Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Yedinsöz Sorular ve Cevaplar

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:33    Güncellendi: 21.02.2025 21:33

Yedinci Söz Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Yedinci Söz'ün ana teması nedir, nelerden bahsediyor?

Yedinci Söz'de; iki tılsımdan, iki ilaçtan ve bir de biletten bahsedilmektedir.

Tılsımlar: Kâinatın tılsım-ı muğlâkını açar ve ruh-u beşer için saadet kapısını fethederler. Bunlar:

1. Allah’a iman,
2. Ahirete imandır.

İlaçlar: Gayet nâfi bir tiryaktır. Bunlar:

1. Sabır ile Allah’a tevekkül ve iltica,
2. Şükür ile Allah’a sual ve duadır.

Bilet, ahiret azığı ve nur-u kabir:

1. Kur’an’ı dinlemek,
2. Hükmüne boyun eğmek,
3. Namaz kılmak,
4. Büyük günahları terk etmektir.

Yedinci Söz'ün ana konusu; namaz kılmaya ve büyük günahlardan kaçınmaya dair olup; "Sabır, tevekkül, şükür, kanaat nedir?" "Allah'tan korkmak nasıl olur?" gibi soruların cevabı veriliyor.

Allah’a ve ahirete iman esası, kâinatın sırf akıl ile anlaşılması mümkün olmayan sırlarını açıyor ve insanın ruhuna saadetin yolunu gösteriyor.

Meselâ; insan şahsî kuvvet ve fikri ile ölüme baksa ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz bir karanlık kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker; ayrılık ve hiçlik acısı hayatını zehir eder. Ama iman ve Kur’ân nazarı ile baksa, ölümü ebedî bir saadetin başlangıcı olarak görür. Demek rehbersiz akıl, ölümün sırrını çözemiyor, Kur’ân’ın dersine ve terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hâdise karşısında insan, aklına itimat ederse, belâ ve sıkıntılara maruz kalır...

İnsan, musibetleri sabır ile nimetleri de şükür ile karşılasa, o zaman sabır ve şükür iki güzel ve tesirli ilaç olup, insanın dünya hayatını nurlu, ahiretini de mesut ve bahtiyar kılar.

Namaz kılmak ve büyük günahlardan kaçmak ise, insanın hem dünya hem de ebediyet yolculuğunda bir erzak ve azık olup, insanı büyük sıkıntı ve meşakkatlerden muhafaza eder.

Üstad Hazretleri bu hakikatleri bir temsil ile akla yaklaştırıyor...



2. "Şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açan 'Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir' ruh-u beşer için saadet kapısı..." İzah eder misiniz?

Allah’a ve ahirete iman; kâinatın sırlarını, akıl ile anlaşılması mümkün olmayan hâdiselerin iç yüzlerini açan ve mânidar kılan bir anahtar gibidir. Bütün sırlar ancak imânın bu iki temel rüknü ile çözülür, mânidar bir şekle bürünür.

Meselâ; ölüm, insanları ebedî olarak yok eden bir idam değildir. Ölüm, bir daha toplanmamak üzere ceset ve cismin dağılıp sönmesi değildir, dost ve ahbaplardan ebedî olarak ayrı düşmek değildir, kendiliğinden olan ve varlık âlemini dağılmaya götüren fâilsiz bir fiil de değildir..

Ölüm, her fiilin sahibi olan Allah’ın, intizamlı olarak yarattığı bir terhistir, bir mekân değişimidir. Yani meşakkatli ve sıkıntılı dünya hayatından, lezzet ve istirahat yeri olan cennete gitmektir. Ölüm, insanın asıl vatanı olan ebedî saadet yurduna bir sevkiyattır.

İnsanın mahiyetine dikkatle bakıldığında, dünya için değil, âhiret için yaratıldığı anlaşılır. Bekâ aşkı, cami’ fıtrat, nihayetsiz arzu ve emeller dünya için değil, âhiret içindir. Ölüm yüzde doksan dokuz ahbap ve dostların toplandığı berzah âlemine açılan bir kavuşma kapısıdır. İşte ölümün hakikati budur. Bu paragrafta ise; Allah’a ve ahirete imanının ölümün içyüzünü ve insanlarca çözülemeyen muammasını halleden bir iksir, bir anahtar olduğu ifade ediliyor.

"Evet, bütün hakiki saâdet ve halis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır, onlar onsuz olamaz."(1) 

Allah’ı tanımayan ve O’nu sevmeyen gerçek saadete, asıl nimete ve hakiki lezzete ulaşamaz. Demek gerçek saadet Allah’ı tanımak ve O’nu sevmekle mümkündür.

Meselâ; kâinatın Allah tarafından rahmetle ve hikmetle tedbir ve terbiye edildiğini düşünmekte büyük bir lezzet ve saadet vardır. Zira bütün âciz ve zayıf yavruların rızıklarının mükemmel bir şekilde ve vakti vaktine temin edilmesi ve onların güzelce terbiye edilmesi, akılsız, şuursuz ve kör tabiatın işi olamaz.

Bu harika işleri tesadüfe ve tabiata havale etmek, kalbi ve ruhu karanlık içinde bırakır.

Demek Allah’a iman esası, şu kâinatın sırlarını açan ve gerçek saadeti temin eden hakiki ve nuranî bir anahtar hükmündedir.  

“Ahiret imanı onlara der: 'Merak etmeyiniz, sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi' ettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş, mükâfatlarını göreceksiniz.' diye, iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki; her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa, onları me'yus etmez.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Mukaddime.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.



3. Kâinatın tılsım-ı muğlâkından kasıt nedir? Tılsım-ı müşkülküşâ ne demektir? Kâinattaki anlaşılmaz olan sırlar ve sorular neler olabilir?

"Kâinatın tılsım-ı muğlâkı" şu ve benzeri sorulardır:

1. Bu kâinatı kim yarattı ve niçin yaratıldı?
2. İnsanlar ve diğer mahlûklar nereden geldiler, nereye gidiyorlar ve necidirler?
3. İnsanın vazifesi nedir ve bu âleme niçin gelmiştir?
4. Âlemdeki bu kadar değişmelerin hikmeti nedir?
5. Niçin bu kadar çok mahlûk var?
6. Bu mahlûklara yapılan onca masrafın sebebi nedir?
7. Hayatın mânası ve hikmeti, ölümün sırrı ve hakikati nedir?

İşte bu ve benzeri bütün sualler kâinatın tılsım-ı muğlâkıdır ki, felsefe ve fen bu suallere cevap bulmaktan âcizdir. Bu tür suallere ancak Allah’a ve ahirete iman ile cevap bulunabilir.

Müşkül veya müşkil, “zorluk, güçlük, derin mesele” gibi mânalara geliyor. Küşâ ise, açan demektir.

Bu mânaları verdikten sonra, şimdi de müşkil olan ve bu müşkülü açan neymiş, ona bakalım.

İmansız bir nazarla varlığa bakıldığı zaman, her şey müşkil bir hâl alır.

Bu sorular insan aklını her zaman meşgul etmiş ve bunlara çok farklı cevaplar verilmiştir. Bu cevapların farklılığı konuyu muğlak”, yani karışık ve içinden çıkılması güç bir hâle sokmuştur. Bu soruların gerçek cevabı bu âlemi yaratan Allah’ın bildirdiği gibidir. Ve bu âlem ancak bir başka âlem hesabına çalışmasıyla ve insanın da o âleme namzet olmasıyla hem âlemin hem de insanın yaratılış hikmetleri izah edilebilir.

"Kâinatın hilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek, bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini tâlim edecek ve vazifedârâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve 'Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve niçin buraya geliyorlar ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?' diye dehşetli suallere cevap verecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ve âyât-ı tekvîniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hakkaniyetine ve bu Kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve küllî şehadet edip اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ der."(1)

Demek, Allah’a ve ahirete imân, şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açar ve ruh-u beşer için saadete vesile olur. 

(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua.



4. "Amentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” iki rükn-ü imanidir. Bu iki rükne niçin tılsım-ı müşkülküşa deniyor? Sadece bu iki rükün mü saadet kapısını açıyor? Diğer iman esasları niçin nazara verilmiyor?

Bu iki iman rüknü bütün iman esaslarının temeli hükmündedir. Bunlar insanı ferahlatan ve rahatlatan iki cevher gibidir. Diğer iman esaslarında da bu tılsım ve ferahlatma elbette vardır, ama bu ikisi iman esaslarının kutupları hükmündedir. 

Evet, “Bir harf kâtipsiz, bir hane ustasız olmayacağına” göre, şu muhteşem âlemi kim yaratmıştır? Bu âlemi insanın hizmetine kim vermiştir?

Henüz insan yaratılmamışken bu kâinatı insana göre kim planlamış, her şeyi insan merkezli olarak kim donatmıştır?

İşte Allah’a iman bu ve benzeri bütün suallerin cevaplarını verir ve kâinatın tılsımını çözer ve muammasını halleder.

Ancak iş bununla kalmaz. Böyle bir âlemin her şeyiyle imdadına koştuğu, her ihtiyacına cevap verdiği insan, niçin ölmekte, öldükten sonra hiçliğe mi gömülmektedir? O zaman bu âlemdeki harika nizam, muhteşem icraatlar, sonsuz rahmet tecellileri hiçlikle mi son bulmaktadır? Bu önemli meseleyi de ahirete iman halleder.

Bunlar her aklın sorduğu ve cevabını aradığı suallerdir. Bütün peygamberler bu suallerin cevabını öğretmek için gönderildiği gibi, semavî kitaplar da bunun için indirilmiştir.

İnsan aklı, bu iki sualin cevabını bulmadıkça, meleklerin var olup olmadığı yahut her şeyin planlı ve programlı yürütüldüğü o kişiyi fazla ilgilendirmez.

Demek oluyor ki, bu iki iman rüknü insanın suallerine cevap verdikten sonra kişinin diğer iman rükünlerine iman etmesi beklenir.



5. Allah'a iman, neden diğer iman esaslarından daha önemlidir? Allah’a iman nasıl insanın hayatını anlamlandırır?

Allah’a iman esası, bir binanın temeli ve bir ağacın kökü gibidir. Nasıl temel ve kök olmadan bina ve ağaç olamaz ise, Allah’a iman esası olmadan da diğer iman esasları olamaz. Zira imanın bütün dal ve budakları Allah’a iman esası üstünde şekillenip büyüyor. 

Meselâ, Allah’a iman etmeyen birisinin, Allah’ın ilminin bir unvanı olan kadere iman etmesi düşünülemez. Yine ahireti var edecek olan Allah’a iman etmeden, âhirete iman etmek mümkün değildir. Misalleri çoğaltmak mümkündür. İmanın bütün şubeleri Allah’a iman esası üzerine bina edilmiştir.

İman ve hidayet, Allah tarafından kalbe ilka edilen bir nurdur. İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün âlemler üzerinde tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatlarının nakışlarını okur. Bu ışık sayesinde kâinatın sırlarını keşfeder. Tıpkı karanlık bir mahzende ışıkların yanmasıyla eşyanın görülmesi gibi, insan küfür ve dalâlet karanlığında iken bu iman ve hidayet nuru ile bütün âlem ve kâinat ışıklanır. İşte o âlemleri aydınlatan ve kâinatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir ki, bunları kalbe akıtan hakiki fail Allah’tır.

İmanın nur ve ışık olması ise, her şeyin ve her hâdisenin arkasında Allah’ın isim ve sıfatlarını görüp, her hâdisenin ilahî cephesini okuyabilmek mânasındadır.

