın başındaki akıl, geçmişin hüzünlerini geleceğin endişelerini getirerek hazır lezzetini bozar, dünyadan tam lezzet almasına mani olur. Hayvanda akıl olmadığı için, her anından tam lezzet alır. Az sonra kesilecek olan bir hayvan, aklı olmadığından bundan haberdar değil, hatta önüne konulan otu yemeye başlar.
Diğer taraftan insan, her şey ile alakadar olduğu için, her üzücü hâdiseden rahatsız olur, uykuları kaçar.
Fakat insan iman, ibadet, marifet, tefekkür noktasında Allah’ın en üstün mahlûku ve arzın halifesidir. Bunun şuurunda olan bir insan dünyada en bahtiyar bir misafirdir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Allah’ın rızasını kazanmak, cennete layık bir kıymet almak ve cehennem ateşinden halas bulmak için iman ve salih amel şarttır. Kimi insan İlahî rıza peşindedir, kimisi cenneti kazanma arzusunda, kimisi de cehennem ateşinden kurtulmanın peşindedir. Bu üç gaye de makbuldur.
"Uhrevi hayat" tabiri, bu üçünü de içine alan geniş bir kavramdır. Dünya hayatı ise, bu maksada ulaşmada bir vesiledir. Şayet insan sadece dünya hayatına dalar, onun fani lezzetlerinin peşinden koşarsa, Allah’ın rızasına mazhar olamaz.
Hayatını istikamet üzere geçiren bir insan, Allah’ın rızasını kazanır ve ebedî saadete nail olur. İman ve ibadet insanı en yüksek makamlara çıkarır, küfür ve isyan ise en aşağı bir dereceye indirir.
Demek asıl olan Allah'ın razı olduğu filleri işlemek ve O'nu razı etmektir. Başka talepler ve makamlar istenmez, çünkü bunları istemek işlenen ubudiyete ve amellere zarar verir, kulluğu da o oranda basitleştirir. Fakat zayıflar için bu taleplere olumlu bakılmış, ama tahkiki iman sahiplerine İlahi rızadan başka şeylerin talep edilmesine hoş bakılmamıştır. Çünkü zaten İlahi rıza tecessüm etse, cennet, saadet-i ebediye ve cehennemden uzaklaşma dediğimiz meyveler çıkar.
İnsanın nazlı olması çok yönlüdür. Bir risalede “nazeninane beslendiğimiz"den söz edilir. Sadece beslenmemize dikkatle baksak, ne kadar nazlı bir kul olduğumuz açıkça görülür. Bizim hizmetimize verilen hayvanlar ağızlarını yerlere sürterek rızıklarını temin ederken, insana el ile tutma, yemeğini pişirme gibi nice ihsanlarda bulunulmuştur. Yediklerimizin enva-i çeşit olmasının ayrı güzellikleri malum.
Öte yandan, insan, “sair sekenelerde tasarruf” yetkisine sahiptir. Yani hizmetine verilen hayvanları dilediğinde kesip yiyebilmekte, onların “tesbihatlarına müdahale” edebilmektedir. Bu da nazlı bir varlık olmanın ayrı bir yönüdür. Misalleri çoğaltabiliriz.
Günümüzün en lüks seyahat vasıtası olan uçakta bile sessiz bir yolculuk yapılamıyor. Motorun gürültüsü az da olsa insanı rahatsız edebiliyor. Dünyamız kendi etrafında saatte 1670 km, Güneş'in etrafında ise saatte 108 bin km. hızla döndüğü halde, bu hareketin hiç farkında olmuyoruz. Kur’an-ı Kerim'de, dünyanın insan için bir beşik olduğu haber veriliyor. Sanki bu beşikte istirahat eden nazlı yavrunun rahatsız olmaması için beşik çok dikkatle ve sessizce hareket ettiriliyor.
Kanımız nefesimizle temizlenirken de hiçbir şey duymuyoruz. Bu temizlik de nazlı misafire uygun olarak yapılıyor. Bir saniyede 50 milyon hücremizin değiştiğinden hiç haberimiz olmuyor. Hâlbuki bir bina yıkılıp yerine yenisi inşa edilirken, ne kadar zorluklar ve çevre için ne kadar sıkıntılar ortaya çıktığını yakinen biliyoruz.
Bu kadar nazlı bir hayat süren insanın, bütün bu nimetlere karşı Rabbine iman ve itaat etmesi, sebeplere gönül bağlamaması, onlara yalvarırcasına zillet göstermemesi gerekir.
Naz makamıyla bu konunun fazla ilgisi yok. Bir kısım evliyalar Vedûd isminin tecellisiyle bazen öyle bir noktaya varıyorlar ki, dillerinden (görünürde bizim ölçülerimize uygun düşmeyen) bazı naz cümleleri dökülebiliyor. Üstad Hazretleri, “Senin hakkın naz değil niyazdır.” buyurarak bu kapıyı kapatıyor. Yani senin bu kadar nimetlere karşı, ilahi emirlere karşı hakkın küçük bir çocuk gibi naz etmek değil, büyük ve değerli bir misafire yakışan niyaz ve ciddiyet içinde olmandır.
Mükerrem; “ikrama mazhar olmuş kimse” demektir. İnsana yapılan bu İlâhî ikram,
“Andolsun biz Âdemoğullarını üstün kıldık, şan, şeref ve nimetler verdik.” (İsrâ, 17/70)
"Muhakkak, biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir biçimde) yarattık.” (Tin Sûresi, 95/4)
gibi birçok âyet-i kerîmede haber verilmiştir.
Muhterem ise, “hürmet edilen, hürmete lâyık” mânasınadır. Meleklerin Hazret-i Âdem’e (a.s) secde etmeleri bu hürmetin en güzel ifadesi olduğu gibi, arzın halifesi olan insana bütün hayvanların ve bitkilerin hizmetkâr olmaları da bu hürmetin bir başka ifadesidir.