Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Altıncı Söz Sorular ve Cevaplar

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:32    Güncellendi: 21.02.2025 21:32

Altıncı Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır." ayet-i kerimesinde, geçmiş zaman kipinin kullanılmasını nasıl anlamalıyız?

وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ

"Rabbin Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? 'Elbette öyle! Şahitlik ederiz.' dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu.' demeyesiniz." (A'raf, 7/172)

Bu ayet-i kerimeye genel anlamda "Allah ruhları bezm-i elestte yarattığında, onlara Rabliğini teyit ettirmiş ve onları da şahit tutmuştur." manası verişmiştir. Ayrıca bazı tefsirlere göre de "anne rahminde olan ceninlere bu hitap her zaman yapılmakta ve onlardan bu şahitlik alınmaktadır." İşte bu ayete ve tefsirlerine bakıldığında, o zamandan mümin olanlar bu ahitlerine sadık kaldıkları için cennet ilahi lütufla girmektedirler. 

Üstadımız da bu konuda aynı mealde şunları söylemektedir: 

"Evet İsrafil'in borusu olan Sur'u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel canibinden gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ  hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha müsahhar ve muntazam ve muti'dirler. "(1)

Evet, Allah’ın ilmi, ezelî olduğu için, geçmiş ve gelecekteki her şey O’nun nazarında şimdiki zaman gibidir. Yani Allah’ın ezelî ilminde zamanın üç hali diye bir şey yoktur, geçmişi de geleceği de hâli de birlikte bilir. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kur’an'daki zaman kipleri Allah’a değil, insanlara bakar. Yani zamanın kayıtları insanlar için geçerlidir.

Allah, ezelî ilminde kimin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satacaklarını bildiği için, olmuş gibi hitap ediyor. Yani mazi sigasını kullanıyor, ama biz zaman tünelinin içinde olmamız nedeni ile bu hâdiseye geçmiş nazarı ile değil, gelecek nazarı ile bakarız. Zira bizim açımızdan satıp satmama olayı istikbale aittir, yani gaybîdir.

Özetle; Allah mazi hitabı ile ilminin ezelîyetine işaret ediyor.

(1) bk. Şualar, İkinci Şua, Uzunca Bir Haşiye. (Sözler, Onuncu Söz, Zeylin Üçüncü Parçası).



2. "Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." ayeti ile "Cennet fazl-ı İlahidir." ifadelerini nasıl anlayabiliriz?

"Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır...(Tevbe, 9/111)

İnsan imanı ve ibadetleri ile cenneti hak etmiş olmuyor. Çünkü insanın iman ve ibadeti, verilmiş nimetlerin bile karşılığı olamazken, ebedî bir cennete karşılık olması mümkün değildir.

Yani Allah, "cennet sizin ameliniz karşılığı değil, ama amel ederseniz size onu amelinizin karşılığı imiş gibi bahşedeceğim" diyor. Yani cennet nimetini iman ve amele şart koşuyor. Cennetin amelimize şart koşulması, onu hak etmiş olduğumuz anlamına gelmiyor.

Meselâ, cömert ve zengin bir adam, muhtaç ve fakir bir adama şefkat ve merhametinden dolayı dese ki; "Sen benim şu küçük işimi yap, ben sana çok büyük bir hediye veya ücret vereceğim." O muhtaç adam gider, o işi yapar; o zat da vaat ettiği ücreti hak etmediği halde ona verir. Şimdi o adam; "Ben bu büyük ücreti alnımın teri ile almaya hak kazandım." dese, o cömert adamın faziletine ve ihsanına mukabil nankörlük etmiş olur.

Aynen bunun gibi, insanın imanı ve ameli de cennete girmeye bir vesiledir ve onun şartıdır; ancak cennet Allah’ın fazlıdır. Bizler Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun hareket edersek, O’nun şefkat ve merhametini celb etmiş oluruz. Cennet imanın karşılığı, oradaki dereceler ise salih amellerinin çokluğu nisbetindedir.

Ayrıca Cennet Allah'ın ihsanıdır. Lakin cennetteki mertebe ve nimetler ise, yapılan amel ve taate göre farklılık arz edecektir. 

Cennet de ondaki bütün nimetler de Allah’ın fazlından başka bir şey değildir.

"İşte ey gafil insan! Bak Cenâb-ı Hakk'ın fazlına ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin yazar. Hem şu nükteden anla ki; o müthiş cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adildir. Fakat cennete girmek, mahz-ı fazıldır."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



3. "Nefis ve malını Cenab-ı Hakk'a satmak" ne demektir?

"Satış"tan maksat, mülkü mülk sahibinin rızası istikametinde kullanmaktır. Bir tarlayı birisine sattığınızda, artık o tarlayı dilediğiniz gibi ekip biçemezsiniz. Bir memur da günün sekiz saatini devlete satmıştır. Bu müddet zarfında kendisine verilen görevleri yerine getirecek ve bu mesaisinin ücretini devletten alacaktır.

Âyet-i kerîmede bizden; "kendi işlerimizi Allah’ın razı olduğu şekilde görmemiz" isteniyor. Ruhunu, bedenini ve malını Allah’ın emri dairesinde kullanan, nefsini ve şeytanı işe karıştırmayan kişi, bunları Allah’a satmış demektir.

Meselâ, göz bize bir ilâhî emanettir. Onu helal dairesinde kullandığımız takdirde, gözümüzü Allah’a satmış oluruz. Dersin devamında izah edildiği gibi, bu satışın bütün kârı, hem bu dünyada hem de ahirette “saadet” olarak bize verilecektir.

Bu âyette geçen "nefis" kelimesi bazen nefs-i emmareyle karıştırılıyor. Buradaki “nefis” “zat” mânasınadır. Türkçesi “kendi” demektir; ruh ve bedeni birlikte ifade eder.



4. Nefsi Allah'a sattığımızda rahmet hazineleri açılacağından bahsediliyor. Rahmet hazinelerinin açılması için farzlar dışında, nefsi Allah'a satma adına neler yapılabilir?

Farzların dışındaki ibadetler mutlak bırakılmıştır. Yani her şahıs kendi kabiliyet ve kuvvetine göre bir ibadet dünyası kurabilir. Bunun belli bir standardı ve çerçevesi yoktur. Bu yüzden "şu kadar ibadet edersen, o zaman rahmet hazineleri açılır" demek doğru değildir.

Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur: “Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır, sonra nafilelerle…”(1) Farzların dışındaki bütün ibadetler nafile grubuna girer. Bunların başında sünnet namazlar gelir. Namazın sünnetleri başta olmak üzere birçok sünnet namaz vardır: Kuşluk namazı, evvabin namazı, abdest namazı, gece namazı gibi… Nafile ibadetler içerisinden tefekkürün de özel bir yeri vardır. Bir hadîs-i şerifte "bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadetten daha hayırlı olduğu" haber verilir.

Nur Külliyatı çok yüksek ve zengin tefekkür dersleriyle doludur. Bu konuda Üstad Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”(2)

Öyle ise iman ve ilimde inkişaf etmek isteyen, bu eserleri dikkatli bir şekilde sürekli okumalıdır.

Üstad Hazretlerinin şu tespiti de meseleyi çok güzel izah etmektedir:

"İ'lemeyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır."(3) 

Üstad Hazretleri bu zamanda "Farzları yapan ve kebireleri  terk eden kurtulur." diyor.  Bundan sonrası kişinin şahsi kemalatıdır, ne kazansa kârdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, Rikak 38.
(2) bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a.
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.



5. "O’na abd ve asker olmak" ifadesinde, askerlikle kulluk eş anlamda mı kullanılmıştır?

Bir âyet-i kerîmede; “...Semavat ve arzın orduları Allah’ındır...” (Fetih 48/4) buyruluyor. Buna göre her kul Allah’ın askeridir. Kul ve köle, efendisinin emri altındadır ve onun verdiği görevleri eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışır. Asker de öyledir. O da kışladan içeri girdiğinde bütün şahsî arzularını geride bırakır, kendi keyfi ve isteği yönünde değil, kumandanının emri dairesinde hareket eder.

“… Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahmandan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.”(1)

Abd kelimesinde, “Mülk umumen O’nundur.” mânası biraz daha galiptir. Bir kulun, ne bedeni ne ruhu ne de istifadesine sunulan kâinat ve içindeki eşya, onun şahsî malı değildir. İnsan, bunların tümünden, kulluk şuuruyla faydalanmaya çalışacak, işlerini rıza dairesinde görecektir.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.



6. "Fabrikadaki aletler benim namımla işlettirilecek, hem fiyatı ve ücretleri bine yükselecek... Hem o nazik kıymetli aletler istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından kıymetten düşecek..." İzah eder misiniz?

İnsan kendine emanet olarak verilen organlarını ve duygularını Allah’ın emri dairesinde kullanırsa değerleri birden bine çıkar. Kendi heva ve hevesine göre kullanırsa onlara hıyanet etmiş olur. Meselâ, akıl Allah hesabına kullanılmaz ise, geçmişteki acı ve hüzünlü hatıraları onun önüne getirir, gelecekteki muhtemel bela ve sıkıntıları düşündürerek huzurunu kaçırır.

Eğer akıl Allah namına kullanılır ise, elem değil, bilakis rahmet ve hikmet hazinelerinin birer anahtarı ve keşfedicisi olur; bu da insanı her iki dünyada aziz ve mutlu eder. Böyle bir akıl sahibinin nazarında geçmişin elemleri lezzete dönüşür. Gelecek ise Allah’ın tedbir ve tasarrufunda olduğu için tevekkül ederek endişe ve korkulardan emin olur ve tam huzuru kazanır.

Aklın dairesi çok geniştir; geçmişi de geleceği de kuşatır. Geçmişin elemi, geleceğin korkularını yaşar. Hayatını küfür ve isyanlarla geçiren insanlar geçmişi ve geleceği unutmak için, akıllarını içki gibi şeylerle uyuştururlar.

Meselâ, göz eğer Allah namına kullanılırsa, Allah’ın kâinatta sergilediği sanat eserlerini mütalaa eden harika bir alet olur, şerefli bir makama çıkar, değeri bir iken bin olur.

Eğer göz, nefis hesabına çalıştırılırsa, onun süflî arzularına ve kötü emellerine alet ve vasıta edilirse, o zaman “kavvad derecesine” iner ve sahibine her türlü günah ve isyanın yolunu gösterir.

Diğer azalarımızı da bunlara kıyas edebiliriz...



7. Altıncı Söz'deki temsili şematik olarak gösterebilir misiniz?



8. "Hem o nazik kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler." cümlesini açıklar mısınız?

İnsana emanet olarak verilen ruh, akıl, kalp, göz, kulak gibi binlerce duygu ve cihazlar Allah yolunda ve gayesine uygun olarak kullanılmazsa kıymetten düşer bayağı ve adi bir meta hükmüne geçer. 