Meselâ, ölüme imanın nuru ile bakılırsa, bir yokluk ve hiçlik değil, ebedî bir âlemin başlangıcı olduğu bilinir. Ölüme küfür gözlüğü ile bakılırsa, ölüm insanı sevdiklerinden ebedî olarak ayırıp, hiçlik ve yokluk kuyusuna atan dehşetli ve azaplı bir hâdise olarak görülür.



6. "Şükür ile Rezzâkından sual ve dua ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu..." Biz şükrü sadece rıza-yı İlahi yani ibadet olduğu için yapmıyor muyuz? Şükür ile bir şey istemek ihlasa engel değil midir? Ya da şükür ile nasıl sual ediyoruz?

Duâ; Allah’tan istemek, şükür ise verilen her nimete teşekkür etmektir. Bu, şükür ve duânın bir de ruhu ve özü vardır ki, bu da ilahi rızadır.

İnsan, duâ edip ihtiyaçlarını Rabbinden ister, O da Rezzâk ismiyle bu dualara cevap verir. İnsan bu hâdiseyi ilahi rızayı elde etmede bir vesile olarak görürse kazanır.

Tarz ve şekil olarak şükür ve duâ, nimetlerin çoğalmasına bir sebeptir ve bu âdetullahtır. İnsan niyet bakımından sırf nimetlerin çoğalması için şükür ve duâ ederse, öz ve ruh kaçar, ilahi rıza uzaklaşır. Ama hâdiseye sadece bir âdet ve bir kaide olarak bakar da asıl niyeti rıza-yı ilahî olursa, o zaman ibadetin hem şekline hem de özüne riayet etmiş olur.  

“Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur. Verdiği lezzet ile Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor."

"Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve süflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor. Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur."

"Şükür ile zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.”(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale (Şükür Risalesi).



7. Yedinci Söz'de, sual ve dua deniliyor. “Sual” ve “dua” arasında ne gibi bir fark vardır?

Sual; “talep etmek, istemek, aramak” demektir ki, bu cihetle duâ ile aynı mânadadır. Sualin özünde, birisinden yardım istemek, talepte bulunmak mânası hükmediyor.

Meselâ, midenin acıkması ve rızka olan şiddetli ihtiyacı bir cihetle sualdir, rızkın Allah tarafından gönderilmesi de cevap oluyor.

İnsan, bir fiili ve ameli gerçekleştirme noktasında gayet zayıf ve âciz bir varlıktır, elinden hiçbir şey gelmez. İnsanın tek sermayesi cüz'î iradesidir. Bu irade ise yaratma ve fiilleri gerçekleştirme hususunda mutlak âcizlik içindedir. Bu yönde tasarrufu çok az ve dardır. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının hikmeti Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar ve makes olabilmesi içindir.

İnsan nihayetsiz âciz, zayıf ve fakirdir. İnsan bu sayede sonsuz kudret sahibi bir zatı tanır; hiçbir şeye muhtaç olmayan ve nihayetsiz zengin olan Allah’tan ister. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi, buğdayın meydana gelmesinde güneşe, havaya ve suya muhtaçtır. İnsan her şeyde Allah’ın varlığını ve birliğini hissedip, o muhtaçlık vasıtası ile Allah’ı tanır, O’na kulluk eder.

İnsanoğlu, duâ ile istemek noktasında çok istidatlı bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine ayna olmak noktasında kâinat kadar geniştir. İnsan bu istidadı sayesinde Allah’ın isim ve tecellilerini okur, tartar ve O’na küllî bir muhatap olur. Onun nazarında kâinat, önüne serilmiş bir sofra veya bir kitap hükmüne geçer. Ve insan Allah’ın sonsuz kerem ve şefkatine ayna olur.

İnsanın her bir duygusu kâinat sofrasına istifade için açılan bir pencere gibidir. Göz gördüğü eşyadan istifade ederken, akıl ve hayalin sahası geçmiş ve geleceği içine alacak kadar geniştir.



8. Yedinci Söz'de geçen "Hayırhah" Bediüzzaman mıdır?

Burada genel bir ifade kullanılmıştır; şahıstan ziyade bir şahs-ı manevîyi temsil eder. Tebliğ ve irşad vazifesi yapan herkes buna dâhildir.

Başta peygamberler olmak üzere doğru yolu gösteren bütün mürşitler, bu ifade içinde yer alır kanaatindeyiz.



9. "Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın." Açıklayabilir misiniz?

"Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz ve terk-i kebâirdir. Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zad ve zahîre, ışık ve burak, ancak Kur'ân'ın evâmirini imtisal ve nevâhîsinden içtinâb ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır." (1)

İnsan, başta namaz olarak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederse, ebedî hayat yolculuğunu gayet rahat şekilde tamamlayıp, ebedî cennet hayatına ulaşır ve orada sonsuz ve mutlu bir hayat yaşar. Eğer namazı terk edip Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmez, günahlara dalarsa, ebedî hayat yolculuğu gayet azaplı, sıkıntılı ve aynı zamanda uzun ve meşakkatli geçer ve nihayetinde cehennem gibi dehşetli bir zindana atılır.

İnsan uzun bir seferdedir ve ebedî âleme yolcudur. Namaz ise kabir, mahşer ve sırattan geçen o dehşetli ve korkunç yolculuğu kolaylaştıran bir bilettir. Uzak bir şehre uçakla rahat ve hızlı bir şekilde yolculuk yapmakla, trenle veya yaya olarak seyahat etmek elbette bir değildir.

Şayet ebedî hayat yolculuğunu hızlı ve rahat bir şekilde sâlimen tamamlamak istiyorsak, başta namaz olmak üzere farz ibadetleri yerine getirmemiz lazımdır.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



10. "Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti. Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm. " ifadesini açıklar mısınız?

"Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti. Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm."(1)

Yedinci Söz'deki temsilde geçen bu ifade, peygamberleri, evliyaları ve mürşidleri temsil eden bir hayırhah ve nurani zatın tavsiye ettiği şeylerin, "Eğer dediğime inanmazsan bir parça tecrübe et." demesine karşılık, muhatabı olan kişinin tecrübe edip haklılığını bizzat yaşayarak gördüğünden bahsediliyor. Üstadımız da bunu bizzat yaşayarak ilim ve görmek ile değil, bizzat hakkalyakin müşahede ettiğini ifade eder. 

Üstad Hazretleri hem küfür ve felsefenin bütün bozuk ve esassız düşünce ve fikirlerini, hem de onun muhalifi olan iman ve Kur’an hakikatlerini kendi âleminde tefekkür etmiştir. "Risale-i Nurlar bu düşünce ve müşahedelerin birer tecellisidir." denilse hata olmaz.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



11. Yedinci Söz'deki temsili şematik olarak gösterip açıklar mısınız?

Temsilin daha iyi anlaşılması için şemasını çizmek faydalıdır.

Şu unutulmamalıdır ki, hakikatlerin kalp, akıl, ruh ve diğer latifelerde tesiri, idrak ve tefekküre bağlıdır. Aksi hâlde tesiri son derece az olur. Bu sebeple Risale-i Nurlar dikkatli okunmalı ve mütalaa edilmelidir ki istifadesi ziyade olsun.

Bu sözdeki temsili şöylece gösterebiliriz:



12. Yedinci Söz'deki, "Alkış zamanıdır." ifadesini izah eder misiniz?

“Alkış zamanı; eğlenme ve keyfetme zamanıdır.” düşüncesi, İnsan dünyaya bir kez geliyor, bu fırsat bir daha ele geçmez. Hayatı dolu dolu yaşa ve keyfine bak.” diyen, hayvan gibi yiyip eğlenen zihniyeti temsil eder.

Yaratılış gayesini bilmeyen, kulluk vazifesini yerine getirmeyen, aczini ve fakrını görmeyen, hevâ ve heveslerinin peşinden koşan insanların hayata bakış açısı budur.

“... İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahiddir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.”(1)

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Beşinci Lem'a, Üçüncü Deva.



13. Üstad "Evet, insan aldanır, ben de öyle bir dessasa aldandım?" diyor. Bunu nasıl anlamalıyız? Burada geçen “dessas” kimdir?

Üstad'ın buna benzer ifadelerini bazı Risalelerde görmekteyiz. Meselâ Barla Lahikası'nda şöyle der:

"Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. (…) Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim."(1)

Üstad'ın bu ve benzeri ifadeleri bizler için bir ölçü kabul edilmelidir.

Büyük zatların özelliği, günah olmasa da kendilerince noksan gördükleri bazı hallerini büyük bir hata gibi kabul etmeleri ve onun için defalarca tövbe ve istiğfar etmeleridir. Üstadımız bu noktayı “mecazî nefs-i emmare” bahsinde güzelce açıklamıştır. 

Bu vesileyle bazı noktaları hatırlayalım:

- Peygamber Efendimiz (asm) masum olmakla beraber Kur'ân'da kendisine; "Günahın için istiğfar et." (Muhammed, 47/19) emri verilir. Bundan murat; "ümmetin için istiğfar et" mânası olabilir.

Ayrıca Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) manen her an terakki ettiğinden, bir önceki hali için istiğfar etmesi söz konusudur. Bunun içindir ki, Resulullah Efendimiz (asm) günde yetmiş defa istiğfar etmekteydi.

- Peygamberler ismet sıfatı ile mümtaz olduklarından, günahlardan uzaktırlar. Onların dışında hiç kimse masum değildir. Üstad da bu kaidenin dışında değildir. Kendi ifadesiyle "Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır." der. Şu var ki “İmkânat başka, vukuat başkadır.” Peygamberler dışında herkes günah işleyebilir, yani günah noktasında korunmuş değillerdir. Ama bunu; “Bütün büyük zatlar mutlaka günah işlemişlerdir.” şeklinde anlamak da yanlıştır.

Büyük zatlar da Allah’ın hâfiziyeti altındadırlar.

Üstad'ın engin bir tevazû ile söylediği bu ifadelerden "Objektif olma", “Hikmetle hareket etme”, “sevdiğimiz kimselerden beşeriyet itibariyle zuhur edebilecek bazı yanlışlıkları hemen kabul yahut tevil cihetine gitmeme” dersi almak lazımdır. Böyle yanlışlıkların ortaya çıkması durumunda Uhuvvet Risalesi'ndeki düsturları hayata geçirmek, hürmet ve muhabbetimizde noksanlık göstermemek, ama hatayı da hata olarak görmek gerekir.

Böyle yapılırsa, Kur’an'ın da emri gereğince “ıslah” yoluna gidilir. Aksi halde hata devam eder.

Üstad'ın “aldandım” dediği hususun ne olduğu konusunda tahminler yapmamız doğru değildir. Ancak, kendi beyanlarıyla, “bir zamanlar bir nurdan haber verdiğini, önceleri bunu siyaset âleminde aradığını, daha sonra bunun iman ve Kur’an hizmeti olarak tahakkuk ettiğini” biliyoruz. Aldanma denilen şey, bu yanlış tahmin de olabilir. Kesin hüküm veremiyoruz.

Bu tip sorulara verilecek cevaplar tahminden öteye geçmez. Üstad'ın kendisinin açıklamadığı bir şeyi bizim bilmemiz zaten mümkün değildir.

Bu noktada Üstad'ın mecazî nefs-i emmareyle ilgili değerlendirmeleri okunursa, bu dessâsın da "mecazî nefs-i emmare" cinsinden olabileceği anlaşılır.

Bu konuda Üstadımız şunları kaydeder:

 "Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında yirmi paralık bir sıkıntı ile altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım."

"Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevîde, benim cephemde kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde; o iki nefs-i emmarenin muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, 'Ne için ben atmadım.' diye en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim."(2)

Büyük zatlar, manevî terakkilerde, bir alttaki makamlarını noksan bulur ve bir önceki hallerinden istiğfar ederler. Onların bu istiğfarları, bizim işlediğimiz bir günaha istiğfar etmemiz gibi değildir.

Üstad Hazretleri şöyle buyurur:

“Eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.”(3)

Meselâ, kalbi tamamen rızaya yönelmiş bir zat için, cenneti istemek bile bir noksanlıktır.

Üstad'ın şefkat tokatlarında verdiği mesaja göre, iman hizmetinde fütura düşüp kendi manevî terakkisi için çalışmak bir noksanlıktır. Bu hâl günah yahut haram olmayıp mübah bir arzudur, fakat iman hizmetinden mahrumiyetin büyük zararı düşünülürse, bunu da şeytanın bir desisesi gibi değerlendirmek gerekir.

Ayrıca Üstad, muhataplarına ders vereceği zaman çoğu kez kendi nefsini nazara verir. Bu, çok tesirli bir tebliğ metodudur. Burada da aynı metot uygulanmıştır.

Bizim için önemli olan, Üstad'ın sözünü ettiği dessâsın kim olduğu değil, kendi dessâslarımızın neler olduğu düşünmemiz ve bunlara karşı daima uyanık bulunmamızdır.

Dipnotlar:

(1) bk. Barla Lahikası, 131. Mektup.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, 148. Mektup.
(3) bk. Mesnev-i Nuriye, Katre, Hatime.



14. "... Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm" Burada "ecel" ve "ölüm" farklı mı acaba; biri aslana diğeri darağacına benzetilmiş?..

"O bîçâre asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir. ..."(1) 

Burada aslan yani ecel özne, darağacı yani ölüm ise yüklemdir. Yani ölüm fiili ecele izafe ediliyor.

Ecel, her canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vaktidir. Yani ecel Allah'ın takdir ettiği ömür süresidir. Ölüm ise, bu sürenin sonundaki iş ve fiil oluyor. Ecel gizlidir ve ölümün ne zaman olacağı belli değildir; bu yüzden insan her an teyakkuz içinde olmalıdır.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



15. "O darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur." cümlesini izah eder misiniz?

"O darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur."(1)

Cenab-ı Hak bu kainat ve içindeki tüm mevcudat üzerinde fanilik damgası koymuştur. Bu ilahi hükümden kimse hariç tutulmamıştır. Her şey helak olucudur, Allah ise müstesnadır. 

Bilhassa ihtiyarlamış olanlar, ellerine fotoğraf albümlerini alsalar ve baksalar; görürler ki resimlerine baktıkları birçok dostları çoktan toprak olmuş, kabirde yatıyorlar. Onlardan geriye sadece fotoğrafları kalmış; isimleri unutulmuş, cisimleri çürümüş ve belki de birçoğunun kabirleri kaybolmuş.

Evet, bu dünya öyle bir misafirhanedir ki her gün bir kâfile gelir, biri gider; gelen gider, giden gelmez; daima dolar, boşalır.

Bu makamda, ibret olması için şu kıssayı nakletmek istiyoruz:

İbrahim Ethem Hazretleri bir gün kabristandan geçerken, bir kabrin başında durmuş hüngür hüngür ağlayan birisini görür.

Ona: “Niçin ağlıyorsun?” der.

Adam: “Burada yatan benim dostumdu, öldü ve şimdi burada yatıyor.”

Bunun üzerine İbrahim Ethem Hazretleri şöyle buyurur:

“Sen de ölümsüz bir dost tutsaydın ya!..”

Evet, madem her dost veda ediyor ve “Allah’a ısmarladık” demeden gidiyor; o hâlde insana düşen en büyük vazife, bâki bir mahbubu aramak, O’nun marifet ve muhabbetiyle ünsiyet etmektir.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



16. "İki yaradan biri acz-i beşeri, diğeri fakr-ı insanîdir... İlaçlar ise; şükür ve kanaat ile talep ve dua ile Rezzâk-ı Rahim’in rahmetine itimaddır." İzah eder misiniz?

İnsan sonsuz muhtaçtır, fakirdir. Göze de muhtaçtır, güneşe de. Ve insan sonsuz âcizdir, göz de yapamaz Güneş de. Misalleri artırabiliriz. İnsanın bu yaratılışı onun Allah’ın kudret ve rahmetine itimat etmesi, ancak O’na ibadet edip ve yine yalnız O’ndan yardım dilemesi içindir.

Allah’a ve ahirete imân eden kişi, bu dünyadaki bütün ihtiyaçlarının görülmesinde kendisine düşen görevi yaptıktan sonra, Rabbine teslim olur ve O’na tevekkül ederek rahat bulur. Rızık istiyorsa tarlasına tohumu eker, gerekli hizmeti yapar ve neticeyi sabırla, tevekkülle bekler. Şifa talep ediyorsa doktorun tavsiyelerine aynen uyar, verdiği ilaçları kullanır ve iyileşmeyi yine sabır ve tevekkül ile bekler.

Öte yandan insanın ihtiyaçları bu dünya ile sınırlı değildir. Onun en büyük meselesi ölüm tılsımının çözülmesi, varlığını ölümle ebediyen kaybetmemesidir. Bu noktada da insan sonsuz âciz ve fakirdir. İşte ahirete imân da bu ikinci yaraya merhem olur.

“... Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ülVücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, duâ ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”(1)

Sualin diğer şıkkına gelince:

Mü’min çok iyi bilir ki, rızık semavât ve arzın mâlikinin elindedir. Bunların bir araya gelmesi ve bitkilerin yahut hayvanların imdadına koşmasıyla, bizim muhtaç olduğumuz rızıklar ortaya çıkar. Bir ağaç yahut bir bahçe tek başına rızkı yetiştirecek kabiliyete ve kudrete malik değillerdir. Güneş denizleri buharlaştıracak, bulut o buharları taşıyacak ve muhtaç bölgelere ulaştıracak, bahar mevsiminin gelmesi için yeryüzü o muhteşem ve mu’cize seyahatini sürdürecek ve daha nice şartların bir araya gelmesinden sonra ağaçlar meyve verecekler, zeminden sebzeler çıkacaktır. Bunun şuurunda olan bir mü’min, kendine düşen görevleri yaptıktan sonra, rızkını ancak Allah’tan ister ve O’nun rahmetine itimat eder.

Burada şu önemli noktaya da ayrıca dikkat çekiliyor: Mü’min olan insan öncelikle kendisine ihsan edilen nimetlere şükür ve kanaat eder. Yeni şeyler isterken de bunu hırs ile değil, kanaat ile talep eder.

(1) Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.



17. İnsan mahluk olup nihayeti olduğu halde, Risalelerde acz ve fakr noktasında “nihayetsiz aciz” gibi tabirlerin yer almasının hikmeti nedir?

Kâinatın büyüklüğüne işaret etmek için namütenahi (nihayeti / sonu olmayan) tabiri kullanılır. Hâlbuki kâinatın sınırı ve sonu vardır. Bu ifade ile nazara verilen şey, kâinatın çok geniş olmasıdır. Kabiliyet ve âcizlik gibi şeyler için kullanılan sınırsız veya buna benzer tabirlerde de aynı maksat takip edilmektedir.

Ayrıca şöyle de düşünülebilir: İnsan vicdanen ve fıtraten ebedî yaşamak istediğinden ve ebediyete muhtaç olduğundan sonsuz fakirdir. Fakat kendisinde muhtaç olduğu bu ebediyeti meydana getirme kudreti olmadığından sonsuz âcizdir.



18. Aczimizin ve fakrımızın sürekli farkında olmak ve günlük hayatımızda bu duyguyu canlı tutmak için ne yapmalıyız?

İnsan acz, fakr ve kusur noktasında bütün varlıklardan daha ileri seviyede yaratılmıştır. Bir yönüyle kainatın en mükemmeli olarak bilinen bu insan, kendisine verilen akıl ve düşünce nimeti vasıtasıyla aczinin, fakrının ve kusurunun farkına varabildiği için en aciz ve fakir bir mahluk durumuna düşmektedir. Ama bu dezavantajını iman, ubudiyet ve tefekkür vasıtasıyla ciddi bir avantaja dönüştürebilir. Bütün mahlukatın en ileri seviyesine, yani ahsen-i takvime ulaşabilir.

İşte bu zahiren aleyhimizde olan ama hakikatte lehimize kolaylıkla döndürülebilen bu noksanlığımızı, günahlardan uzak durmak ve ibadet ile tefekküre devam etmekle dinç tutulabilir. 

Evet, insandaki sonsuz kusur ve noksanlığa bedel, Allah’ın ‘kemâlat-i Sübhaniyesi’ sonsuzdur. İnsandaki sonsuz fakra bedel, Allah’ın, ‘gına-yı rahmeti’ nihayetsizdir. Yani, insan sonsuz fakir ve muhtaç, Allah sonsuz Ganî (zengin) ve Rahîm’dir. Ve insandaki sonsuz âcizliğe bedel Allah "sonsuz bir kudret ve kibriya" sahibidir.

İşte bu acz, fakr ve kusurunu güzel bir vasıta yapıp, ilahi sıfatların anlaşılmasına basamak yapabilse, o zaman ciddi terakki ve kemal bularak yüksek makamlara uçabilir.

Nur Külliyatı'nda bu konu üzerinde önemle durulur. Çünkü bu üç özellik ubudiyetin esasıdır. Yani, insan bunların şuuruna varmakla kulluğunu takınır; Rabbine karşı tesbih, hamd ve tekbir görevlerini yerine getirir.

Üstad şöyle buyurur:

İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemâlât-i Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-yı rahmetin derecelerine bir mikyasdır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır.”(1)

Kusur, acz ve fakr insanın üç temel özelliğidir. Nefsin mahiyeti bu üçüyle yoğrulmuş bulunuyor. Kusur, noksanlık mânâsına gelir ve kemâlin zıddıdır. Kusur denilince, genellikle hata ve günah hatıra gelir. Böyle olmakla birlikte, kusur sadece bunlara mahsus değildir. Yani her kusur, her noksanlık günah değildir. Ama her günah bir kusurdur, bir noksanlıktır.

İnsanın kusur yönü“acıkması, yorulması, uyuması, hastalanması, ihtiyarlaması, iradesinin cüzi olması, yani bir anda iki şey irade edememesi, iki şeyi birlikte düşünememesi, aynı anda iki farklı yöne bakamayışı...” gibi noksanlıklarıdır.

Fakirlik, muhtaç olma mânâsına gelir ve konuşmalarımızda "fakr" denilince genellikle servetten mahrumiyeti anlarız. Yani, maddî imkânlardan mahrum olanlara "fakir" deriz. Halbuki, zengin olsun fakir olsun bütün insanların sonsuz denecek kadar ortak ihtiyaçları vardır. Bu yönüyle her iki grup insan da son derece fakirdir. Buna göre, fakr denilince, “insanın göze, kulağa, ele, ayağa, havaya, suya, güneşe, geceye, gündüze, atmosfere, bedeninde görev yapan her organa ve çevresini kuşatan bütün eşyaya muhtaç olması” anlaşılmalıdır.

"Acz"e gelince, bu kavramı, insanın, muhtaç olduğu dahilî ve haricî nimetlerden hiçbirini yapacak güce sahip olmaması şeklinde anlamak gerekir. Dünyayı döndürmeye, yahut kanın deveranını sağlamaya güç yetirememe noktasında, bir bebekle en kuvvetli bir insanın, hiç mi hiç farkı yoktur. Bu işler, bir ilâhî kudret tarafından görülmekte, icra edilmektedir.