İnsanın mahiyetine takılan yüksek duygular ve cihazlar, dünyanın fani ve adi meselelerine sarf etmek için verilmemiştir. Onlar Allah’ı tanımak, O’na kul olmak ve saadeti ebediyeyi kazanmak için verilmiştir. Kıymetli şeyler, kıymetsiz maddeleri elde etmekte kullanılmaz.

Şahane madenler ve işler ise, o yüksek duyguların ve cihazların, asıl maksat olan iman, marifet ve ahiret yolunda kullanılmasına işarettir. 

Özetle; antika olan cihazlarımız hakiki ve kıymetlerini bilen ve güzelce işletebilecek bir tezhgaha sahip olan bir müşteri bulsa, yani Allah'a satılsa, kıymetleri birden bine çıkar. Basit bir madenin değerli ve maharetli bir usta elinde çok kıymet kazanması gibi. Hatta maden basit ve ucuz bile olsa, lakin sanatkâr değerli ve maharetli olsa, o basit maddeler de elmastan kıymetli olabilir. Bazı tabloların çok ucuz malzemelerden yapılıp çok pahalı satılması gibi...

Ama o cihazlar ve hissiyatlar, zavallı ve işten anlamayan kişilerin veya düşmanların eline geçse, kendi kıymetinden binler kat aşağı düşer. Evet, o antika olan tablo, işi bilmeyen vahşilerin veya garazkâr düşmanların eline düşse, kendi kıymetinden düşer, hatta o tabloyu kırar ve yakarlar.

İşte insan dahi hakiki müşterisi olan Allah'a kendini verse, dünyada en şerefli olduğu gibi ebedi saadete layık olur. Nefis ve şeytan hesabına kendisini satıp kullansa, o zaman dünyada rezil ahirette de ebedi zahmet ve şekavete düçar olur. 



9. Azaların Allah namına çalıştırılmaması “emanete hıyanet” olarak nazara veriliyor. Halbuki birçok keşşaflar ve bilim adamları Allah’ı bilmedikleri halde insanlığa faydalı çalışmalar yapıyorlar. Bunlara ihanet gözüyle bakabilir miyiz?

Emanet, ancak emaneti verenin rızası istikametinde ve onun tayin ettiği yerlerde kullanılabilir. 

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

ayetinin kesin hükmüyle, insanın yaratılış gayesi “marifet ve ibadet” olunca, insan kendisine emanet verilen bütün organlarını ve duygularını bu sahada kullanmakla mükellef demektir.

İbadet, insanın aslî vazifesidir ve yaratılış gayesidir. İbadet kişinin ebedî saadete kavuşmasına vesiledir. Rabbine karşı bu aslî görevini yerine getiren bir kimsenin diğer insanlara faydalı işler yapması da onun için bir sadaka hükmüne geçer.

Yoldan, insanlara eziyet verecek bir taşın kaldırılmasını bile sadaka sayan dinimize göre, elbette ki bütün insanlık âlemine faydalı olan fenni buluşları yapanları da mükâfatlandıracaktır. Bu sevaba nail olmanın birinci şartı, iman ve salih amellerdir.

Allah’a iman etmeyen, O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayan bir kimseyi, insanlara yaptığı hizmetler ve fennî buluşlar cehennem azabından kurtarmaz. Çünkü cennete girmenin şartı imandır. Bu nurdan mahrum olan kişilerin o saadet yurduna girmeleri mümkün değildir. Ancak, zalim bir kâfirle, insanlara faydalı olmuş bir kâfirin cehennemdeki azap derecelerinin de aynı olmayacağı muhakkaktır.

 “Her kim zerre miskal hayır işlerse onu görür. Ve her kim zerre miskal şer işlese onu görür.” (Zilzal, 99/7 ve 8)

 ayetinde, Müslüman-kâfir ayırımı yapılmadan “her kim” buyurulması, çok manidardır.

Müslümanların ilâhî hikmet ve rahmetle bu kâinata konulan nimetlerden faydalanmakta tembellik göstermelerinin zararı, bu dünyada sefalet ve mahrumiyet olarak çekilir. Burada muhalefet, tekvinî şeriata muhalefet söz konusudur. Bu muhalefetin ceza yeri ise bu dünyadır. Bu konu Lemeat’ta “El-hakka ya’lu” bahsinde çok güzel izah edilmiştir.



10. "Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz." İzah eder misiniz?

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” cümlesinde açıkça ders verildiği gibi, insan meşru dairede her çeşit zevki tadabilir. İnsan helal olan şeylerden dilediğini tercih etmekte serbesttir. Bunda bizim hem dünya, hem de ahiret menfaatimiz söz konusu olduğundan, haramlardan yasaklanmamız bir esaret gibi anlaşılmamalıdır.

Şu var ki, imtihan sırrınca insan hem haram hem de helal sahalarda dilediği gibi dolaşabiliyor. Ancak bu serbestliği doğru değerlendirerek, bütün işlerimizi helal dairesinde yaptığımız takdirde padişahın sevgili bir askeri, makbul bir yaveri oluruz.

Yani, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu bir kul olmakla, bu dünya hayatından terhis edildiğimizde “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşer kalbine gelmesi mümkün olmayan” çok büyük ve sonsuz nimetlere mazhar oluruz.

Padişaha asker olan kişi onun mülkünde serbest olarak gezer, kimseden korkusu olmaz.

“Serbest” kelimesini nefsin esaretinden kurtulup gerçek hürriyete kavuşma şeklinde de anlayabiliriz. “Bazı sefih ve laubaliler hür yaşamak istemediklerinden nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.”(1) cümlesi, bize bu dersi vermektedir.

Allah’a kul olmayan kişi maddeye esir olur. Allah’a teslim ve tevekkül etmeyen insan, sebeplerin oyuncağı ve esiri olur. Yani küfür ve inançsızlık, manevî bir esaret, manevî bir mahkûmiyettir.

Madde ve sebeplerden azade olmak hakikî bir hürriyettir. Allah’a iman edip kul olan birisi kâinatın, maddenin ve sebeplerin esaret ve zilletinden kurtulur ve hür olarak yaşar.

Allah’a yalvarmayan sebeplere yalvarır, Allah’tan korkmayan sebeplerden korkar, Allah’a secde etmeyen sebepler karşısında alçalır. Allah’a dayanmayan sebeplere dayanır ve onların baskı ve korkusu ile yaşar.

(1) . Hutbe-i Şamiye, Reddü'l-Evham.



11. Padişahın fermanını dinleyen ve aklı başında olan nefer ticareti kabul ediyor. Acaba sadece akıl, bu ticareti kabul etmekte ve fermanı dinlemekte kifayet eder mi? Çünkü aklı başında olan nice insanlar bu ticaretten mahrumdurlar.

İnsana verilen düşünme nimetine zeka, bunu istikametle kullanmaya da akıl denilmiştir. Bu noktadan bakıldığında zekası yüksek bazı zatlar, kalpten beslenen ve vahiyle yoğrulan ve istikameti yakalamış akla sahip değilse, bundan müspet bir iş beklenmez. Ebu Cehil, Velid bin Muğire gibi müşrikler zekada birçok kişiden ileri iken, bu zekayı istikametle kullanmak anlamında olan akıldan mahrum oldukları için hak dine girmediler. Zekaca onlardan çok geri olan kişiler ise, aklı istikametle kullandılar ve hidayete nail oldular. 

Risalelerde “Aklını başına al.” ifadesi geçer. Demek ki akıl her zaman başta olmuyor. Kiminin aklı makamda, kimininki servette kimininki de şöhrette. İnsan, aklını yerinde kullandığı takdirde, aklı başında demektir.

Akıllı zannettiğimiz bazı insanlar, dünya işlerinde başarılı olsalar bile, aklın gerçek yaratılış hikmetine zıt hareket ettikleri için, onların akılları kâmil mânada akıl değildir. Ve onların akılları başlarında değil, işlerinde, makamlarında, servetlerinde, zevk ve sefalarındadır. Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur, ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.” cümlesinde bu mâna açıkça ders verilmektedir.



12. "Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki, herkes ona acıyor, hem 'Müstehak!' diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor." Birisinin arkasından "müstehak" demek gıybet sayılmaz mı?

“Biraz zaman sonra, birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftâr olmuş ki; hem herkes ona acıyor, hem de 'Müstehak!' diyor. Çünkü hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.”(1)

Burada hayali iki zattan bahsediliyor. Ve ismi ve unvanı belli olmayan hayali kişiler hakkında menfi bir şekilde konuşmak gıybet sayılmaz. Gıybet ancak ismi belli ve kötülenmekten rahatsız olan birisi için geçerlidir. Ahirette ve büyük mahkeme günü olan mahşerde, müminler cehenneme gidecek kişilere hem üzülecek hem de "Allah'ın adaletini hakkalyakin gördük. Belli ki bunlar bunu hak etmişler." diyeceklerdir. Bu, Allah'ın müminlere kendisinin adil olduğunu hakkıyla ikrar etmesidir. 

Bu gibi değerlendirmeleri dünyada yaptığımızda ve birisi için "müstehak" dediğimizde ise durum şöyledir; genel olarak "İçki içenler çok kötü iş işlemektedirler." demekle "Ahmet ayyaşın, yaramaz adamın tekidir." demek çok farklı şeylerdir. İsim verilirse gıybet olur, isim verilmeden günahın kendisi kötülenirse nasihat olur. Ama bahsi edilen adam fasık-ı mütecahir ise, yani fenalıktan sıkılmayan ve işlediği kötülüklerle övünen birisi ise, bunun kötülüğünü de bahsetmek gıybet olmaz. 

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



13. Altıncı Söz'de geçen at, silah, makina ve fabrika neye işaret ediyor ve bize bakan vechesi hakkında bilgi verir misiniz?

Üstad Hazretleri bu temsilin açılımını ve izahını konunun devamında şu şekilde yapıyor:

"Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir."(1)

Temsilde geçen at, silah, makine gibi simgeler, akıl, kalp, vicdan gibi latifelere, muhabbet ve korku gibi hislere, göz ve kulak gibi azalara işarettirEsas olan bunları Allah’ın rızası istikametinde kullanıp emin bir halife olmaktır. Aksi istikamette kullanılması hâlinde o emanetlere hıyanet edilmiş olur.

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



14. Emaneti sahib-i hakikisine satmakta, "Fani mal beka bulur. Çünkü zat-ı zülcelale verilen ve onun yolunda sarf edilen ömr-ü zâil, bakiye inkılâp eder." Bu dünyada insan bütün ömrünü Allah yolunda sarf edemiyor. Ne yapmalıyız?

Dördüncü Söz'de geçen şu cümle bu soruya en güzel cevaptır:

“Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır.”(1)

Buna göre, yaptığımız bir iş, meşru, sünnete uygun ve güzel bir niyet ile yapılırsa, hem ibadet etmiş hem de “bir nevi huzur” bulmuş oluruz. Yani, Allah’ın huzurunda olmanın hazzını duyar, yaptığımız her işten hesaba çekileceğimizi düşünür, ona göre hareket ederiz. “Fanide bakiye yol bulmak” böylece gerçekleşmiş olur.

“İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlâhîye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.
(2) bk. Lem'alar, Üçüncü Lem'a.



15. "Fâni mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Baki olan Zat-ı Zülcelâl’e verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zail; bakiye inkılâb eder, baki meyveler verir." İzah eder misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın yolunda harcanan fâni malın beka bulmasını şu ayetler ve hadis-i şerifler ile anlayabiliriz:

“Her neyi Allah yolunda infak ederseniz, Allah Teâlâ onun yerine size başkasını verir.” (Sebe, 34/39)

“... Yaptığınız her iyilik sadece kendiniz içindir... İyilik cinsinden ne infak ederseniz, o size aynen ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.” (Bakara, 2/272)

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir koyun kesmişlerdi. Bu sırada bir dilenci geldi ve etten ona verdiler. Bir dilenci daha geldi, etten ona da verdiler. Sonra bir dilenci daha geldi ve etten ona da verdiler. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:" 

'Koyundan geriye ne kaldı?' Yanındakiler:

'Sadece omuzu kaldı.' dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

'Hayır! Omuzu hariç diğer yerleri kaldı.' ”(1)

Habib-i Kibriya Efendimizin (s.a.v.) burada anlatmak istediği şey şudur:

“Biz hayvanın her parçasını Allah yolunda infak ettik. Bu infak sayesinde o parçalar beka buldu. Kalan bu omuzu ise biz yiyeceğiz. O hâlde denilebilir ki, omuzu hariç bu koyunun tamamı beka bulmuştur.”

İbn-i Mesud (r.a.) rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.), ashabına:

“Hanginize mirasçısının malı kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar:

“Ey Allah’ın Resulü! Hepimiz malımızı mirasçının malından daha fazla severiz.” dediler. Hz. Peygamber de:

“Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden gönderdiğidir. Mirasçısının malı ise, harcamayıp geride bıraktığıdır!” buyurdu.(2)

Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Her sabah iki melek iner. Biri: 'Ya Rabbi, infak edenin malına yenisini ver!' der. Diğeri de: 'Ya Rabbi, cimrilik edenin malını telef et!' diye dua eder.”(3)

Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ey Âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana da infak olunsun!”(4)

Naklettiğimiz âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler bize şu dersi vermektedir:

Allah Teâlâ yolunda harcanan bir mal eksilmez ve fani olmaz, bilakis çoğalır ve beka bulur. Aynı şekilde, şu geçici ömür de Allah’ın yolunda harcanırsa, beka bulur; cennette ebedî bir saadeti netice verir.

"Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakikînin yoluna sarf ediniz."(5)

Dipnotlar:

(1) bk. Tirmizi, Sıfatu-l Kıyame 35.
(2) bk. Buhari, Zekât 27; Müslim, Zekât 57.
(3) bk. Buhari, Rikak 12.
(4) bk. Müslim, Zekât 36, 37.
(5) bk. Lem'alar, Üçüncü Lem'a.



16. "Âlem-i berzahta ziyadar, mûnis birer manzara olurlar." cümlesini izah eder misiniz?

Berzah âlemi: Dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında yer alan, dünyadan ileri, cennetten geri bir âlemdir. İnsan vefatından sonra bu menzilde kıyamete kadar hayatını sürdürecek ve kıyamet günü yeniden diriltilecektir.

Berzah âlemi, dünya ve ahiret arasında bir bekleme salonu gibidir. İlk cezanın ve mükâfatın görüleceği mekân burasıdır.

Berzah âleminin yeri, dünyanın merkezi ile birinci sema arasındadır. Ancak birinci semanın yeri hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre, bizim gördüğümüz sema birinci semadır. Bazılarına göre ise, göz ile görünen şu uzayın tamamı birinci semadır.

Yine denilmiştir ki: Cennetlik ruhlar berzah âleminin üst kısmındadır; buradan ulvî âlemleri seyreder ve âdeta cennet hayatı yaşarlar. Cehennemlik ruhlar ise bu âlemin altındadır; onlar da orada bir nevi cehennem hayatı yaşarlar.

Kötü ruhların berzahın üstüne gidemediklerine ve berzahın alt kısmında kaldıklarına şu âyet-i kerîme işaret etmektedir:

“Bizim ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı kibirlenenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmaz...” (A'raf, 7/40)

Buna göre, ölüm melekleri kişinin ruhunu aldıklarında, berzah âleminin üst kısmı olan semaya doğru götürürler. Göğün kapılarında melekler vardır ki, habis ruhların bu kapılardan geçmesine izin vermezler. İşte böyle habis bir ruh, göğün kapısından geçememekte ve geri çevrilerek cehennemin aksettiği yer olan berzahın alt kısmına götürülmektedir.

Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz nokta: “Bu dünyadaki hâdiselerin âlem-i berzahta ziyadar ve mûnis birer manzara olmaları” meselesidir. Üstadımızın başka yerlerde izah ettiği üzere, bu âlemdeki her hâdise -tabiri caizse- ilahî kameralarla kayıt altına alınmaktadır. Daha sonra bu kayıtlar cennet ehline seyrettirilecek ve cennetin hoş sohbetlerine medar olacaklardır. Ehl-i cennet bu kayıtları seyrederken, dünyadaki hatıralarını yad edecekler ve bir nevi lezzete mazhar olacaklardır. Üstadımızın ifadesinden, bu seyretme olayının sadece cennette değil kabir aleminde de gerçekleşeceği anlaşılıyor.



17. Altıncı Söz'de geçen Birinci kâr ile Beşinci kâr aynı gibi görünüyor, aralarındaki farkı izah eder misiniz?

"Birinci kâr: Fânî mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zat-ı Zülcelâle verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder, bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sümbüllenirler ve âlem-i berzahta ziyadar, munis birer manzara olurlar."(1)

Burada insanın ömrünü, malını ve sahip olduğu her şeyi Allah yolunda sarf etmesi halinde onların zail olmayıp ahirette baki meyveler vereceği ifade ediliyor. İnsanın her bir ömür dakikası bir çekirdek olup ahiret hayatında baki sümbülleri verecektir, denilmek sureti ile insanın ömrünün en küçük bir anının bile zayi olmayacağı vurgulanıyor.   

"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler."(2)

Beşinci kârda ise insandaki bütün organların, duyguların, hislerin her birinin kendine mahsus ayrı bir tesbihi ve ibadeti olduğu nazara veriliyor. Otuz İkinci Söz’ün, Üçüncü Mevkıf’ında “Bütün cihazat-ı insaniyyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.”(3) buyurulur. Bunların her birinin hususi ibadetlerinin ahirette “cennet yemişleri suretinde insana verileceğinde” bütün evliya ve asfiya ittifak etmişlerdir.  

İnsan daima teşvike muhtaçtır. Her an sıkıntılara, belalara ve musibetlerle karşı karşıya gelmesi muhtemeldir.

Kavurucu bir çölde giderken suyumuzun bittiğini bir düşünelim. O çölde susuzluktan perişan olduğumuz bir anda biri gelip bize su ikram etse ne kadar seviniriz! Aynen öyle de bu dünyada organlarımız ve duygularımızla yapmış olduğumuz ibadetler, işlemiş olduğumuz hayır ve hasenatlar kabir, mahşer ve sırat gibi uzun ve çetin yolculuğumuzda imdadımıza yetişecek, bize yoldaş olacak ve kurtuluşumuza sebep olacaklardır.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) geçmiş ümmetlerin başından geçen bir hâdiseyi şöyle ifade etmektedir:

"Üç kişi yolculuğa çıkmış, şiddetli bir yağmura yakalandıklarında bunlar bir mağaraya sığınmışlar. Derken büyük bir kaya mağaranın ağzını kapatmış. Bu üç kişiden biri demiş ki: 'Arkadaşlar gelin önceki hayatımızda başımızdan geçen ve sırf Rabbimizin rızası için yapmış olduğumuz bir işi Cenâb-ı Hakk'a takdim edelim. Umulur ki Rabbimiz bu engeli önümüzden kaldırır. Biz de yolumuza devam ederiz.' Ve sırayla herkes başından geçen bir olayı Cenâb-ı Hakk'ın affına sığınarak takdim etmeye başlamışlar."

"Üç kişiden biri şu şekilde başından geçen hâdiseyi Cenâb-ı Hakk'a takdim etmiş: 'Ya Rabbi biliyorsun, benim yaşlı bir annem babam vardı. Ben de çobanlık yapıyordum. Gece geç saatlerde eve döndüğümde annem babam yatmış oluyorlardı. Ben sabah ezanını bekler, kaynattığım sütü önce anne babama sonra çocuğuma verirdim. Ya Rabbi biliyorsun bunu sırf senin rızan için yapıyordum.' der demez mağaranın kapısı biraz açılır. ..."(4)

İkincisi ve Üçüncüsü de aynı samimiyetle başlarından geçen olayları anlatırlar ve neticede kurtulup yollarına devam ederler.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(4) bk. Buhârî, Enbiya 50, Büyû 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Davud, Büyû' 29, (3387).



18. "Her âzâ ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar." Bu nasıl olabilir, açar mısınız?

Eğer insan, gözünü meşru ve helal dairesinde kullanarak, Allah’ın yeryüzünde ve sema aleminde sergilediği harika sanat eserlerini temaşa ederse, onun gözü aziz bir müfettiş, yüksek bir dellal olur, şerefli bir makama çıkar, ona ebedî bir saadeti kazandırır.

Şayet insan, gözünü haramları seyretmekte kullanılırsa, onu nefis hesabına çalıştırmış ve değerini çok düşürmüş olur.

İnsan duygu ve azalarını Allah yolunda sarf ettiğinde, bu aza ve duygular cenneti kazandıran yüce bir makama çıkarken, aynı duygular nefis hesabına kullanıldığında ise, cehennemi netice veren adi bir dereceye sukut ediyor.



19. "Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar." Hazine ve definelerle ne anlatılmak isteniyor?

Yeni doğan bir yavrunun hemen arkasından safi ve doyurucu sütün memeler musluğundan akmasına iman nazarı ile bakarsak, bu cüz’i hâdise arkasında nihayetsiz bir rahmetin hükmettiğini idrak ederiz. Eğer buna sıradan ve adi bir hâdise gibi baksak, o sonsuz rahmeti ve Allah’ın Rahman ismini göremeyiz.

İnsan, bütün hâdiselerin ve nihayetsiz fiillerin arkasında Allah’ın sonsuz rahmetini ve nihayetsiz hikmetini ancak iman nuru ile görür. Bu alemin her şeyinde, Allah’ın sonsuz hikmeti ve merhameti hükmediyor.  

Bir elmanın çok mükemmel bir eser olması Allah’ın sonsuz hikmetine işaret ettiği gibi, bir nimet ve ikram olması da O’nun sonsuz rahmetinin delilidir. Diğer bütün mahlûkatı da buna kıyas edebiliriz.

Aklın bir anahtar olup rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açması:

Sinekten tutun, galaksilere kadar her bir mahlûk bir rahmet hazinesi ve hikmet definesi olup, onların tümü Cenâb-ı Hakk’ın gizli hazineleri olan güzel isimlerinin tecellileridirler. İşte insan, akıl sayesinde bu tılsımlı defineleri açıyor, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okuyor.

Meselâ; bir rahmet hazinesi ve bir hikmet definesi olan yağmurlara bakalım ve akıl anahtarı ile onda saklanmış olan ilahî isimleri keşfetmeye çalışalım:

1. Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir süre önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek, ancak irade sıfatıyla mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın iradesi olmalıdır. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın “Mürid” ismine  dayanmaktadır.

2. Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. Bu iki elementi bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ise, ancak nihayetsiz bir ilimle mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın ilmi de olmalıdır. İşte akıl, yağmurun yaratılışındaki hikmete bakarak Cenâb-ı Hakk’ın “Âlim” ismini idrak eder.

3. Yağmuru yapabilmek için nihayetsiz bir kudrete sahip olmak lazımdır. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip su icad etmek, ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. İşte akıl, bunu düşünmekle Cenâb-ı Hakk’ın “Kadir” ismine intikal eder.

4. Yağmur tanelerini birbirine değdirmeden yağdırabilmek, ona nice menfaatler takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Bunu idrak eden akıl, bunun arkasında Cenâb-ı Hakk’ın “Hakim” ismini görür.

5. Yağmurun bütün eşyaya faydası vardır. Yağmuru yaratan zatın ilminin ondan istifade edecek bütün mahlûkatı ihata etmesi lazımdır. O hâlde Muhit (ihata edici) ve Basir (gören) olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.

6. Yağmuru ihtiyaç sahiplerine göndermek, sonsuz bir rahmetin eseridir. Şefkati ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir. İşte akıl, böylece Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rezzak isimlerini okur.

7. Saydığımız isimleri sahip olabilmek için ilk önce hayat sahibi olmak gerekir. Zira hayatı olmayanın ne iradesi ne ilmi ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olabilir. Bunu okuyan akıl, Cenâb-ı Hakk’ın Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayatı veren) isimlerini keşfeder.

8. Bütün yağmur taneleri mahiyet itibariyle birbirine benziyor. Bu da hepsinin tek elden çıktığını gösterir. Zira başka bir el karışsaydı, şekillerinde farklılık olurdu. Bu da akla, Cenâb-ı Hakk’ın “Vahid, Ehad, Ferd” isimlerini okutturur.

Diğer bütün hâdiselerin de arkasında hükmeden Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıdır. Akıl bu hazinelerde ve definelerde gizlenmiş olan esmâ-i hüsnâyı keşfeder ve her şeyi kitap gibi okur.

Akıl, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta tecelli eden sonsuz azamet ve kudretini, rahmet ve inayetini, lütuf ve keremini müşahede eder ve bir saadet anahtarı olur. Zaten aklın en birinci ve en mühim vazifesi de budur. Cenâb-ı Hak,“...en mübarek, nuranî ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı...”(1) bunun için vermiştir.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.



20. "Aklın Allah hesabına çalıştırılması halinde; sahibini ebedi saadete müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkmasını” nasıl anlamalıyız?

Akıl, hak ile batılı, hayır ile şerri, kemal ile noksanı, faydalı ile zararlıyı birbirinden tefrik edip, insanı doğru yola sevk eden ilahi bir nur, Rabbanî bir mürşit ve manevî bir kuvvettir.   

Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden birisi, akıldır. Zira din de dünya da onunla anlaşılır, dünyevî ve uhrevî saadet onunla kazanılır; bütün eşyanın mahiyet ve hakikati onunla idrak olunur. Zira; “İslâmiyet’in menşei ilim, esası akıl”dır.

Mürşid, “irşad eden, doğru yolu gösteren” demektir. Burada mürşit kelimesi mecazî mânada kullanılmıştır. Göz, eşyanın görülmesinde, kulak seslerin işitilmesinde insana yol gösteren birer mürşit gibidirler. Aynı şekilde, akıl da hakikatlerin anlaşılmasında insana kılavuzluk eden bir mürşittir.

Fen ve tekniğin ilerlemesi sonunda, eşyanın nice sırlarının keşfedilmesiyle bu asırda akıl biraz daha ön plana çıkmıştır. “Medenilere galebe çalmak ikna iledir...”(1) hükmünce, insanların irşat edilmesinde mantıkî deliller getirerek aklı tatmin etmek artık bir zaruret haline gelmiştir.

Teslimin kırıldığı, “Neden?" ve "Niçin?”lerin ön plana çıktığı bu asırda, ancak hem akla hem de kalbe birlikte hitap eden bir irşat şekli başarıya ulaşabilir. Nur Risalelerinin bu kadar düşman cereyanlara rağmen kabul görmesinde ve müntesiplerinin her geçen gün çoğalmasında, onda takip edilen tarzın asra uygunluğunun büyük hissesi vardır.

“Biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Divan-ı Harb-i Örfi, Hakikat.
(2) bk. Hutbe-i Şamiye.



21. Gözün ruh için bir pencere olmasını biraz açar mısınız?

“Cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil.”(1)

Ruh o hanede misafirdir. Bu hanede gözlere “pencere olma” görevi düşmüştür. Gören pencere değildir, ruh o pencereden bakar.

“Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”(2) ifadesinde “bu âlem” kaydı vardır. Demek ki ruh, başka âlemleri göz olmadan da seyredebilir. Bunun en açık örneği “rüya” hâdisesidir. Uykuda bu dünyaya bakan pencerelerin kapanmasıyla ruh için başka âleme pencereler açılır. Uyanık halinde karşısındaki duvarın arkasını göremeyen insan, uykuya geçtiğinde geçmiş asırlardaki dostlarıyla görüşür, binlerce kilometre ötedeki mekânları rahatlıkla seyreder.

Üstad, ölüm için, “Itlak-ı ruh” (ruhun kayıtlardan kurtulması) tabirini kullanır. İnsan, ölümün küçük kardeşi olan uykuya geçtiğinde, beden kaydından bir derece kurtulduğu için; rüya âleminde gözsüz görür, kulaksız işitir, ayaksız yürür.

“Ruhu cismâniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.”(3) ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Allah’ın seçkin kullarının işleri beden kaydını aşmış, ruh süratine ulaşmıştır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
(2) bk. age., Altıncı Söz.
(3) bk. Mesnev-i Nuriye, Şemme.



22. Azalarımız lisan-ı halleriyle, Cenab-ı Hakk'ın hangi isimlerini zikrederler?

Meselâ dildeki tatma kuvvesi her bir rızkı tadıp lezzet aldıkça, hâl dili ile Allah’ın Rezzak, Kerim, Latif gibi isimlerini zikreder.

Akıl kuvvesi kâinatta tezahür ve tecelli eden hikmet ve mâna pırıltılarını okudukça Allah’ın Hakîm, Alîm, Mürid gibi isimlerini tezekkür etmiş olur.

Kalp, sebeb-i muhabbet olan ihsan, kemal ve cemâli gördükçe ve bunları zevk ettikçe, bu sebeplerin hakikî sahibi olan Allah’ın Vedud, Kerim ve Latif gibi isimlerini ilan ve zikrederler.

Göz, kâinattaki renkler alemini seyrederek Allah’ın Musavvir, Mülevvin ismlerini takdir ve zikreder.

Daha bu isimler gibi Allah’ın her ismini takdir ve tahsin edecek cihaz ve azalar, insana ihsan edilmiştir. İnsanın mahiyetindeki aza ve hissiyatın hepsi, Allah’ın sayısız isimlerine açılan birer pencere hükmündedir.



23. "O zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar." cümlesini izah eder misiniz?

“Bir söz mutlak zikredildiğinde kemaline masruftur.” kaidesince, bu ve benzeri ifadelerde “kemal” mâna kastedilmektedir. Aklını kullanmayanların yahut yanlış yollarda kullananların bu mânadan bir nasipleri olmaz.

Göz için de durum aynıdır. Bir arı çiçekleri dolaşıp onlardan bal yaptığı gibi, kalbi imanla nurlanmış insanın gözü de seyrettiği ilahi sanatlardan ilim, marifet ve muhabbet balı yapar.

Bu sözde, akıl için “kâinat anahtarı”, göz için “mütefennin nazır”, dil için “hazine-i rahmet nazırı” denilmesini bu mânada değerlendirmek gerekir.

Şu var ki, göze “pencere” denilmesi gösteriyor ki, gören göz değil, o pencereden bakan ruhtur. Burada ruhun yaptığı iş, mecazî olarak, onun penceresi olan göze verilmiştir.

Göz Allah namına kullanıldığı zaman;

1. Şu büyük kâinat kitabının bir mütalaacısı olur: Kâinat büyük kitaptır; bu kitapta  esmâ-i hüsnâ ve sıfat-ı ilahiyenin tecellileri yazılmıştır. Eğer göz Allah’a satılır ve şu âleme Allah hesabına bakarsa, bu kâinat kitabının bir mütalaacısı olur. Yani kâinatta yazılmış olan ilahî isim ve sıfatları okur ve onları mütalaa eder. “Kainata Allah namına bakan insan ne müşahede ederse ilimdir.”

Aslında mütalaa vazifesi gözün değil, aklın vazifesidir. Zira göz sadece yazıyı görür. Mânalar gözle değil, akılla anlaşılır. Ancak akıl bu mütalaayı göz vasıtası ile yaptığından dolayı göz bir cihette, aklın sıfatı olan mütalaaya ortak olmuş olur.

2. Şu âlemdeki sanat mu’cizelerinin bir seyircisi olur: 

Mu’cize, insanın gücünün yetmediği şey demektir. Bu mâna itibariyle şu âlemde yaratılan her şey bir mu’cizedir. Zira bütün insanlar bir araya gelseler, bir sineği  ya da bir çiçeği bile icad edemezler. Demek sinek bir mu’cizedir, çiçek bir mu’cizedir, yaprak bir mu’cizedir, yağmur damlası bir mu’cizedir ve bunlar gibi her şey bir mu’cizedir!

Aynı zamanda bu mu’cizeler birer sanat harikasıdır. Sadece bir kelebeğe ibret ve hikmet nazarıyla baksak, nasıl bir sanat harikası olduğunu görürüz.

İşte göz Allah’a satıldığında ve bu âleme Allah hesabına baktığında, bu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi olur. Göz kudret mu’cizelerini görür, akıl ise sanatkârını tefekkür eder.

3. Yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir bal arısı olur:

Bu ifade mecaz bir ifadedir. Mânası şudur: Ehl-i imanın nazarında şu kâinat, gül ve çiçeklerle süslenmiş bir cennet bahçesi gibidir. Gözün bebeği de âdeta bu cennet bahçesinde bir bal arısı olur ve bu kâinattaki gül ve çiçek gibi delillerden alacağı ibret ile vicdanda iman balını yapar. Yani bal arısının çiçeklerden nektar toplayıp bal yapması gibi, göz bebeği de Allah’ın varlığına ait delilleri toplar, iman ve marifet balını yapar.