İşte bu gibi tefekkürleri yaparak mahiyetimizin farkına varabildiğimiz gibi, ibadetleri hakkıyla yaptığımız takdirde, ibadetlerin mahiyetinde bu eksikliklerimizi ihsas ettirecek işaretlerin de olduğunu hisseder ve görürüz. Çok misallerden bir iki numune;

"Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilen biçare! Gaflet serinliğinde, şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonra Cehennemî bir azaba inkılâp edecektir. Eğer âlâmın lezâize, nârın nura inkılâp etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rükû ve sücud kancası ile gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür ile tâate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Bu dalâlât acılığından, necatın halâveti tavazzuh ile münacat lezzeti ortaya çıksın."(1)

"İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır! -Eğer gaflet kalbini bozmamışsa-"(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe, Zeylü'z-Zeyl.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektub, İkinci Risale.



19. "Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır." Bu ifadeye göre, imtihan alem-i ervahtan mı başlıyor? Gençlik ve olgunluk yok?

Nefy, kelime olarak sürgün etmek, birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek anlamına geliyor. 

Yolculuk ise, dünya imtihanını da içine alan geniş bir kavramdır. İfadede "imtihan" denilmiyor, "nefy ve yolculuk" deniyor. Dolayısı ile nefy ve yolculuğun ruhlar âlemini de içine alması gayet mâkuldur.

Evet, insanın bu uzun yolculukta en önemli ve tehlikeli merhalesi dünya safhasıdır. Çünkü ebedî saadeti kazanıp kaybetme hâdisesi dünyadaki imtihanına bakıyor.

Bu cümlede insanın ebed yolculuğu hülâsa olarak ve umumî hatları ile izah edildiği için, aradaki safha ve merhaleler tayyedilmiş. Bu bir belâğat kaidesidir. Yani aradaki merhaleler zihne atfediliyor, ta ki dinleyen ya da okuyanın zihni, tefekkür ile tahrik edilip atıl kalmasın. Yoksa bütün süreç ve merhaleler tek tek sayılıp bütün ayrıntıları ile izah edilecek olsa, on tane Yedinci Söz ortaya çıkar. Yani gençlik merhalesi atlanmamış, akla havale edilmiştir, diyebiliriz.



20. İnsan nereden gelmiştir? Niçin gelmiştir ve nereye gidecektir?

Her insan; âlem-i ervahtan başlayıp, rahm-ı mâderden, sabâvetten, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, haşirden geçen ve ebediyen devam edecek bir yolculuğa çıkarılmıştır.

İşârâtü'l-İ'caz’dan bir bölüm:

“Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?"

"Bu suale, benîâdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:"

"Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”(1)

Bu yolculuğun gençliğe kadar olan kısmı, imtihan yönüyle, herkes için aynı şartları hâvidir. Farklılık on beş yaş civarından itibaren başlar. On beş yaşına kadar geçen yolculuk, hikâyedeki; dereden, tepeden, çöllerden ve sahralardan geçmek gibidir. On beş yaşına kadar olan bu hayat yolculuğunda insanlar mümeyyiz olmadıkları ve yolları iradeleri ile tercih etmedikleri için imtihana ve teklife tabi değillerdir.

On beş yaşından sonra ise; imtihan ve teklif devreye girdiğinden, insan da iradesiyle hayrı ve şerri tercih hakkına sahip olur. Gençlikten itibaren başlayan, ihtiyarlıkla devam eden ve ölümle noktalanan hayatın bu kısmında başına gelecek iyi veya kötü, güzel veya çirkin, hayır veya şer bütün hâdiselere karşı davranışından, düşünme ve değerlendirmelerinden sorumludur.

O iki kardeşe tavsiyede bulunan o mühim zat ise; başta peygamberler olmak üzere, mürşitler ve manevî önderlerdir. Bu tavsiyeler umuma yapılır. On beş yaşına kadar olanlar için bu tebliğ; sonraki hayata bir hazırlık, on beş yaşını geçip imtihana girenler için de bir ikaz, bir irşad ve muvaffakiyetin temel taşıdır.



21. "Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler." cümlesini izah eder misiniz?

Ölümün hakikatini gören kâmil insanların ölümü nasıl istedikleri hakkında birkaç numune vermek, bize yardımcı olacaktır. Şimdi Üstadımızın ve bazı Allah dostlarının ölüm hakkındaki sözlerini nakledelim:

Üstadımız ölüm hakkında şöyle diyor:

“Ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihanda, tâlim ve tâlimat olan ubudiyetten bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahim’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir."

"Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur."(1)

Yine Üstadımız ölüm hakkında şöyle diyor:

“En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’an ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi ölüm; idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hakeza, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakiki güzel simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım."(2)

Hz. Mevlana “Mesnevi”sinde şöyle bir hikâye anlatır:

Hz. Peygamber (asm)’in amcası Hz. Hamza (r.a.) gençliğinde savaşa daima zırh giyerek girerdi. Son zamanlarındaysa savaş saflarına zırhsız olarak katılır, göğsü açık ve vücudu çıplak olarak savaşırdı. Onun bu hâlini gören halk dediler ki:

“Ey Peygamber’in amcası, ey saflar yaran aslan, ey erlerin padişahı! Allah kitabında: ‘Nefislerinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!’ emrini okumadın mı? Neden kendini savaş esnasında böyle bir tehlikeye atıyorsun? …” 

Bunun üzerine Hz. Hamza dedi ki:

“Gençken ölümü, bu dünyaya veda etme tarzında görürdüm. Kim ölüme isteyerek gider? Kim ejderhanın karşısında soyunur? Fakat şimdi Hz. Muhammed’in nuruyla bu fâni şehre zebun (düşkün) değilim ki. Allah beni uykudan uyandırdı. Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse 'Tehlikeye atılmayın!' emri de onadır. Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona 'Haydin çabuk olun!' hitabı gelir. ...”(3)

Bilal-i Habeşi (r.a.) öleceği zaman hanımı: “Vay üzüntüsüne!” dedi. Bilal-i Habeşi buna cevap olarak dedi ki: “Hayır! Aksine vay onun sevincine! Yarın dostlarla, Hz. Muhammed (s.a.v) ve arkadaşlarıyla buluşacağım.”

Hz. Ammar (r.a.) ölüme karşı olan arzusunu Sıffin muharebesinde şöyle ifade eder: “Yarın dostlara, Hz. Muhammed’e (sav.) ve ashabına kavuşacağım!”

"... Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun."(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem'a, Dokuzuncu Deva.
(2) bk. age., Yirmi Altıncı Lem’a, Sekizinci Rica.
(3) bk. Mesnevi web sitesinden alınmıştır. Beyit: 3419-3435. Erişim: 17 Ekim2020/11.45.  
(4) bk. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.



22. "Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, …" Devamıyla izah eder misiniz?

"...Hem zevâl ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, havârık-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini kemâl-i lezzetle seyir ve temâşâya vasıta suretini alır."(1)

Zeval ve firakın, ölüm ve vefatın şu mahlûklara musallat olmasının üç sebebi burada beyan edilmiştir:

1. Sani-i Zülcelâl olan Allah Teâlâ’nın çeşit çeşit ve renk renk olan nakşının mu’cizelerini göstermek,

2. Kudretinin hârikalarını göstermek,

3. Rahmetinin tecelliyatını göstermek.

İşte bu üç sebepten dolayı, bir mahlûk yaratılır ve bazen üç beş gün veya üç beş saat bu âlemde kalır ve sonra ölür, yerine yenisi yaratılır. Meselâ, bir bahçede açan güller bir iki haftada solar ve yerine yenileri açar. Bu sayede seyir ve temaşanın lezzeti artar. Zira sahnelerin değişmesi lezzetin artmasına bir sebeptir. İnsan bir tabloyu birkaç dakika ancak seyredebilirken, bir filmi birkaç saat seyredebilir. Bunun sebebi, filmde sahnelerin devamlı değişmesi ve kişinin bir sahne ile ünsiyet etmemesidir.

Bu sırdan dolayı Cenâb-ı Hak da âdeta her gün bir âlemi öldürür ve yeni bir âlemi yaratır. Bu âlemi devamlı doldurur ve boşaltır. Bu sayede nakşının mucizelerini, kudretinin harikalarını ve rahmetinin tecelliyatını farklı tarzlarda, taze taze, renk renk ve çeşit çeşit gösterir. Ehl-i nazarı, ibrete ve hayretle seyre davet eder.

İman gözü ile bakıldığı zaman, eşyanın zaman içinde akıp gitmesi ve ölmesi, yokluk ve mutlak bir ayrılmak değil, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik nakışlarının sergilenmesi için bir harekettir. Yani zaman bir darağacı, eşya da orada asılıp yokluk kuyusuna atılan zavallılar değildirler. Tam aksine, onlar zaman şeridi üstünde mânasını gösterdikten sonra arkada bekleyenlere yer açmak için ebedî âleme seyahat eden bahtiyar mahlûklardır.

“Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler."

"Evet, şu mevcudat, âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyine olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetliyse o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet noktasında âyinedarlık ederler.”(2) 

Öyle ise zaman şeridindeki harekete ve eşyanın o şeritte kaybolmasına ebedî bir yok olmak ve sonsuz bir ayrılmak olarak bakılamaz.

İman öyle bir iksir ki, bu iksiri içen, her hâdisenin sırrını çözer ve mahlûkatın nereden gelip nereye gideceğini görebilir. Ama küfür ve inkâr bu mânaları göstermediği için, kâfirin nazarında zaman bir darağacı, ölen canlılar da  onda asılan zavallı ve bahtsız varlıklar hükmündedir.

İşte, iman ile küfür arasında böyle azim bir bakış farkı vardır. İman ehli,  zaman şeridindeki manzaraların değişmesinden zevk ve lezzet alır, kâfir ise eşyanın kaybolmasından dolayı hüzne ve kedere kapılır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.
(2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



23. "O iki ilaç ise, biri sabır ile tevekküldür." cümlesini açıklar mısınız?

Bu makamda, sabır ve tevekkül ile ilgili bazı hadîs-i şerîfleri nakletmek istiyoruz. Bu sayede İslam’ın sabra ve tevekküle verdiği önem daha iyi anlaşılacaktır. Ancak ilk önce tevekkülün mânası hakkında Üstadımızın Yirmi Üçüncü Söz'deki şu izahını mütalaa edelim:

“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir."(1)

Sabır hakkında bazı hadis-i şerifler:

İbn-i Mesud (r.a.)’dan rivayet edilmiştir. Resulullah (sav.) şöyle buyurdu:

“Şüphesiz bir adamın Allah indinde bir derecesi olur. Fakat vücudundaki bir rahatsızlıkla imtihan edilinceye kadar, ameliyle o dereceye ulaşamaz. O makama, o rahatsızlığına sabretmesi sebebiyle ulaşır.”(2)

Hz. Ali’den (r.a.) rivayet edilmiştir. Resulullah Efendimiz (sav.) şöyle buyurdu:

“İmana göre sabır, cesedin başı mesabesindedir.”(3)

Kadı Şüreyh buyurdu ki:

"Benim başıma bir musibet geldiğinde ona karşı Allah’a dört defa hamd ederim."