Üstadımız, gözün mübarek bir bal arısı olması meselesini İşarâtü'l-İ’caz tefsirinde şöyle izah etmektedir:

“... Zira gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş (nakşedilmiş) gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare (sıkılmış şeylerden çıkan su) ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.”(1)

(1) bk. İşaratü’l-İ’caz, Bakara Suresi, 6. Ayet Tefsiri.



24. "Kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder." İzah eder misiniz?

"Kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar."(1)

İnsan, kendisine emanet olarak verilen duygu ve cihazlarını Allah yolunda sarf ederse değerlenirler, nefis ve şeytanın yolunda sarf ederse zayi olur ve kıymetten düşerler.

Dildeki tat alma özelliği de Allah yolunda sarf edilirse, o zaman dil bütün nimetleri teftiş edip, şükre kapı açan bir müfettiş olur. Ama  sadece nefis hesabına çalıştırılırsa, midenin bir kapıcısı olur. Tavla burada ahır anlamında kullanılıyor.

İnsan, yemeklerin tadına diliyle bakar ve hangisinin tatlı, hangisinin tuzlu, hangisinin diğerinden daha lezzetli olduğunu onunla teftiş eder; “maharetli nazır ve şakir müfettiş” olur. Bir müfettişin rapor sunması gibi, o da yemeklerin tadı hakkında bilgi sunar. Ruh da bu teftiş raporuna göre hareket eder. Onlardan en uygun gördüğünü tercih eder yahut hiçbirini beğenmez ve yemez.

Nazır (nazar eden, bakan) ifadesiyle, iman hakikatlerini gözleriyle görmediklerinden, inkâr eden kimselere şöyle bir cevap da verilmektedir:

"Siz yemeğin tadını gözünüzle göremiyorsunuz. Onu görmenin aleti dildir. Siz aklın ve kalbin görevini göze yüklemekle kendinizi büyük bir tehlikeye atıyorsunuz."

Anlamak ve inanmak aklın ve kalbin görevleridir. Görme, sadece yardımcı bir alettir.

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



25. "Dili Allah'a satmak" ifadesini açıklar mısınız? Müminin, imanıyla Halık'ının emanetini, O'nun namına ve izni dairesinde istimal etmesi nasıl olur?

Dili Allah’a satmak, onu helal dairede, doğru şeyleri konuşmada ve Allah’ın nimetlerini tadıp şükretmekte bir araç olarak kullanmaktır. Yani satmanın iki esası var, birisi helal dairede olması, diğeri ise nimetleri tadıp şükretmesidir. Bu ikisi olduğu zaman o cihaz Allah yolunda satılmış ve kullanılmış oluyor.

İnsan, emanet olan cihaz ve duygularını, iman yolunda kullanıp Allah’ın izni dairesinde işletir ise, o zaman o duygu ve cihazlar Allah adına kullanılmış olur.

Dildeki tat alma kuvvesi Allah’ın dünya sofrasına sermiş olduğu nimetleri tadan ve tartan bir nazır ve gözlemcidir. Bu dile hitap eden sayısız meyve ve sebzeler Allah’ın insana bir rahmetidir. İnsan bu rahmet eserlerini dil vasıtası ile tadıp tartıyor.

Diğer duygu ve cihazları da bu şekilde kıyas edebiliriz.



26. "Daha bunlar gibi başka aletleri ve azaları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mümin cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder." cümlesini izah eder misiniz?

Cennet kıymetli eşyaların diyarı, cehennem ise kıymetsiz şeylerin mekânıdır. Her kıymetli eşya cennette yer alırken, kıymetsiz eşyalar da cehenneme atılacaktır. İyilikler, güzellikler ve sevaplar cennetin çekirdeği; kötülükler, çirkinlikler ve günahlar ise cehennemin tohumudur. 

Mümin bütün aza ve duygularını Allah’a satıp, O’nun izni dairesinde kullanırsa, cennete layık bir kıymet alır. Onları nefis hesabına kullananlar ise, onlara hıyanet etmiş, o kıymettar aletleri kıymetten düşürmüş olduklarından cehenneme ehil olacak bir vaziyete düşeceklerdir.

Bu hakikate şu misal dürbünüyle bakılabilir:

Bir tren yolculuğunda insanlar ve hayvanların seyahat ettiklerini farz ediniz. Böyle bir yolculukta elbette insanlar birinci mevkide, hayvanlar ise trenin ahır görevi yapan vagonlarında seyahat edeceklerdir.

Demek ki, kıymetli olanlar kıymetli yerlerde, kıymetsiz olanlar da kıymetsiz yerlerde hayatlarını sürdürürler. Yüksek mekânlarda yaşayabilmek için, oraya layık kıymet almak gerekir. Cenneti isteyen, oraya layık bir kıymet almalıdır.



27. "İnsan zayıftır, belâları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır..." Altıncı Söz'deki kârlar anlatılırken, dört tanesi müjdeli iken, dördüncüsü biraz farklı gibi?

"Dördüncü Kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder."(1)

Burada insanın çok zayıf olduğu, Allah’a dayanması ve tevekkül etmesi gerektiği anlatılıyor. Nasıl yeni doğmuş bir bebek her halinde ve her durumunda anne ve babasına muhtaç ise, insan da yaratılış bakımından her halinde ve her durumunda Allah’a dayanıp tevekkül ve itimat etmek zorundadır.

İnsanın belaları ve düşmanları çok, ama onlara karşı koyacak gücü yoktur. Onun çalacağı tek kapı, sığınacağı yer, Allah’ın sonsuz kudret ve rahmetidir.

İnsan “iman ve ibadet, tevekkül ve teslimiyet” sayesinde büyük bir manevî kuvvet elde eder. Tevekkül ve teslimiyet dünyadaki, bütün meşakkat ve sıkıntılara karşı insana manevî bir kalkan olur.

O halde, Dördüncü Kâr’ın “Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmek, itimad edip teslim olmak” olduğu anlaşılıyor.

(1)  Sözler, Altıncı Söz



28. "Eğer Kadir-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimat edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır." İzah eder misiniz? Tevekkül etmeyenin vicdanının azap içinde kalması ne demektir?

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”(1)

Allah’a tevekkül etmeyen birisi kâinatın hâdiseleri altında ezilir, huzuru kaçar, sızlar ve inler.

Allah’a iman ve itimat eden bir mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin O’nun kudret elinde olduğunu bildiği için, hiçbir şeyden korkmaz ve endişe etmez. Bilir ki Allah’ın izni olmadan hiçbir şey ona ilişemez, zarar veremez. Böyle bir iman ve tevekkül onu rahatlatır ve cesur kılar, hâdiseler karşısında endişeye kapılmaz, telaş etmez, vicdanen huzur bulur. 

"Evet, tam münevverül-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverül-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)"(2)

Kâfir Allah’a ve O’nun kâinattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her hâdiseden endişe duyar, korkar ve titrer. “Acaba bu musibet bana dokunur mu" der ve hayatını zehir eder.

Evet, kadere iman eden Allah'a tevekkül eder. Allah'a tevekkül eden, her şeye gücü yeten Allah'a bütün işlerini ve ağırlıklarını havale edip rahat eder. Üstadımız Yirmi Altıncı Söz'de bu konuda şu enfes misali verir: 

"Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsille o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

"İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaip olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez, o yerlerde gàsıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat; ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvânâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ıztırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor, idare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da o hırsız, edepsiz adam, tedip suretiyle hapse atılır."

"İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, her şey bir programla, kemâl-i suhuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.

İşte  مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla."(3)

Cesaretin kaynağı sağlam bir iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Böyle kimseler dünyanın bütün yükünü beline yükler ve altında ezilirler.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(2) bk. age., Üçüncü Söz.
(3) bk. age., Yirmi Altıncı Söz, Üçüncü Mebhas.



29. "Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar." cümlesinde, "semeresiz" tabirinin kullanılmasının hikmeti ne olabilir?

"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder."(1) 

Allah için olmayan her şey sevap noktasından boş ve faydasızdır. Ama Allah için yapılan her bir şey cennette ve beka âleminde karşısına hayır ve mükâfat olarak çıkacaktır. İman, marifet, ubudiyet, tefekkür ve tevekkül ile geçirilen bir hayat, hem dünyada hem de ukbada ebedî semereler verecektir.

Demek Allah için olmayan her türlü meşguliyetin, çekilen meşakkatin ahiret namına kişiye hiçbir menfaati ve hayrı yoktur. Çorak toprağa atılan tohum gibi semeresiz kalır. Bir de kişi hayatını günah ve isyanlarla geçirmiş ise, ahirette elim azaba müstahak olur.

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.



30. "Bütün o aza ve aletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda cennet yemişleri suretinde sana verileceğine ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler." İzah eder misiniz?

Üstadımızın mezkûr ifadesi Otuz Birinci Söz'de şöyle geçmektedir:

“...O âlemlerin birisi de Sidretü-l Müntehâ’daki Cennetü-l Me’vâdır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o cennetin meyveleri suretinde Muhbir-i Sadık’ın ihbarıyla temessül ettiği sabittir... Deme ki: 'Havaî bir Elhamdülillâh kelimem nasıl mücessem bir meyve-i cennet olur?' Çünkü sen gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin, bazen rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i ahirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin (akıldan uzak görmemelisin).”(1) 

Şimdi bu mesele ile ilgili bazı hadis-i şerifleri nakledelim:

Hz. Abdullah b. Amr rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim Sübhânellâhi ve bihamdihî (Allah'a hamd eder olduğum halde O'nıı noksanlıklardan tenzih ede­rim) derse; onun için cennette bir hurma ağacı dikilir.’’(2)

Hz. Eyyüb el-Ensari (r.a.) rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) miraç gecesinde İbrahim (a.s.)’ın yanına uğradı. İbrahim (a.s.): “Ey Cebrail yanındaki kimdir?” dedi. Cebrail: “Muhammed (s.a.v.)’dir.” dedi. İbrahim (a.s.): “Ümmetine söyle cennete bol bol fidan diksinler. Şüphesiz cennetin toprağı çok güzel ve arazisi çok geniştir.” buyurdu. Resulullah (s.a.v.): “Cennetin fidanları nedir?” deyince, İbrahim (a.s.) şöyle dedi: “لاَحَوْلَوَلاَقُوَّةَاِلاَّبِااللَّهِ dır.”(3)

Hz. Ebu Hureyre diyor ki:

Resulullah (s.a.v.) yanıma uğradı. Ben fidan dikiyordum. “Ey Ebu Hureyre ne yapıyorsun?” buyurdu. Ben: “Kendim için fidan dikiyorum.” dedim. Resulullah (s.a.v.): “Ben sana bundan daha hayırlı fidan söyleyeyim mi?” buyurdu. Ben: “Evet ya Resulallah, söyleyiniz!” dedim. Bunun üzerine buyurdu ki:

سُبْحَانَاللَّهِ وَالْحَمْدُاللَّهِ وَلاَاِلهَ اِلاَّاللَّهُ وَاللَّهُاَكْبَرُ de. Bunlardan her kelime karşılığında cennette senin için bir ağaç dikilir.”(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz.
(2) bk. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'd-Daavat, 60.
(3) bk. Müsned, 5/418.
(4) bk. İbn-i Mace, Edeb, 56.



31. Altıncı Söz'de geçen ehl-i zevk ve ehl-i keşif kimlerdir?

Ehl-i zevk ve ehl-i keşif, genelde ehl-i tarikat ve tasavvuf için kullanılan terimlerdir.

Tasavvuf; kalbi, manevî hastalıklardan kurtarıp, sadece Allah’a tevcih etmeye çalışan uzun ve zorlu bir manevî yolculuktur. Bu yolculuk esnasında çok manilerle karşılaşan salik, bunların üstesinden gelmek için birtakım riyazetler ile nefsini terbiye etmeye çalışır; az yeme, az uyuma, az konuşma, dünyanın boş işlerini terk gibi.

Bu uzun ve meşakkatli manevî yolculukta giden salik, her makamda  ayrı ayrı manevî zevklerle karşılanır. Aslında bu keşif ve zevkler salike Allah’ın bir teşviki ve bir ikramıdır, yoksa asıl gaye değildir. İşte bazı salikleri vartaya atan, zevk ve keşifleri gaye yapmaları ve onları asıl hedef haline getirmeleridir. Asıl gaye Allah’ın rızasına nail olmaktır.

Kalp, Allah’a imanla, marifet ve muhabbetle tatmin olur. Allah, hayır yoluna ulvi zevkleri; şer yoluna da süfli zevkleri koymuştur.

Tasavvuf erbabı, bu terakki yolunda mesafe aldıkça, bir takım ulvi zevklerle ve keşiflerle karşılaşır. Tasavvuf yolu ile hakikate ve yüksek makamlara ulaşmaya çalışanlara ehl-i zevk ve keşif denilmiştir. Bunlarda ilim ve akıldan ziyade, kalp ve aşk hükmettiği için ehl-i kalp de denilmiştir.

Tasavvuf ehlinin akıl ve ilimde de terakki etmiş mensuplarına muhakkik denilmiştir. Cüneyd-i BağdadiMarufu KerhiAhmet Bedevi gibi büyük zatlar mühakkiklerden bazılarıdır.



32. Hikayedeki beş mertebe kâr ile beş derece hasareti maddeleştirerek izah edebilir misiniz?

Beş mertebe kârı ana hatlarıyla şöyle düşünebiliriz:

Birinci Kâr: Fânî mal bekà bulur.

Hadis-i şerifte, “Dünya ahretin mezrasıdır.” (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 412) buyruluyor. Her insan, o sonsuz âleminin mahsullerini bu fani dünyada yetiştirmektedir. Üstadımız ömür dakikalarımızı tohumlara, çekirdeklere benzetiyor. İnsan, ömür dakikalarını bu dünya tarlasında hayırlı işlere sarf ederse, o fani ve kısa ömür ahirette ebedî bir saadeti meyve verecektir.

“İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.”(1)

“...Rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler."(2)

İkinci Kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

Ayette nefis ve mallarını Allah’a satan kimsenin bu satıştan elde edeceği kazancın “cennet” olacağı haber veriliyor.

"Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir. Âmennâ”(3)

Üçüncü Kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar.

Bu kâr, temsilî hikâyede geçen şu ifadeye bakıyor: “Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek...”

Tohumları yahut çekirdekleri toprak tezgâhına attığımızda onlardan çıkacak olan mahsullerin ve meyvelerin fiyatı birden bine çıkacaktır. Toprağa atılan küçük bir çekirdekten koca bir ağaç meydana gelip, senelerce meyve veriyor. İnsanın da bütün aza ve duyguları birer tohum gibidir. Bunlar, “ubudiyet ve ihlas toprağına atılır, İslâmiyet suyu ile sulanır, iman ziyası” altında büyürlerse, her biri cennete lâyık bir kıymet alır; kıymeti birden bine çıkar.

Üstad Hazretleri, “Kur’an tezgahında dokunan takva”dan söz eder. Demek ki Kur’an da bir tezgâhtır. Bu tezgâha girenler, onun hükmüne göre hareket edenler, ruh dünyalarını onunla şekillendirenler kâmil mümin olurlar.

Dünün müşriklerinin, o tezgâhtan çıktıklarında sahabe olmaları ve hiçbir velinin yetişemeyeceği bir büyüklüğe erişmeleri bunun en çarpıcı örneğidir.

“Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennet'te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva'-ı lezaiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anın işaratıyla sabittir.”(4)

Dördüncü Kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.

Bu kâr “Yirmi Üçüncü Söz”de geçen şu cümleye bakıyor:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

Nefis ve mallarını Allah’a satan kimse, bunun peşin mükâfatını bu dünyada da görür. Bela ve sıkıntılara karşı dayanma gücü kazanır. Tevekkülün hakikatine erer, sebeplere tam uyduktan sonra neticeler için Rabbinin rahmet ve hikmetine itimat eder. Dünyada huzura erdiği gibi, ahrette de ebedî saadete kavuşur.

Beşinci Kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler.

İnsanın her bir azası kendisine verilen görevi yerine getirmekle bir ibadet halindedir. Müminin mahşerde, hesap gününde bütün bu ibadetlerden de fayda göreceğini Allah’ın seçkin kulları zevk ve müşahedelerine dayanarak müjde veriyorlar.

“Ve hâkezâ, bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.(...)"

"İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir.”(5)

Beş mertebe zararı da yine ana hatlarıyla şöyle değerlendirebiliriz:

Birinci Zarar: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

Mal, evlat, gençlik insan için birer sermaye iken, kişi ölüm ile bunlardan ayrılacaktır. Bu sermayeleri nefis hesabına ve boş işlere harcayanlar, sadece bu ayrılık elemini çekmekle kalmayacaklar, onları yanlış yolda kullanmanın günahını da yüklenerek bu dünyadan göçüp gidecekler.

İkinci Zarar: Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

Lehü’l-mülk yani “Mülk umumen O’nundur.” Bu kâinat ağacı Allah’ın mülkü olduğu gibi, o ağacın en mükemmel meyvesi olan insan da O’nun mülküdür. O halde, bizdeki her türlü maddî ve manevî cihazlar ancak birer emanettirler. Bir ömür boyu o emanetleri “yerinde kullanıp kullanmama” imtihanı geçiriyoruz. Emanete hıyanet edenler bunun cezasını görecekleri gibi, nefislerine de en büyük bir zulüm etmiş olacaklardır.

Üçüncü Zarar: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin.

Hayvanın o cüz’i sermayesiyle bu dünya hayatını mükemmel yaşaması gösteriyor ki, insana verilen bu cihazlar başka bir âlem içindir. Onları sadece bu kısa dünya hayatına gayrimeşru bir şekilde sarf etmek insanın yaratılış hikmetine zıttır ve o hikmete bir nevi iftiradır.

“Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddîyeye sarf etmeyiniz. Yoksa sermayece en a'lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.”(6)

Dördüncü Zarar: Acz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin.

Sonsuz aciz ve sonsuz fakir olarak yaratılan insan, bu dünya hayatı için gerekli ihtiyaçlarını temin etme ve kendini her türlü zararlardan koruma konusunda yetersiz kalacağı gibi, varlığının ve ona takılı olan maddî ve manevî her türlü sermayesinin de adım adım yokluğa doğru gitmesi o insanı elemlere gark eder ve ona vaveyla ettirir.

Beşinci Zarar: Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

İnsanın sermayesi çok büyük olduğundan, bunlar yerinde kullanıldığında büyük kârlar sağlayacağı gibi, yanlış kullanılmaları halinde de büyük zararlara yol açar. Üçüncü kâr açıklanırken, insana verilen sayısız sermayeden, misal olarak, üçünün yani “aklın, görme ve işitme duygularının” ilâhî tezgâhta işlenmeleri halinde cennete lâyık bir kıymet alacakları ifade edilmişti. Aksi bir uygulama ile bütün bu cihazların cehennem kapılarını açacak birer anahtar olmaları kaçınılmazdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
(4) bk. a.g.e., Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(5) bk. a.g.e.
(6) bk. a.g.e., On Birinci Söz.



33. "Sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler." İzah eder misiniz?

Eğer kişi helal yoldan kazanmazsa yahut helal yoldan kazandığını Allah yolunda sarf etmezse, malı boşu boşuna zayi olacaktır. Meşru yollarla kazanılmayan mal ve servet, kişiye kısacık dünya hayatında zevk ve sefa sürdürür, lakin bunun hesabı çetin, azabı elim olur.

İslami bir terbiye ile yetiştirilmeyen bir evladın işlediği her günahta babasının da hissesi vardır. Şayet anne ve baba evlatlarını imanlı ve faziletli olarak yetiştirirlerse, o salih evlatlar onlar için birer sevap kaynağı olurlar.

Nefis “iman, ibadet ve takva” ile terbiye edilirse, kişiyi ala-yı illiyin makamına çıkarır. Şayet günah ve heva yolunda serbest bırakılırsa, insanı esfel-i safilin olan en aşağı bir mertebeye düşürür.

Gençlik hayra da şerre de en kuvvetli bir vasıtadır. Eğer gençlik iman ve ubudiyet yolunda değil de haram işlerde ve şerde, kullanılırsa, insanı ebedî felakete sürükler. 

Elemleri yüklemesinin sebebi: Lezzetlerin zeval bulmasıdır. Üstadımızın ifadesiyle; “Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır."(1) Yani lezzetlerin sona ermesi, elemin ve üzüntünün sebebidir. Bir şeye kavuşmak çok lezzetli olsa da ondan ayrılmak daha elimdir. Zira insana “of” dedirten şeylerin başında, geçmiş zamanda yaşadığı güzel günler ve lezzetler gelir. O lezzetlerin zeval bulması ve elinden çıkması ona “of” dedirtir ve acı verir.

Bu bahsin daha iyi anlaşılması için Yirmi Üçüncü Söz’ün İkinci Mebhasının Üçüncü Nüktesi'ndeki Eski Said’i yeni Said’e çeviren temsili okumak gerekir.

Günahların kişinin boynuna yüklenmesi meselesine gelince: 

Bu konu hakkında birkaç âyet-i kerîme ve hadis-i şerif nakledelim:  

“Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!' Bakın, yüklendikleri yük ne de kötüdür!” (En’am, 6/31)

“Elbette onlar kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri (başkalarını saptırmanın vebalini) taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut, 29/13)

“Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmran, 3/180)

“...Kim bir mala hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyi boynuna yüklenerek gelir...” (Âl-i İmran, 3/161)

Amr ibni Kays el-Melâi rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Mümin bir kul kabrinden çıktığı zaman en güzel suretli ve en hoş kokulu bir şey onu karşılar ve ona: 'Beni tanıyor musun?' diye sorar. O da: 'Hayır, tanımıyorum, fakat biliyorum ki Allah Teâlâ senin kokunu hoş ve suretini güzel kılmış.' der. Bunun üzerine o da: 'Sen de dünyada böyle idin! Ben senin salih amelinim. Uzun zaman dünyada ben sana bindim, bugün ise sen bana bin!' der."