"1. O beladan daha büyüğünü bana vermediği için,
2. Ona karşı sabretmeyi bana nasip ettiği için,
3. O beladan sevap umarak “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demeye beni muvaffak ettiği için,
4. O belayı benim dinimde yapmadığı için." (Bela dinime gelmediği için)

İbn-i Mesud der ki:

“Gökten düşmem, Mevla Teâlâ Hazretlerinin takdir ettiği bir şey hususunda 'Keşke bu olmasaydı.' dememden bana daha sevgilidir.”(4)

Hz. Ali der ki:

“Bir musibet anında elini dizine vuranın muhakkak ecri habt olmuştur (boşa çıkmıştır)."(5)

Tevekkül hakkında bazı ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler:

"De ki: Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası asla bize dokunmaz. O bizim Mevlamız’dır. Müminler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler." (Tevbe, 9/50)

“Şüphesiz ki iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde, o şeytanın hiçbir nüfuzu yoktur.” (Nahl, 16/99)

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak (aldırma) ve Allah’a tevekkül et! Allah vekil olarak hepsine yeter.” (Ahzab, 33/48)

“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talak, 65/4)

Hz. Enes’den (r.a.) rivayet edilmiştir. Resulullah Efendimiz (sav.) şöyle buyurdu:

“Kim evinden çıkınca: ‘Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ettim, güç kuvvet Allah’tandır.’ derse, kendisine: 'İşine bak, sana hidayet verildi, kifayet edildi ve korundun!' denilir ve şeytan ondan yüz çevirir.”(6)

Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: Resulullah`ın şöyle dediğini işittim:

"Eğer siz Allah’a karşı hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah yuvalarından aç çıkan ve akşam karınları doymuş olarak yuvalarına dönen kuşlar gibi rızıklanırdınız."(7) 

Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir:

"Biz hicret esnasında mağarada iken, başımız ucunda bizi arayan müşriklerin ayaklarına baktım ve Resulullah’a: 'Ey Allah’ın Resulü! Birisi ayaklarına bakacak olsa muhakkak bizi görür.' dedim. Bunun üzerine Resulullah (sav.): 'Ey Ebû Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında zannın (endişen) ne?' buyurdu."(8)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
(2) bk. Kenzü’l-Ümmal.
(3) bk. age.
(4) bk. Ruhu’l-Furkan: 2/110.
(5) bk. Ruhu’l-beyan: 1/261.
(6) bk. Tirmizi, Daavât, 34, (3422).
(7) bk. Tirmizi, Zühd, 33;  İbn Mace, Zühd, 14;  İbn Hanbel,1/332.
(8) bk. Müslim, 7/108; Müsned 1/4.



24. “Emr-i kün feyekün’e malik bir sultana acz tezkeresi ile istinad etme”yi nasıl anlamalıyız?

"Kün!" yani “Ol!” emrini müfessirlerimiz; “İlahi iradenin süratle tahakkuku” olarak izah ediyorlar. Cenâb-ı Hak bir şeyi yaratmayı dilediğinde, o şey çok kolay ve çabuk meydana gelir. Bu hakikat, “ يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Ol der o da hemen oluverir.” (Bakara, 2/117) şeklinde Kur'an'da bize ders verilmiştir.

İnsan bir meyve fidanını diker, onun ağaç olması “Ol!” emriyle gerçekleşir. O ağacın başındaki meyveler de yine “Ol!” emriyle olurlar. Yani Allah’ın dilemesi ve kudreti ile varlık sahasına çıkarlar. İnsan o meyveyi yediğinde o meyve yine “Ol!” emriyle kan olur, et olur, saç olur, tırnak olur. Bütün bunları yapmaktan insanoğlu âcizdir. Âciz bir kişinin kendi gücünü aşan bir konuda sultana müracaat etmesi gibi, insan da bütün bu işler için Rabbine sığınır, O’na iltica eder, O’na dua eder ve O’ndan yardım diler.

Üstadımız yaratılışı iki farklı şekliyle ele alıyor: İbda ve inşa.

İbda, bir şeyin zamansız olarak hemen meydana gelmesidir. Meleklerin ve ruhların yaratılmaları gibi.

İnşa ise, bu hikmet dünyasının bir gereği olarak, şu âlem bir anda değil de altı devrede yaratıldığı gibi, birçok mahlûkların da yine bir anda değil safhalar halinde, tedricen yaratılmalarıdır. Çekirdeğin ağaç, yumurtanın kuş, nutfenin insan olması zaman içerisinde ve birçok devrelerden geçerek tahakkuk eder.

İnşa tarzındaki yaratılışta da “Kün” yani “Ol!” emri söz konusudur. Şu farkla ki, inşâda bu emir, sanki yaratılışın her safhası için verilmektedir. Çünkü bu safhaların her biri ayrı ve mükemmel bir hâdisedir.

Sualin bir diğer yönüne de kısaca temas edelim:

Farklı hâdiselere, değişik varlıklara, birbirine zıt mahiyetlere bu emir birlikte mi verilmektedir?

Sözü edilen bu farklı işlerin sıra ile değil de birlikte meydana geldiklerini hepimiz görüyoruz ve bunda kimsenin şüphesi yoktur.

Bunlardan bir tek hâdiseyi ele alalım. Bu hâdise kendi kendine mi oluyor, yoksa Allah’ın yaratmasıyla mı? Elbette Allah’ın yaratmasıyla.

O halde ilahi kudret bütün bu farklı hâdiseleri sırayla değil de birlikte yarattığına göre, o kudreti icraata sevk eden ilahi irade de bu varlıklara sırayla değil, birlikte taalluk etmektedir. Aksi halde birlikte meydana gelme hâdisesi gerçekleşmezdi.

Bu sualin kaynağında, insanın kendi cüz’î iradesini ölçü alarak Allah’ın küllî ve mutlak iradesini anlamaya kalkışması yatıyor.

Bilindiği gibi insanda iki farklı fiil icra edilmektedir. Bunlardan birisi ihtiyarî fiillerdir. Bu işleri insan irade ederCenâb-ı Hak da yaratır; konuşmamız, yürümemiz, oturup kalkmamız gibi. İnsanın iradesi bir anda ancak bir işe taalluk edebildiği, yani insan bir anda iki ayrı şeyi irade edemediği için bu ihtiyarî işler de sıra ile oluyor. Önce bir kelimeyi söylüyoruz, sonra diğerini; iki kelimeyi birlikte telaffuz edemiyoruz. Önce bir yöne bakıyoruz, sonra başka bir yöne; iki yöne birlikte bakamıyoruz.

İnsanda görülen ikinci tip fiil ise ızdırarî fiillerdir, yani insanın iradesi dışında meydana gelen işlerdir. Bunların tümünü irade eden de yaratan da Allah’tır. Bu işler sıra ile değil birlikte meydana gelirler. Bir yanda saçımız uzarken, öte yanda gözümüz bir yöne bakar, kulağımız bir şey dinler, midemiz hazım faaliyetini sürdürür, kalbimiz çalışır, bütün hücrelerimizde trilyonlarca iş birlikte görülür. Bu farklı işler birlikte görüldüğüne göre, bunlar Allah’ın küllî iradesiyle ve kudretiyle meydana gelmektedir.

İnsan küçük âlem, âlem büyük insandır. O halde insanda küçük mikyasta gördüğümüz bu gerçeği bütün kâinata da teşmil edebiliriz. Bu muhteşem âlemde de sonsuz faaliyetler birlikte görülürler. O halde sonsuz denecek kadar “Kün!” emri birlikte verilmektedir.

“Emr-i künfeyekün” konusunda geniş açıklama için aşağıdaki okuma parçasına bakılabilir:

OL EMRİ

Tekvin; “Var etmek, yaratmak, meydana getirmek, icad etmek.” mânasına geliyor. Tekvin; “Cenâb-ı Hakk’ın yoktan var etme sıfatıdır.” Emr-i Kün feyekün ise; “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, 'Kün!' yani 'Ol!' diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına çıkması” demektir.

Eskiden bir kısım insanlar maddeden yapılan putlara taparlardı. Şimdi ise putların maddesine tapıyorlar. Materyalizm, maddenin putlaştırılmasından başka bir şey mi?

O günün putperestleri kendilerinden emin bir halde, mü’minlerle alay ediyor, akıllarını uyutuyor, vicdanlarını perdeliyorlardı. Şimdi aynı görevi ateistler ve materyalistler yapıyor. İşte bunlardan bir grup, dillerine “Kün!” emrini dolamışlar; hâlâ diyorlar, bu yirminci asırda bile eşyanın var oluşunu “Kün!” emriyle açıklayanlar var.

Önce şu “hâlâ” kelimesi üzerinde biraz duralım. Bu asırda değişen ne? Güneş batıdan mı doğuyor? Karpuz ağaçta, elma bostanda mı bitiyor? İnsan hâlâ nutfeden yaratılmıyor mu? Ana rahmindeki bekleme süresi altı aya mı indi? Işığın sürati mi arttı? Sesin frekansı mı yükseldi? İnsan yine bütün bir kâinata muhtaç değil mi?

Fen ve teknik ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu asrın insanı yumurtanın civciv olması için hâlâ yirmi gün beklemeye mahkûm değil mi?

Yardımcı hizmetlerde bazı gelişmeler olabilir. Gideceğimiz yere daha süratle varabiliriz. Kıt’alar ötesiyle bir anda görüşebiliriz. Ama tabağımızda duran peynir için hâlâ ineğe muhtaç değil miyiz? Balımızı yine arılar yapmıyorlar mı?

Dün bizi, önceki gün Âdem babamızı, ondan önce hayvanlar ve bitkiler âlemini ve onların bir safha önünde topyekun kâinatı yaratan kudret hâlâ işbaşında. Yine insan yaratıyor, yine çiçek yaratıyor, yine gece, yine gündüz yaratıyor. Yine öldürüyor ve diriltiyor. İnansın inanmasın hiçbir kul, bu kudretin icraatına en ufak bir müdahalede bulunamıyor.

İnsan bu kâinatta yeni bir şey yapıyor değil. Değişik bir varlık koyamıyor ortaya. O, kendi evini yükseltiyor ama yavrusu yine Allah’ın kudretiyle boy atıyor. O, işyerinde tamiratlar yapadursun, hücrelerini yine Allah değiştiriyor, tazelendiriyor.

İnsan yine aynı âciz insan. Ve Allah yine bu âcizin bütün ihtiyaçlarını gören tek Kadîr, tek Hakîm, tek Hâlık...

Bugün “Ol!” emrini inkâra kalkışanlar, bir asır önce bu dünya yüzünde yoktular. Şimdi ise varlık sahasında boy gösteriyorlar. Bu var oluş ya kendi iradeleriyle oldu, bu takdirde, “Ol!” emrini almak yerine, kendi kendilerine “olayım” dediler. Yahut iradeleri dışında var edildiler. Yâni “Ol!” emrine muhatap oldular. Bu emir onların anladığı mânada heceli, sesli, mahreçli bir emir değildi. Zaten bu emrin canlısıyla cansızıyla her şeye verilmesi böyle bir anlayışa mâni.

Öyle ise bu emri nasıl anlayacağız. Bence meselenin en önemli yanı, buraya kadar olan kısmı. Yâni, şu mevcut eşya kendi iradeleriyle, kendi kudretleriyle mi yokluktan kurtulup varlık âlemine geldiler; yoksa bir emirle, bir kudretle mi? Hiç kimse birinci şıkka “evet” diyemeyeceğine göre, ikinci şık sabit oluyor.

Bu emrin mahiyetine gelince:

Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin-i Râzi Hazretleri “Ol!” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:

“Cenâb-ı Hakk’ın 'Ol!' demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında ilâhi kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin yarattığını gösterir.”

Üstad  Bediüzzaman Hazretleri:

“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.”(1) 

buyuruyor. Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız:

Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “Ol!” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.

O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânasını ifade eder.

“Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal:

“Göklerin ve yerin mübdiidir (onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır). Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.” (Bakara, 2/117)

Burada “Ol!” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânasına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “Ol!” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir” demişler.

Diğer bir âyet-i kerime:

“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)

Bu âyet-i kerimede geçen “Ol!” emrinin mânasına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerek. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedricen, yâni kademeli olarak yaratılmakta. Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değil. O âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda.

Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “Ol!” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder:

“Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder...”

Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz.Âdem (a.s.) yaratılıyor ve sonra ona “Ol!” emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem’in (a.s.) topraktan inşa edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu “Ol!” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi; “Canlı bir mahlûk kesil” şeklinde tefsir etmekte. Zira zaten var olan bir nesneye yeniden “Ol!” emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir mâna vermek mümkün olmaz.

Buna göre “insan bir anda yaratılıyor”, diyebiliriz. Ama elbisesi dokuz ayda inşa ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki İlâhî şifrenin teşekkülü, yarı canlılık gibi özellikler de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.

Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “Ol!” emrini onlarda görelim, okuyalım.

Hidrojen ve oksijen bir “Ol!” emriyle su oluvermişlerdir. İki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır.

Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine “Ol!” emriyle. Bu emir olmasa, yâni İlâhî kudret yaratmasa gıdayı insan yapmak mümkün mü?

Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: Alaka ol. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki nutfeye “insan ol” denmemiş, sadece “alaka ol” denmiştir. Eğer “insan ol” emri verilseydi, rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icra edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.

Bir anda insan yapmak Allah’a mahsus bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hâle çevirmek ve sonunda insan hâline sokmak da ayrı birer İlâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu İlâhî sanatların teşhir edilmesi için, “Ol!” emri, “son şeklini al” şeklinde değil de “bir sonraki tavrına gir” tarzında verilmiş oluyor.

Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya emir var, “Ses ol!” diye. Hem de değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “Ol!” emriyle.

O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: “Melek ol!” Okunan tesbihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yâni bütün mukaddes kelimelerden melek yaratılıyor. Havaya; “Ses ol” diyen, sese de “Melek ol!” diyebilir. Bu emre, bu iradeye kim karşı çıkabilir?

Güneşte her an nice emirler... Nâra emir veriliyor, “Nur ol!”, “Enerji ol!”...

Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol!”

Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün” emriyle. Kalp o sözden hoşlandı mı yeni bir emir geliyor: “Feyz ol!”, “Huşû ol!”, “Sevgi ol!” diye...

Kısacası kâinat “kün” emrinin tecellileriyle dolu. Toprağa “Çiçek ol!” deniliyor; buluta “Yağmur ol!”... Çekirdeğe “Ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya da “civciv”...

Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: Et ol!, İlik ol!, Kan ol!, Kemik ol!, Sinir ol!, Saç ol!, Tırnak ol! gibi...

Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı... Dünya ol, Merkür ol, Ay ol gibi...

“Kün” emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle kaynaşmakta.

Bu kadar tecellinin içinde, “Ol!” emrinden gafil olarak yaşayanlar, ömürlerinin sonunda “Öl!” emrini alırlar. Bu emirle birlikte dünyada akıl erdiremedikleri nice hakikatleri anlar hâle gelirler; ama artık iş işten geçmiş olur.

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam.



25. "Arif-i billahın aczden ve mehafetullahtan lezzet almasını" açar mısınız? Misalde geçen çocuktaki halet, bir refleks ve sevk-i fıtrinin bir tezahürü değil mi?

Üstadımız bir risalesinde sevgi ve korku için harika bir ölçü getirir: “Cemaline muhabbet etmek, celalinden havf etmek.”

Allah’ın kudreti, azameti, izzeti, Kahhar ve Cebbar gibi celâl ifade eden isimleri düşünüldüğünde kalpte bir korku hâsıl olur. Bu korku kalbin bir vazifesi, dolayısıyla bir ibadetidir. Aynı şekilde, insan Allah’ın rahmetini, keremini, affını, Rahmân, Rahîm, Kerîm, Ğaffar, Rezzâk gibi cemalî isimlerini düşündüğünde kalbinde bir muhabbet duygusu meydana gelir. Bu cemâlleri sevmek de kalbin bir vazifesi ve bir ibadetidir. Allah’ı sevmek de O’ndan korkmak da mahlûkata beslenen sevgi yahut korkuya benzemez. Bunların birer ölçüsü vardır.

Âyet-i kerîmede de açıkça beyan edildiği gibi, muhabbetin ölçüsü, Habibullaha ittiba etmektir.

“De ki, ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin (uyun). Ta ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok Ğafur ve Rahimdir.” (Âl-i İmran, 3/31)

âyetinde i’câzlı bir îcâz vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiştir. Şöyle ki:

Şu âyet diyor ki: “Allah’a (cellecelâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”(1)

Demek ki, sevginin ölçüsü salih ameldir, Allah Resulüne uymaktır. Aynı şekilde, korkunun ölçüsü de takvadır, haramlardan sakınmak, şirkten korkmak, kalbini mahlûkata kaptırmamaktır. İşte arif insanlar salih ameli de severler, takvayı da. İbadeti severek yaptıkları gibi haramlardan da yine kendi istekleriyle ve severek kaçınırlar.

Üstad Hazretleri, bir çocuğun; “annesinin şefkatli tokadından kaçıp yine annesinin sinesine iltica etmesi” misaliyle, Allah’ın gazabından korkan mü’minlerin yine Allah’ın rahmetine sığınmaları gerektiğini ders veriyor. Aslında çocuğun bu hali fıtri ve ilahi bir sevkiyattır, bu noktadan vicdanidir. Üstadımız vicdanı tefessüh etmemiş bir insanın da bu çocuk gibi, iradesiyle ve aklıyla Allah'ın gazabından korkarak yine rahmetine sığınması gerektiğini vurgular. 

Bir mü’minin haramdan kaçınca helale kavuşması, takva dairesinde yaşamakla amel-i salihe ulaşması da aynı misalle ortaya konulmuş oluyor. Takva, insanın cehennemden kaçması, salih amel ise cennete koşması olarak düşünülürse, her ikisi de kulu Rabbine ulaştırır ve O’nun rızasına kavuşturur.

(1) bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a, Onuncu Nükte.



26. "Arif-i billah âczden, mehafetullahtan telezzüz eder... Kâmil insanlar âczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip Allah’a âcz ile sığınmışlar; âczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar." İzah?

Bir insan aczini ne kadar hissederse o derecede Allah'a itimat eder, bağlanır ve yanaşmaya çalışır. Fakat insan aczini anlamayıp kuvvet ve kudretine itimat etse, bu durum onu ibadetten, niyazdan ve dolayısıyla Allah'tan uzaklaştırır. Aczini anlama noktasında eriştiği bu güzel vaziyetten elbette aklı başında olan kişi, bundan lezzet ve ferah duyar. Risale-i Nur'da bu konuda geçen bir paragraf:

"O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Ya Rab! Madem çare-i necat budur; senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum." (Sözler, On Yedinci Söz; İkinci Makam)

Aynı şekilde insanın Allah'tan korkması, bir insanın bir zalimden veya parçalayıcı bir vahşiden korkması cinsinden değildir. Aksine Allah'tan korkmak, onun şefkatine sığınmayı ve daha samimi kul olmayı netice verdiğinden lezzet verir. Bu nedenle aklı başında ve kalbi sağlam insanlar, Allah'ın rahmetinin genişliğini bildiklerinden onun gazabından korkup yine rahmetine sığınmayı büyük bir lütuf görmüş, böyle bir yol açık olduğundan Allah'a bundan dolayı ayrı şükretmiş ve lezzet almışlardır. Üstadımız Yedinci Söz'de şöyle der;

"Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: 'En leziz ve en tatlı haletin nedir?' Belki diyecek: 'Aczimi, zaafımı anlayıp, validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.' Hâlbuki bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar." (bk. age., Yedinci Söz)

Ayrıca Ârif-i billâhın aczden ve mehâfetullahtan nasıl lezzet aldıkları, onların dua ve niyazlarından anlaşılmaktadır. 

Onlar, aczlerini ve Allah’tan korkmalarını duâlarına vird yapmışlar ve bununla da telezzüz etmişlerdir. Bu makamda, onlara ait dualardan Veysel Karanî Hazretlerinin münacatını misal vererek, ârif-i billâhın aczden ve mehâfetullahtan aldığı lezzeti bir derece anlamaya çalışacağız.

"Ey Allah’ım!
Sen Rabbim’sin, ben ise kulum;
Sen yaratansın, ben ise yaratılan;
Sen rızık verensin, ben ise rızıklanan;
Sen maliksin, ben köle;
Sen azizsin, ben zelil;
Sen zenginsin, ben fakir;
Sen dirisin, ben ölü;
Sen bakisin, ben fâni;
Sen kerimsin, ben hakir;
Sen muhsinsin, ben kötü;
Sen gafursun, ben günahkâr;
Sen azimsin, ben hakir;
Sen kavisin, ben zayıf;
Sen verensin, ben dilenci;
Sen eminsin, ben korkan;
Sen cömertsin, ben miskin;
Sen dualara icabet edensin, ben dua edenim;
Sen şafisin, ben hasta!
Günahlarımı affet, hatalarımı bağışla, hastalıklarıma şifa ver!
Ya Rab, Ya Vâfi, Ya Rahim, Ya Şafi, Ya Kerim, Ya Muafî..."

İlave bilgi için tıklayınız:

"Arif-i billahın aczden ve mehafetullahtan lezzet almasını" biraz açar mısınız?



27. "Arif-i billah" ne demektir; bunlar arasında makbul olmuş İslamiyet'ten önce yaşamış olanlar (Ashab-ı Kehf veya rahip) var mı? Ruhlarına Fatiha veya Yasin okumak caiz midir?

Ârif-i Billâh: Kelime olarak mürşid, ermiş, evliyâ demektir.

Terim olarak ârif-i billâh ise, marifetullah sahasında yüksek makam sahibi, hâdiseleri ilahî feyiz ve ilim ile gören, aklı ve kalbi hidayet nuru ile nurlanmış, ince anlayışlı, keskin zekâlı, mütefekkir ve veli zatlardır.

Ârif-i billâh, her şeyde rahmet-i ilahiyyenin izini ve tecellilerini gördüğünden hiçbir dünyevî bela, keder, meşakkat, hüzün ve sıkıntı onu mükedder ve mahzun etmez.

İslam’dan önce de böyle ârif ve evliya zatlar çoklukla bulunmuştur. Hazreti İsa (a.s)’nın ümmeti içinde ârif mü’minler olduğu gibi, Hz. Nuh (as)’un ümmetinde de ârif mü’minler vardı.

Kur’ân-ı Kerîm bazı âyetlerle ârif ve evliyaların hayatlarından bahsetmektedir... Ashab-ı Kehf, Habib-i Neccar bunlardan bazılarıdır. Bu zatlara dua etmenin ve ruhlarına Fatiha okumanın elbette bir mahzuru yoktur ve okumak lazımdır.

"Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Mü’minlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hıristiyanız)' diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.” (Maide, 5/82)

Bu âyette İslâm öncesi rahipler içinde ârif-i billâh zatların olduğuna işaret edilmektedir.



28. "Hâlbuki bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir." cümlesini açıklar mısınız?