Râvi burada: 'Takva sahiplerini Rahman’a vefa olarak (binekli bir cemaat hâlinde) haşredeceğimiz gün...' (Meryem, 19/85) ayetini okudu."

"Kâfiri de en kötü suretli ve en pis kokulu bir şey karşılar ve ona: 'Beni tanıyor musun?' diye sorar. O da: 'Hayır tanımıyorum, fakat biliyorum ki Allah Teâlâ senin suretini çirkin ve kokunu pis yapmış.' der. Bunun üzerine o da: 'Sen de dünyada böyle idin! Ben senin kötü amelinim. Uzun zaman dünyada sen bana bindin, bugün ise ben sana bineceğim.' der. Râvi burada: 'Onlar günahlarını sırtlarına yüklenirler.' (En’am, 6/31) ayetini okudu."(2)

Ebu Seleme rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim başkasının toprağından, bir karış miktarı yere tecavüz ederse, kıyamet gününde yedi kat yerden (isabet eden toprak), o mütecaviz zalimin boynuna halka gibi geçirilir.”(3)

Bu ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi; Cenâb-ı Hak ahirette amelleri tecessüm ettirecek ve onlara maddî bir vücut verecektir. Bu sayede günahlar kıyamet günü sahibinin sırtına binecek ve onun yükü olacaktır. “Dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağını”(4) düşünen kişi, onlara el uzatmaz.

Cenâb-ı Hak cümlemizi bu yükten muhafaza etsin. Âmin!

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.
(2) bk. İbni Ebî Hâtim 7228.
(3) bk. Buhari, Mezalim 13.
(4) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.



34. "Emanette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin."İzah eder misiniz, buradaki nefisten kasıt nedir?

Burada kullanılan "nefis" kavramı, bildiğimiz “kötülüğü emreden nefis” değildir. Arapçada "nefis" birçok anlamda kullanılır. İnsanın kendisini tanımlarken, nefis ifadesi kullanılır. Yani, insanı meydana getiren maddî ve manevî her şeyin tamamına birden "nefis" denir ve bu durumda “zat”, “kendi”, "kişi" anlamında kullanılır.

Buradaki nefis ifadesi; Allah'ın insana emanet olarak verdiği maddî ve manevî her duygu ve cihazı içine alır. O en kıymetli emanetleri, nefis hesabına, yanlış yerlerde kullananlar kendine zulmetmiş olurlar. Burada "nefis" yerine "kendi" ifadesini koyabiliriz.

Emanette hıyanet cezasını çekmesinin sebebi şudur: Göz, kulak, dil gibi cihazlar, akıl ve kalp gibi latifeler, korku ve muhabbet gibi duygular, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği emanetlerdir. Bununla birlikte mal, evlat, makam ve gençlik gibi diğer sahip olduklarımız da insanın kendi malı değildir.

Fıkhi bir kaidedir ki; "Emaneti alan kişi, emanetten ancak sahibinin izni ve rızası dairesinde istifade edebilir. Onun izni olmayan yerlerde emaneti kullanamaz, eğer kullanırsa bundan mesul olur." Meselâ, bir kimseye emanet olarak bir at verilse ve emanetin sahibi: “Buna sadece sen binebilirsin!” dese, emaneti alan kişi o ata başka birisini bindiremez.

İşte sahip olduğumuz her şey bizlere birer emanet olup ancak Cenâb-ı Hakk’ın izni ve rızası dâhilinde kullanılabilir. Allah Teâlâ göz ile neye bakmamızı emretmişse ancak ona bakabilir; kulak ile neyi duymamızı istemişse ancak onu dinleyebilir; dil ile neyi konuşmamızı emretmişse ancak onu konuşabilir; ayak ile nereye gitmemizi emretmişse ancak oraya gidebiliriz ve hakeza... Bu uzuvları izin verilmeyen yerlerde kullanmak, emanete hıyanet etmek demektir.

Üstadımız Yirmi Üçüncü Söz’ün İkinci Mebhasının Üçüncü Nüktesinde bu meseleyi şöyle izah etmektedir:

"Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikir etse, yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu hâlde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsille bu hakikati beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:"

"Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip: 'Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır!' emreder. İkincisine bin altın verir. Bir pusula içinde bazı şeyler yazılı, o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir."

"Evvelki, hizmetkâr on altınla âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip evvelki hizmetkâra bakıp cebine konulan hesap pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedip gördü ve dehşetli bir azap çekti."

"İşte, edna bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir."

"Aynen onun gibi, insandaki cihazat-ı manevîye ve letaif-i insaniye ki, her birisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ, güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi ve hakâikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede… Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede..."

"İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz maksadı da müteveccih vezaifini görüp âcz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilan etmek ve külli nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mucizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Üçüncü Nükte.



35. "En kıymettar âletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin." Üstad bu cümlede "nefse zulüm"den bahsediyor. Nefse zulüm olur mu, olursa nasıl olur?

Zulüm, başkasının hukukuna tecavüzdür. Başlıca şu üç şekilde kendini gösterir:

1. Allah’ın hukukuna tecavüz.
2. İnsanların ve sair mahlukatın hukukuna tecavüz.
3. Nefsin hukukuna tecavüz.

İnsan, Allah’a iman ve O’na ibadet etmekle mükelleftir. İmanının gereğini yapmaz veya amelinde başka şeyleri gözeterek hareket ederse şirke düşer. Şirk ise ayetin ifadesiyle “büyük bir zulümdür...” (Lokman, 31/13)

Sebeplere aşırı bağlanmak, mahlûkattan korkmak, insanların teveccühüne talip olmak, birer şirk örneğidir. Üstadımız bunların “şirk-i hafi” yani gizli şirk olduğunu ifade eder.

Haksızlık yapmak, zulmetmek, malı gasb etmek, gıybet yapmak, iftira etmek insanların hukukuna tecavüzdür.

İnsanın kendisine emanet olarak verilen maddî ve manevî cihazlarını Allah’ın emrettiği şekilde değil de nefis hesabına çalıştırması da nefse tecavüzdür. Nefsimizi ve malımızı Allah’a satmamızla ilgili ayette de nefis bu mânada kullanılmıştır.

Adaletin bir tarifi de her hak sahibine hakkını vermektir. Bu aletlerin hakkı onları Allah’ın razı olduğu gibi kullanmak ve onlarla ebedî bir saadeti kazanmaktır. Aksi yolda giden insan, kendini cehenneme ehil olacak bir vaziyete düşürür ve nefsine zulmetmiş olur.

“...Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, nefsine zulmetmiş olur...” (Talak, 65/1)

âyeti de bu hakikati ifade etmektedir. Helal belli haram bellidir. Bunlara riayet etmeyen kişi, Allah’ın koyduğu sınırları aşmış ve nefsine zulmetmiştir.

Midesine haram lokma sokan, dilini yalan ve gıybette kullanan, aklı şer işlere yoran, hafızasına zararlı ve gereksiz bilgileri dolduran kişi, onlara zulmetmiş olur.

Kazancını içki ve kumar gibi gayrimeşru yollarda harcayan bir aile reisi; hem hukukullaha hem ailesinin hukukuna hem de nefsine zulmetmiş olur.

Burdaki nefis nefs-i emmare değil, insanın ruh ve cesedini oluşturan şahsıdır; "kendi" manasınadır. 



36. "Cihazat-ı insaniyeyi hayvanlıktan aşağı düşürüp, hikmet-i İlâhîyeye iftira ve zulm etmek"ten söz ediliyor. Diğer taraftan Üstadımız uçak için, "nevim namına iftihar ediyorum" diyor; medeniyet harikalarını tebrik ve takdir ediyor...

Cenab-ı Hakk'ın insanlara lütfettiği büyük ihsan ve ikramlar vardır. Bunların bazılarını yanlışta kullanabilir, bazılarını da doğru ve istikametli kullanabilir. Üstadımız "kafirlerle iftihar ediyorum, insanların sefahetleriyle iftihar ediyorum" demiyor. Aksine insanlığa yakışan bir manzara karşısında (uçağın uçurulması v.s. gibi) bunu insan nevine yapılan bir ilahi ikram olduğu için ve insanlık da bu istidatlarını güzelce kullanıp o noktadan bütün mahlukatın üstüne çıkabildiği için "nevimle iftihar ediyorum" diyerek, insanların diğer mevcudat içerisindeki makamına dikkat çekiyor. 

Günahlarda kullanılan alet ve cihazatın hikmet-i ilahiyeye zulmetme anlamında olması ise şöyle izah edilebilir: Bir zat, birine son model bir araba hediye etse, hediyeyi alan kişi de onu kümes yapıp içinde tavuk beslese, o kıymetli aracı en kıymetsiz bir işte kullanmış, arabayı yapan zatın hikmetine iftira etmiş ve ona manen zulmetmiş olur.

Bu misali  bütün organlarımıza ve duygularımıza uygulayabiliriz:

Meselâ; elimizle her türlü işimizi görür, kalemi tutup düşüncelerimizi yazıya döker, gerektiğinde de kendimizi saldırılardan koruruz. Bu kıymetli organı, sadece, insanları dövmekte, hırsızlık yapmada kullananlar elin yaratılış hikmetine zulmetmiş olur.

Bütün organlarımızı ve ruhumuza takılan latifeleri bu şekilde düşünebiliriz. Bunları sadece dünya için, menfaat için, şehvet için kullanan insan, ilahi hikmete zıt hareket etmiş olur ve “hayvandan daha aşağı” bir derekeye düşer.

Bu konuya, “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”, “İman insanı insan eder.” “Her hasenat gibi cesaretin de membaı imandır.” gibi derslerin ışığında yaklaştığımızda, fennî keşiflerin ve medeniyet harikalarının küfür karanlığını örtecek kadar önemli bir ışık olmadığını yakinen anlarız. O fenlere talip olmak, o sahada gösterilen başarıları tebrik etmek ve onlara müşteri olmak ayrı bir meseledir.

“Terakkiyat-ı beşeriyenin kısm-ı a'zamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havarik-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, manevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidad ile istenilmiş, onlara verilmiştir.”(1)

Ancak bunlar insana sadece dünyada menfaat sağlar, iman yoksa ahiret için hiçbir faydası yoktur. Asıl mesele ve gerçek kemalat insanın kalp, ruh, akıl gibi latifelerini, bütün aza ve duygularını imanın ve  Kur’an'ın nuru ile tenvir etmesi, onları hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul etmesidir.

“Evet, hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebedîyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktır.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.



37. "Âcz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vaveyla edeceksin." cümlesini izah eder misiniz?

Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmeyen kimse, âczi ve fakrıyla beraber şu hayat yükünü zayıf beline yüklemeye mecbur olur ve daima vaveyla eder.

 Üstadımız bu meseleyi Yirmi Üçüncü Söz’de şöyle bir temsil ile anlatmaktadır:

"Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip büyük bir sefineye birer bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor." 

"Ona denildi: 'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et!' O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim, malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' ”

"Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu hâlde görse ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin!” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, âczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın, herkes sana gülüyor.' denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. 'Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.' dedi."

"İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et! Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.



38. "Hayat-ı ebedîye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalp, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir." İzah eder misiniz?

Saadet-i uhreviye levazımatı, insana ebedî saadeti kazandıracak her türlü ameldir. İnsana verilen maddî ve manevî duygular, ebedî saadeti kazanmak için verilmiştir.

İnsan azalarını, duygularını ve latifelerini Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde kullanırsa, O’nun rızasına nail olur ve cennete layık bir kıymet almış olur. Bunları nefis hesabına çalıştırırsa, onları zayi etmiş, en çirkin bir vaziyete çevirmiş, emanete hıyanet etmiş ve onlarla cehennem kapılarını açmış olur.

İnsan günahlarının ağır gelmesi durumunda cehenneme girecektir. Günahları da akıl, kalp, göz ve dil gibi organlar ve duygularıyla işlediğinden, bu organlar ve duygular, cehennemin kapılarını kendisine açacak birer anahtar hükmüne geçerler. Yani kim cehenneme girecekse, bunlarla işlemiş olduğu günahlar yüzünden girecektir.



39. "Yok, kat’a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlahîye ise hafiftir, azdır." İzah eder misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği farz ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani son sınır orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmaz.

Yüce Allah, kemal-i kereminden ve nihayetsiz rahmetinden dolayı, helal dairesini biz kullarına geniş kılmıştır; farz ibadetler de son derece hafif ve azdır.

Allah Teâlâ bizlere bir günde 24 saat vermiş, sadece bir saatini namaz için istemiştir. Namaz ise ruha rahattır, cisme de ağır değildir.

"Hâlbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. "(1)

Senede bir ay oruç tutulması ve zenginlerin ömürlerinde bir kez hac yapması, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği malın kırkta birinin zekât olarak verilmesi, farzların hafif ve az olduğunun delilidir.

Hiç kimse; “Ben İslam’ın şu emrini yerine getirmeye güç yetiremiyorum.” diyemez. Kaldı ki, bir özrü olan kimseye de dinimiz zaten kolaylık göstermiştir. Oruç tutamayacak kadar hasta olan tutmaz, namazını ayakta kılamayan oturduğu yerde kılar. Oturamayanlar da yattığı yerde yapabildiği kadarından mesuldürler. 

Nafile oruçlar ve nafile namazlar, zekât dışında verilen sadakalar farz değillerdir. Bunları işleyen kul manen terakki eder. Yapmayanlar için bir sorumluluk yoktur.

Dinde lakayt, dünyaya aşırı derecede meftun olmuş, sefahate girmiş kimselere dinî hükümlerin ağır gelmesi, yükün ağırlığından değil, taşıyıcının zaafiyetindendir.

Cenâb-ı Hakk’ın helal kıldığı nimetler, haram kıldığı şeylerden çok fazladır.

Haram dairede alınan gayrimeşru lezzetlerin meşru ve temiz olanı helal dairesinde de vardır.

Allah nikâhı helal, zinayı haram kılmıştır. Birçok içecek helal, içki ve şarap haram kılınmış. Birçok hayvanın eti helal kılınmış, domuz gibi fıtraten temiz olmayan hayvanların eti haram kılmıştır.

Her türlü giyeceği helal kılmış, sadece erkekler için ipeği haram kılmıştır.

Temiz, faydalı birçok helal içecek dururken, aklı uyuşturan ve vücuda zarar veren alkol ve uyuşturucu gibi şeyleri içmek akıl kârı değildir. Yasak edilen şeylerin insana ne kadar zararlı olduğu da herkesin malumudur.

Dünyanın gayrimeşru lezzetleri zehirli dikenler gibidir. Menhus bir lezzeti bulunsa da dünyada pişmanlığı, ukbada azabı vardır. Alkol yüzünden nice ölümlü trafik kazaları, yaralamalar, cinayetler, boşanmalar meydana gelmektedir. Dünyada sahibine bir ömür boyu pişmanlık ve vicdan azabı çektirir, ahirette de elim azaba duçar eder.

Bu bakımdan, “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.
(2) bk. age., Altıncı Söz.



40. "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." Gençler için bu nasıl temin edilebilir? Dışarısı haram kaynıyor, televizyon ve internet gibi araçlar malum... Gençlerimizin bu sıkıntılarını nasıl izale edebiliriz?

Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur:

“Gençlerinizin en hayırlısı, ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır.”(1)

Üstad Bediüzzaman bu hadisi şöyle izah ediyor:

“En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.”(2)

“Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes'elesinde; binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."

"Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki: En tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar…”(3)

İşte böyle dehşetli bir asırda, sefahat yangınına karşı gençlerimiz, ancak Kur’an’ın elmas kılıcı olan Risale-i Nur'daki iman hakikatlerini okumak ve takva kalasına sığınmakla kendilerini muhafaza edebilirler.

“Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenâb-ı Hakkın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibadette sarf edersin, sefahette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibadetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede 'Eyvah, gençliğim gitti.' diye teessüf edip gençliğe ağlamayacaksın.”(4)

Gençliğini sefahatte geçirenler, günah ve isyanlarla kirletenler dünyada da ukbada da perişan olacaklardır.

Bir noktayı da önemle hatırlayalım: Üstadımız bu zamanda küfür ve dalaletin şahs-ı manevî halinde hücum ettiğini beyan eder ve buna karşı bir şahsın, dâhi de olsa, şahs-ı manevîye karşı koyamayacağını önemle nazara verir. O halde, gençlerimizin muhafazasında en önemli bir çare de onları şahs-ı manevî içerisine dahil etmektir. Bunun yolu da o günahkârlara acımak ve kendilerine şefkatle, güzel sözlerle yaklaşmaktan geçiyor. Bu yol çok zordur, büyük sabır ister, ama çok verimli ve çok sevapladır.

Peygamber Efendimiz (asm.) bir kişinin imanını kurtarmanın sahralar dolusu koyun sadaka vermekten daha hayırlı olduğunu haber vermiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.27; İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:142; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:487.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup. 
(3) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
(4) bk. age., Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.



41. Üstadımız, helâl dairesinin keyfe kâfi geldiğini, harama girmeye lüzum olmadığını ifade ediyor. Bu zamanda ise harama bulaşmayan insanlar nadirdir. Bu konuda ne dersiniz?

“Helâl dairesinin keyfe kâfi geldiği, harama girmeye lüzum olmadığı” genel bir hükümdür ve her asır için geçerlidir. Yeme, eğlenme, müzik dinleme ve diğer bütün keyif verici hallerin hepsinin meşru yolla tatmin edilmeleri mümkündür.

Şu var ki, bu zamanda haram olup olmadığı şüpheli olan birçok muameleler, yiyecek ve içecekler her tarafı istila etmiştir. Böyle bir ortamda, helal olduğunu kesinlikle bilmediğimiz konularda çok dikkatli olmamız, ruhsatla değil azimetle amel etmemiz tavsiye edilmiştir.

Günahların her taraftan sel gibi hücum ettiği bir asırda, kişinin kendini muhafaza etmesi elbette ki çok zordur.

Üstad'ın belirlediği yol, sünnet yoludur. “Yerken, iktisat üzere olmak, akarsu kenarında bile olsa abdest alırken suyu israf etmemek, sofradan yemeye iştihamız olduğu bir halde kalkmak, şüphelilerden sakınmak...” gibi sünnetlere tam riayet etmek ve helâl dairesinde hareket etmek lazımdır.



42. "Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez." cümlesini izah eder misiniz?

İnsanı manen terakki ettirmekle Allah’a yaklaştıran ve O’nun rızasına mazhar eden kulluktur. Kulluktan daha tatlı ve şerefli bir şey yoktur. Allah’a abd ve asker olmanın lezzeti tarif edilmez. Bunu anlamak için bu lezzete ulaşan kimselerin hayatlarına bakmak gerekir.

Mevlana Hazretleri’ne “Aşk nedir?” diye sormuşlar: “Ben ol da bil!” demiş.

Bizler bu makamda, misal olması için Allah’a tam mânasıyla abd ve asker olan ve bu lezzetli şerefe ulaşan kullardan bazı hâdiseler nakledeceğiz.

Tâbiinden ve hanım velilerin büyüklerinden olan Rabiatü'l-Adeviyye Hazretleri, Allah’a kulluktan aldığı lezzeti bir duasında şöyle dile getirir:

"Ya Rabbi, eğer sana ibadet etmem cehennem korkusundan ise, beni cehenneme at! Eğer cennete girmek ümidi ile sana ibadet ediyorsam, cennetini yasak eyle! Eğer sırf senin rızan için, sen sen olduğun için ibadet ediyorsam, baki olan cemâlin ile müşerref eyle!"(1)

Hz. Ömer (r.a.), ateşperest bir İranlının sırtına vurduğu hançer darbeleriyle yaralanmış ve komaya girmişti. “Ey Müminlerin emiri! Namaz vakti geldi.” denilince, hemen gözlerini açıyor; “Namazı terk edenin İslam’dan nasibi yoktur.” diyerek, abdest alıp namazını eda ediyordu. İşte bu, Allah’a kul ve O’na asker olmadaki lezzetin bir neticesidir.(2)

Kulluk, Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve O’nu tanımakla doğru orantılıdır. Allah’ı bilmeyen ve O’nu tanımayan kimselerin kulluğundan bahsetmek mümkün değildir. Her güzel haslette olduğu gibi kullukta da zirvede olan Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m)'dir.

Habib-i Edip Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurur: 

“Bütün insanların serdarıyım, fakat bununla iftihar etmiyorum. Kıyamet günü Livânü’l-hamdi taşıyacağım, onunla da iftihar etmiyorum. O gün bütün peygamberler benim Livânü’l-hamd’imin altında toplanacaklar, ama bununla da iftihar etmiyorum. O gün herkes huzur-u ilâhiye giderken onların imamı ve rehberi olacağım. Herkes umutsuz ve çaresiz beklerken onlara müjdeyi ben vereceğim. Fakat bununla da iftihar etmiyorum. Ben, ancak Allah’a kul olmakla iftihar ediyorum.”(3)

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

"Peygamberimiz (a.s.m geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi.

'Ey Allah'ın Resulü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?' dedim. Peygamberimiz (a.s.m):

'Ya Aişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?' buyurdu."(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Kavaklı, Rukiye, İlk Dönem Kaynaklarına Göre Sufinin Günlük Hayatı, Yüksek lisans tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
(2) bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 7/64.
(3) bk. Ebu Davud 4673, Müslim, 2278.
(4) bk. Buhari, Teheccüt, 6; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Müsafirine ve Kasrihim, 18.