Bu gibi cümleler, "Risale-i Nurlar, Kur'an ve sünnetten süzülmüştür." manasını bizlere güzelce gösteren hüküm cümleleridir. Şöyle ki; 

Allah’ın rahmetinin genişliğini şu hadis-i şerifler ile bir derece tefekkür edebiliriz:

“Allah’ın yüz rahmeti vardır. Her bir rahmet, gökle yer arasını dolduracak genişliktedir. Bunlardan sadece birisi dünyaya bırakılmıştır. Bundan dolayı kişi çocuğuna, kuş da yavrusuna merhamet ve şefkat eder. Amma kıyametin geldiği gün, Cenâb-ı Hak o yüz rahmetini kullarına iade edecektir.”(1)

İbn-u Ömer (r.a.) anlatıyor:

"Gazvelerinin birinde Resulullah (sav.) ile beraberdik. Derken bir kavme uğradı. 'Siz kimsiniz?' diye sordu. 'Bizler Müslümanlarız!' dediler."

"Bir kadın tandırına yakacak atmakla meşguldü ve yanında bir oğlu vardı. Tandırın alevi yükselince kadın çocuğu uzaklaştırdı. Sonra kadın, Resulullah (sav.)’ın yanına geldi ve: 'Sen Allah’ın Resulü’sün öyle mi?' dedi."

"Aleyhissalâtu vesselam: 'Evet!..' deyince, 'Annem ve babam sana feda olsun! Allah Erhamü'r-Rahimin (yani merhametli olanların en merhametlisi) değil mi?' dedi."

"Kadın, 'Evet!..' cevabını alınca bu sefer: 'Allah'ın kullarına olan rahmeti, annenin yavrusuna olan merhametinden daha fazla değil mi?' diye sordu."

"Aleyhissalâtu vesselam: 'Elbette!..' buyurdu."

"Kadın: 'Anne çocuğunu asla ateşe atmaz! (Daha merhametli olan Allah kullarını nasıl cehenneme atar?)' dedi."

"Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselam ağlayarak başını eğdi. Sonra başını kadına doğru kaldırarak:

'Şüphesiz Allah, hak yoldan sapıp O’na itaat etmeye tenezzül etmeyen ve tevhid kelimesini söylemekten imtina eden azgın kulundan başka kullarına azap vermeyecektir.' buyurdu."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Müsned-i Ahmed, II/154.
(2) bk. İbn Mace, Zühd, 35.



29. "Aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah’a acz ile sığınmışlar." İzah eder misiniz?

Acizlik, insanın her şeye muhtaç olduğu halde, muhtaç olduğu şeyi kendi güç ve iktidarı ile temin edememesidir. Mesela, insan Güneş'in ısı ve ışığına dolayısı ile de Güneş'in doğmasına muhtaçtır; ama Güneşi doğduracak güç ve kuvvetten de mahrumdur; işte bu mahrum olma durumuna acizlik deniliyor. Buluta ve yağmura muhtaç; ama bulutları toplayıp ondan yağmur yağdıracak bir güce sahip değildir, örnekleri çoğaltabiliriz.

İnsan, bu açıdan bakıldığında kainatın tamamına muhtaç; ama kainatın en küçük bir atomuna bile sahip değildir. Ama kainat Allah tarafından insanın emrine veriliyor ve ihtiyaçlarına hizmet ettiriliyor. İşte insan bu acizlik duygusu ile Allah’ı tanıyor, hissediyor ve ona tevekkül ederek acizlik yarasını sarıyor. 

Çocuk çok aciz olduğu için anne ve babasına yapışır ve onların şefkatli sinesine sığınır. Çünkü çocuk ne ihtiyaçlarını görebilir ne de kendini zararlı ve tehlikeli şeylerden muhafaza edebilir; bu sebeple çocuk annesinin hem şefkatine hem de korumasına muhtaçtır.

Anne bazen çocuğu terbiye etmek maksadı ile bir tokat atar, çocuk yine annesinin kucağına atlar; çocuk bilir ki annesi ona asla haksızlık edip zulmetmez, "Benim iyiliğim için bana tokat atıyor." der, o tokattan ruhu bir lezzet alır. Korkunun ruha vermiş olduğu lezzet, bu kabilden bir lezzettir.

Allah’ın şefkati bütün anne ve babaların şefkati ile kıyasa gelmeyecek kadar büyük ve azametlidir. Dolayısı ile salih kullar Allah’ın celalinden havf edip cemaline ve rahmetine sığınırlar. Allah’ın celalinden çekinmekte de ayrı bir lezzet ve kulluk bilinci vardır; çocuğun durumu gibi...



30. "Diğer ilaç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzak-ı Rahim’in rahmetine itimattır." cümlesini izah eder misiniz?

Şükür ve kanaat etmek, insana en mühim bir ilaç gibidir. Çünkü nimetlerin sahibini bilmek ve Ona teşekkür etmek içinde, ruh için muazzam bir ilaç ve tedavi vardır. Onun verdiklerinin adil ve hikmetli olduğunu bilmek ve verdiklerini yeterli görüp kanaat etmek ise bitmez tükenmez bir hazine hükmündedir. Hiçbir mal kanaat kadar insana tatlı ve yeterli gelmez. "Mal istersen kanaat yeter." ifadesi buna işaret eder. 

Ayrıca aciz olan bu insan, ihtiyaçlarını karşılamak ve düşmanlarını def'etmek için ellerini açıp her şeye gücü yeten Allah'a yalvarması içinde öyle bir kalb ve ruh tedavisi vardır ki, hiçbir ilaçta bu tesir görülmez. Rahmeti sonsuz Rezzak'ın rahmetine itimat ise, bizi sanki bütün kainatın sahibiymişiz gibi hissettirir. 

Şükrün mânası, iyilik yapanı, yapmış olduğu iyilikten dolayı övmektir. Şükrün zıddı ise küfran, yani iyiliği bilmemek ve nankörlüktür.

Üstadımız şükrü şöyle tarif eder:

“İşte Ona teşekkür etmek (şükür), nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur."(1)

Yine denilmiştir ki bir kulun şükredici olabilmesi için şu üç rüknü eda etmesi gerekir:

Birincisi: Üzerinde bulunan Allah Teâlâ’nın nimetlerini itiraf etmesi.

İkincisi: Sahip olduğu bu nimetlerden dolayı Allah Teâlâ’ya hamd-ü sena etmesi.

Üçüncüsü: Kendisine verilmiş olan nimetleri Allah'ın rızasını kazanma yolunda sarf etmesi.

Bu üç esası yerine getirebilen şükrünü eda etmiş demektir.

Süfyan İbn-i Uyeyne Hazretleri şükür hakkında şöyle demiştir:

“Şükür, Allah’ın yasaklarından sakınmandır.”

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri ise şükrü şöyle tarif etmiştir:

“Şükür, Allah Teâlâ’nın nimetlerinden hiçbiriyle O’na karşı isyan etmemendir.”

Ömer b. Abdülaziz de şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın nimetlerini, ona şükrederek bağlayın! Allah’a şükretmekse isyanı terk etmekten ibarettir.”

Ve yine denilmiştir ki: “Şükür, eldeki nimetin bağı; gelecek nimetin de avcısıdır.”

Kanaat hakkında:

Bu konuda Yirmi İkinci Mektub'un İkinci Mebhasında şöyle buyrulur:

"Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zatın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: 'Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler lütuftur.'

"İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurane der ki: “Bana en yukarı iskemleyi vermeli.” O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lazımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor."

"Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. 'Daha yukarı iskemleye buyurun!' der. O da gittikçe teşekküratını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder."

"İşte, dünya bir divanhane-i Rahman’dır. Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. Derecat-ı erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir."(2) 

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, İkinci Risale.
(2) bk. age., Yirmi İkinci Mektup, İkinci Mebhas.



31. "Cevvad-i Kerim'in misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elim ve ağır olabilir?" ibaresini ve oradaki "fakr ile fahr etmek" tabirini nasıl anlamalıyız?

Fakirlik ve ihtiyaç sahibi olmak bir noksanlıktır. Bu eksikliğin elem verici hale gelmesi ise, karşılığını bulamamak şeklinde ortaya çıkar.

Meselâ, bir taş parçasının yemeye ve içmeye ihtiyacı yoktur. İnsan yemeye, içmeye, uyumaya, ihtiyacı olduğu için, bunları temin edemediği zaman elem çeker ve sıkıntıya düşer.

Fakir ve ihtiyaç sahibi bir varlığın bütün ihtiyaçları sonsuz bir hazineden ve istediği zaman ayağına gelirse, bu durumda iş değişir. O zaman, fakir ve muhtaç olmak insana elem değil, lezzet verir. İşte Üstadımız burada sonsuz zengin ve kerem sahibi olan Allah'a dayanan bir mü’min için, ihtiyaç sahibi olmanın bir elem olmadığını, bilakis bir lezzet olduğunu ifade etmektedir.

“Fakr ile fahretmek” ise; buradaki fahr gururlanmak, iftihar etmek, kibirlenmek anlamında değildir. 

Fakirlik, ihtiyaç sahibi olmak demektir.

Üstadımızın buyurduğu gibi; “Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler.”  

Bir mahluk, ne kadar çok esmâya, ne kadar ileri derecede mazhar ise kıymeti ve şerefi de o kadar ziyade olur. Bu genel hükümdür.

Bir ağaç hava, su, gece, gündüz gibi çok şeye muhtaçtır ve bu ihtiyaçlarının görülmesi taşta tecelli etmeyen birtakım isimlerin tecellisiyle olur. Meselâ, Cenâb-ı Hak, taşın imdadına Rezzâk ismiyle yetişmiyor; zira taşın rızka ihtiyacı yok.

Hayvan da ağaçtan üstündür, çünkü onun görmeye, işitmeye, ..., ihtiyacı vardır. Ve bu ihtiyaçların görülmesiyle onda Basîr ve Semi’ gibi birçok esmâ tecelli eder.

En fakir ve en âciz olan insan, yaratılışının gereği olarak bütün esmâ tecellilerine muhtaçtır. İnsan sonsuz acziyle sonsuz bir kudrete; sonsuz ihtiyacıyla da sonsuz bir rahmete ayna olur.

İşte bu mânayı zevk edebilen ârif insanlar "fakr" ile fahretmişlerdir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurur:

“Fakrım benim fahrımdır. Ben onunla iftihar ederim.” (1)

Kul aczini bildiği nispette Rabbine sığınır; fakrını bildiği ölçüde O’na duâ ve niyazda bulunur.

Üstadımızın bahsettiği fakirlik, mal, mülk ve servetten mahrum olmak demek değildir. Bir kimsenin çok malı da olsa, eğer Allah’a karşı ihtiyacını hakkıyla hissedebiliyor ve sahip olduğu her şeyi Allah’ın bir emaneti olarak biliyorsa, o da “fakrıyla fahr edenler” zümresine dahildir. Nice fakirler de vardır ki, Hak Teâlâ katında hiçbir makbûliyetleri yoktur. 

Asıl mesele, kulun kendi fakirliğini Allah’a karşı ilan etmesi ve sahip olduğu her şeyi Allah’ın ihsanı bilmesidir.

Üstadımızın şu duası da bu konuya açıklık getirecek mahiyettedir:

   اَللّٰهُمَّ اَغْنِناَ بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَلاٰتَفْقُرْناَ بِاْلاِسْتِغْنَاۤءِ عَنْكَ

"Allah'ım, kendimizi daima sana muhtaç olduğumuzu hissetmekle bizi zengin eyle; Senin rahmetine ihtiyaç duymamakla bizi fakir düşürme."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Keşfü'l-Hafâ, Aclunî, II/87.
(2) bk. Sözler, Yedinci Söz.



32. "Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır..." cümlelerini izah eder misiniz?

"Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."(1)

İnsan nasıl açlığı nispetinde yemeklerden zevk alırsa, aynı şekilde, Allah’ın rahmetine olan ihtiyacını ve fakirliğini ne kadar çok hissederse o denli Allah’ın ikram ve ihsanına mazhar olur. Demek insana âcizlik, fakirlik ve ihtiyaç, ona azap ve sıkıntı vermek için değil, Allah’ın isim ve sıfatlarını daha iyi tanıması ve O’nun nimet sofralarından daha güzel istifade etmesi için verilmiştir.

İştah olmadan nimetin kıymeti anlaşılmaz, nimetin kıymeti anlaşılmadan da nimetin sahibi bilinemez. Öyle ise nimetin kıymeti ve sahibinin marifeti hoş bir iştiha ile bilinebilir. İnsana sıkıntı ve musibetlerin verilmesinde de aynı mâna hükmediyor. Yani sıkıntı ile aczini anlayan adam, her şeye kadir olan Rabbine sığınıyor ve onu aczi ile tanıyor. Fakirliğini ve ihtiyacını hissettiği nisbette de ihtiyaçtan münezzeh olan Allah’a hamd ediyor.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



33. "Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, eda-i ferâiz ve terk-i kebâirdir." burayı senetle izah eder misiniz?

"Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, eda-i ferâiz ve terk-i kebâirdir."(1)

Üstadımız "bilet ve senedi" farzların eda edilmesi büyük günahların terk edilmesi şeklinde tevil ediyor. Bir insan bir yere varmak için kullandığı vasıtaya bilet almak zorunda olduğu ve bir mal veya hizmeti almak için de para veya ticari senet kullanır. Aynen bunun gibi berzah ve mahşerden sonraki yolculuk için bize verilecek vasıtaların bileti namazdır. Âdeta bize sunulacak hizmetin de karşılığında verilecek senet de yine namaz oluyor.

Senedin buraya bakan bir başka güzel manası da serbestlik için mahkemeden kazanılan berat senedidir. Yani namazımız, mahkeme-i kübra olan mahşerde beratımızın kazanılmasına vesile olan bir senet hükmünde olacaktır. 

İnsan şu fani dünya hayatında Allah’ın emirlerini ifa edip yasaklarından sakınırsa, ölümden sonraki sonsuzluk yolculuğu gayet rahat, huzurlu ve hızlı bir şekilde geçer demektir.

Şayet insan bu dünya hayatında farzları yapmaz günahları serbest bir şekilde işlerse, ebed yolculuğu gayet azaplı ve meşakkatli geçeceği gibi varacağı son durak da cehennem olur.

1) bk. Sözler, Yedinci Söz.



34. "O uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda zâd ve zahire, ışık ve burak, ancak Kur’an’ın evâmirini imtisal ve nevâhisinden ictinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, sanat ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısı..." İzah?

Sözler'de geçen aşağıdaki ifadeler bu konuya ışık tutacak mahiyettedir:

“Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi esfel-i safilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i safilîne sukuttan insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delail-i kat'iyye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor."

"Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.”(1)

Fen, felsefe ve hikmeti kısaca “aklî ilimler” şeklinde ifade edebiliriz. Kâinata bir kitab-ı kebir nazarıyla bakan ve baktıran Üstad'ın, bu kitabın tefsirleri hükmünde olan fenlere karşı olması düşünülemez. Ancak, On İkinci Söz'deki Kur’ân misalinde olduğu gibi, bu kitabın sadece nakışlarıyla uğraşıp mânasına bakmayan, Allah’ın bir eseri olan kâinatı O’nun namına okumayan, O’na hamd ve şükretmeyen bir kişinin fen sahasındaki bilgileri kabir kapısında söner, beş para etmez.

Kendini Allah’ın kulu, bütün varlık âlemini de O’nun eseri bilen bir kişinin fen sahasındaki çalışmaları, hem onun ruhunu kemâle erdirir, marifetini ve hayretini artırır hem de ortaya koyduğu buluşlardan insanlık âleminin fayda görmesi halinde, bu gayretler onun için bir nevi sadaka hükmüne geçer.

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.



35. "Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir." Az olan nedir?

"İşte, ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi, faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamışsa anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus!" (Sözler, Yedinci Söz) 

Az olan ibadetlerdir. Yani günde beş vakit namaz, yılda bir ay oruç, ömürde bir defa hac, malın kırkta biri zekât, cennet gibi bir netice ve ücret karşısında gerçekten çok azdır. 

Allah sonsuz kerem ve rahmetinin bir eseri olarak bu kadar az bir ibadete mukabil ebedi bir cenneti veriyor. İnsan bu az olan ibadete bile nazlanır ve gevşeklik gösterirse hakkı cehennem olur.



36. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor..." ifadesini açıklar mısınız, nasıl oluyor?

Nasıl ki Güneş, ışığı ile dünyamızı aydınlatıyorsa, Kur’ân da manevî bir güneş olup gönül dünyamızı ve fikir bahçemizi ışıklandırıyor. Bize hakkın yolunu gösteriyor; şaşmaz ve şaşırtmaz bir rehberlik yapıyor. Kâinatın sırlarını çözüp, aklın imdadına koşuyor; onu ulvî âlemlerde dolaştırıyor, gayb âlemlerini bize tarif ediyor.

Kâinat bir mescit ise, Kur’an bu mescidin nuru ve tilavetidir. Kâinat mescidinin nakışları ve mânaları onunla okunur ve anlaşılır. Öyle ise aklın Kur’ân’a râm olup, onun yardımı ve hidayeti ile kâinat kitabını okuması gerekir; hilkatin sırlarına ancak bu tarz ile ulaşabilir.

Allah kâinat kitabında kendi isim ve sıfatlarını sergileyip izhar etmiştir. Bu kitapta tâlim edilen mânaları insanın kendi nâkıs aklı ile okuyup anlaması mümkün olmadığı için, Cenab-ı Hak, kitaplar ve peygamberler göndermiştir.

Çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi için güneşe nasıl ihtiyaç varsa, kalp ve gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de hidayet güneşi olan peygamberlere ve onların varisi olan alim ve mürşitlere o derece ihtiyaç vardır. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ı bildirmek, isim ve sıfatlarını öğretmek, emir ve yasaklarını anlatmak, onları birçok manevî hastalıklardan korumak, cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler ve mürşitler gereklidir.

Kur'ân-ı Kerîm’in birçok âyeti kâinat kitabını okumanın usûl ve adabını insanlığa ders verir. Bunu yaparken de kâinattan nümune tablolar sunar, isim ve sıfatlara dikkat çeker. Kur'ân’ın irşadından mahrum olan nice dâhi insanlar, bu ince mânaları okuyamamış ya tabiata tapmış ya da sebeplere tesir vermişlerdir.

"Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir."(1)

Kur’ân kâinat kitabını okuyan ve okutan, sırlarını çözen ve her şeyin içyüzünü gösteren bir rehber, bir muallimdir. Bizler ise; bu rehbere uymak ve bu muallime talebe olmakla mükellefiz.

(1) Sözler, On İkinci Söz.



37. "Kâinatın, mescid-i kebir olması" ne demektir?

Mescid, secde edilen yer demektir. Kâinattaki her varlık, kendisine verilen vazifeyi en güzel bir şekilde yerine getirmekle bir ibadet halindedir. Bu hakikate “Vezâif-i eşya” tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır."(1) cümlesiyle işaret edilmiştir.

Evet, Kur'an her şeyin tesbih içerisinde bulunduğunu,

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً
"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır."
 (İsra, 17/44)

ayetiyle net bir şekilde ortaya koymuş, dolayısıyla kainatın bu noktada bir mescid vazifesini gördüğünü ilan etmiştir. 

Ayrıca bu âlemi dolduran ve vazifeleri ibadet olan melekler âlemi de yine Allah’a itaat etmek, emirlerini yerine getirmek, varlıkların ibadetlerini temsil etmek gibi birçok vazife ifa etmektedirler. Kâinata bu nazarla da bakılırsa, onun yine büyük bir mescid olduğu anlaşılır.

“…Ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir mescid-i Rahmanîdir ki; her bir köşesinde bir taife, bir nev' ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak, o kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları ve o Kur'an-ı Samedanî'nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin.. ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin.. … Hâşâ, yüz bin hâşâ!”(2) 

"Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri..."(3) 

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Risale.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, (Meyve Risalesi), Dokuzuncu Mesele.  
(3) bk. 
Sözler, On Dokuzuncu Söz.



38. "Hidayetiyle amel etmek" ne demektir?

Allah’ın bir ismi de "Hâdi"dir. Yani hidayet veren, doğru yolu gösteren.

"Kur’an'ın hidayetiyle amel etmek" onun gösterdiği yolda yürümek, ondaki emirlere uymak ve yasaklarından sakınmak demektir. Evet, bize Allah, ahiret, kainat ve insan ile ilgili veriler ya vahiyden gelir ya da müstakil kalmış aklı kullanan felsefeden gelir.

Allah'ın istediği istikamet ve hidayet yolu, ancak sağlam ve insanlar tarafından bozulmamış safi vahiydedir. Bu noktada hidayeti isteyenler, Kur'ana yönelmeli ve hidayetiyle amel etmelidir. 

Bütün hâdiselere Kur’ân’ın nuru ile bakmak da onun hidayetiyle amel etmenin bir başka boyutudur.



39. "Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur." İzah eder misiniz? “Nuranî hikmet” ne demektir?

Bu kâinat ağacının ve onun en mükemmel meyvesi olan insanın yaratılışındaki hikmetin ne olduğu sorusuna, insan kendi aklıyla bir yorum getiremez. Her ikisinin de yaratılış hikmetini ancak kâinatı ve insanı yaratan Allah bilir ve bu ince sır ancak O’nun bildirmesiyle bilinir. Bunun dışındaki bütün görüşler asılsız bir tahmin olmaktan öteye geçmez. Kur'an bu gibi yorumları رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ "Gayba ve bilinmeyene taş atmak" (Kehf, 18/22) diye tavsif etmektedir. Bu tahminlerde hakikatten bir nur bulunmadığından “nuranî hikmet” kavramı içine girmezler. Nuranî hikmet, ancak Alîm ve Hakîm olan Allah’ın Kur’an-ı Kerîm’inde bildirdiği hakikatlerdir. 

Kâinat kitabına Kur’ân'ın nuru ile bakan kişi, onda tecelli eden isim ve sıfatları okur. Her bir varlık üstünde Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının mührünü görür. Kur’an tezgâhına girmeden sadece mücerred akılla kâinata bakan kişi bu hakikatleri göremez.

Habib-i Kibriya Efendimize (a.s.m) risâlet vazifesi tevdi edilmeden önce de güneşler, yıldızlar, denizler ve ağaçlar, Allah’ın varlığına ve birliğine birer ayna ve delil idiler. Ancak, insanlar kendilerini de kâinattaki harika eserleri de okuyamadılar ve mânasını anlayamadılar. Bunun sonucu olarak da kendileri gibi birer mahlûk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldıza ve kendi elleri ile yaptıkları putlara taparak küfür ve dalâlete girdiler. 

Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m) hem tekvinî ayetlerle hem de Kur’ân-ı Kerim’in ayetleri ile Cenâb-ı Hakk’ı insanlara anlattı ve tanıttı. Kâinatın ne mâna ifade ettiğini, insanın neci olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini izah etti. İmanın esaslarını, ubudiyetin esrarını ve hikmetin inceliklerini ders verdi. 

Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün afakî ve enfüsî deliller, O’nun (a.s.m) vesilesi ile okundu, onlardaki ulvî ve dakik sırlar onun ile anlaşıldı.