Dersin başında şu iki âyet-i kerîme yer almaktadır:
“Allah Teâlâ ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy O'dur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren O'dur). Kayyum O'dur (Bizzat kâim olan O'dur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar O'nunla ayakta durur ve varlıkları O'nunla devam eder).” (Bakara, 2/255)
“Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” (Âl-i İmran, 3/19)
Bu Sekizinci Söz şu cümle ile başlıyor:
"Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran 'Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah' olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle: ..." (1)
Bu giriş paragrafı; hem konunun bir özetidir hem de âyetlerle olan münasebeti gösterir.
Birinci ayette tevhidin en âzam makamı ifade ediliyor ve insanın her anında tevhide ne derece muhtaç olduğu nazara veriliyor. Böyle bir tevhide inanmayan birisi için, hayatın ne kadar mânasız olduğu dikkatlere sunuluyor.
Dersin devamında yer alan temsil de bu hakikati harika bir şekilde izah ediyor. Tevhid inancının insana nasıl bir saadet bahşettiği, inanmayan kişinin de nasıl elim bir vaziyete düştüğü ifade ediliyor. Dolayısı ile Sekizinci Söz "Ayetü’l-Kürsi"nin manevî bir tefsiri mahiyetindedir.
"Ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran 'Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah' olduğunu anlamak istersen..." cümlesi de bu mânayı teyit ediyor.
“Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” ayeti bu paragrafın şu cümleleri ile alâkalıdır:
“Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, ...”
Yani insanı her iki cihanda da saadete götürecek yegâne çare ve yol, din-i hak olan İslâm’dır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
Bu sıralama On Birinci Söz'ün başındaki sıralamayı hatırlatıyor. O Söz’ün konuları dersin başında şöyle sıralanmıştır:
Hilkat-ı âlemin tılsımı, hilkat-i insanın muammâsı ve hakikat-ı salâtın remizleri. Bunların hepsi insan aklıyla anlaşılması mümkün olmayan gizli manaları olan konulardır.
- Yani, bu âlem niçin yaratılmıştır ve ne mâna ifade ediyor?
- İnsan niçin yaratıldı?
- Namazın mânası ve esrarı nedir? İnsanlar namazla (ve daha geniş manasıyla) ibadetle niçin mükellef kılınmışlardır?
Bu Sekizinci Söz’de de aynı sıra takip edilerek “kâinat, insan ve din” sıra ile işleniyor.
"Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:"
"Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: ..."(1)
"Sekizinci Söz"de genel hatları ile "inananlar ile inanmayanların durumları mukayese ediliyor. Hak din olan İslâm’a iman edip, onun ulvî hakikatlerini hayatlarına tatbik edenlerin, dünyada nasıl huzur içinde hayat sürdükleri ve ahirette nasıl bir saadete nail olacakları; inkâr edenlerin ise nasıl bir akıbete dûçar olacakları" çok güzel bir şekilde izah ediliyor.
Evet, varlıklara ve hâdiselere iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve şer gibi görünen şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman eden kederden emin olur." denilmiştir. İslâm bu yönü ile dünya saadetinin de ilacı ve reçetesidir.
Kalbinde iman olmayan bir münkir ise, her şeyin ve her hâdisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle zanneder; hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı unutur, kederi alır, hayatı zehir olur. Oyun ve eğlencenin peşinde koşarak ölümü unutmak ister. Arkasına ecel aslanı takılmış, önünde kabir kuyusu bulunan bir adamın, dünyanın haram lezzetlerine iştahla dalması kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.
Kısacası, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen ise hayatından lezzet alır.
"Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”
Kafasını sefahat ve rezaletlere sokan gafiller bu incelik ve hakikatleri hissetmeyebilir. Zaten sefahat ve haramlara dalmalarının sebebi de bu acı ve azapları hissetmemek içindir.
"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez."(2)
Ölümü mutlak bir yokluk olarak gören birisi için de dünya lezzetlerini terk etmek evladır. Zira idama mahkûm bir adama dünyanın en leziz yiyecek ve içeceklerini takdim etseniz veya asılacağı idam sehpasını süsleseniz, onun acısına acı katmış olmaz mısınız?
Dünyanın lezzetli hayatına ünsiyet ve ülfet ne kadar kuvvetli ve kavi ise, onlardan ebedî ayrılmak da o kadar zor ve acı olur.
"Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor..." ifadesi, kâfirin hayattaki acı hâlini ifade ediyor.
Evet, din ve iman her şeyi güzel gösteren bir iksirdir. Kim bu iksiri elde ederse, dünyada huzurlu yaşar, ahirette de ebedî saadete nail olur. İman nurundan mahrum olanlar dünyada kederle yaşar, âhirette de elim azaplara dûçar olurlar.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
Bir önceki Söz'de Allah’a ve ahirete imanın kâinatın tılsım-ı muğlakını açtığı kaydedilmişti. Esas olan Allah’a imandır.
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı var ettim.”(1)
hadis-i kudsîsi bunu en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Ondan sonra ahirete iman geliyor. Hadiste geçen “bilinme” mânası en kâmil manasıyla insana bakıyor. İnsan Allah’ı bildikten sonra ebediyen yokluğa mı atılacaktır? Ahirete iman bu sualin cevabını veriyor ve bu müşkülü hallediyor.
Peygamberler Allah’ın elçileridir. Allah’a nasıl iman edileceğini ve O’nun razı olduğu bir hayatın nasıl olacağını tâlim ederler. Ve insanlara ebedî saadetin yolunu gösterirler.
“Bütün ervah ve kulûbün dalaletten neş'et eden ızdırabat ve keşmekeş ve ızdırabattan neş'et eden manevî elemlerden kurtulmaları), bir tek Hâlık'ı tanımakla olur. Bütün mevcudatı, bir tek Sâni'a vermekle necat buluyorlar, bir tek Allah'ın zikriyle mutmain olurlar.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Keşfu’l-hafâ, II, 132. hadis: 2016.
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Birinci Pencere.
İki türlü kanun ve nizam vardır:
Birisi; Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen, kâinattaki fıtrî kanunlar ve nizamlardır. Kâinattaki bütün işler ve icraatlar bunlarla tanzim olunur. Mesela; suyun kaldırma kuvveti, soğuğun üşütmesi, ateşin yakması, çalışanın kazanması sünnetullah kanunlarının birer neticesidir.
"Ben Müslüman’ım, ateş beni yakmaz." deyip, elini ateşe sokan kişi yanar. "Soğuk bana tesir etmez." deyip, ayazda palto giymeden dolaşan kişinin hastalanması kaçınılmazdır. Bu dünyada mesut ve bahtiyar yaşamak isteyen kişi, Allah’ın koyduğu sünnetullah / âdetullah kanunlarına uymak zorundadır. Bu kanunlara uymayanlar dünyada perişan duruma düşerler, bu kanunların gereğini yapanlar ise, Allah’ın lütfu ile refah içinde bir hayat geçirirler.
Diğer kanunlar ve nizamlar ise; Allah’ın kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim'de buyurduğu ve Peygamberimiz (asm.) vasıtası ile bildirdiği emir ve yasaklardır. Bunlar insanların, hem ibadet hayatını hem de içtimaî hayatını tanzim eden kanunlardır ki; buna şeriat denilir. Bu emirlere uymayanlar cezalarını daha ziyade âhirette çekeceklerdir. Bu cümlede geçen kanun ve nizam daha çok bu şıkka bakar.
Cenâb-ı Hakk’ın her iki kanununa da itaat edenler, dünyada mesut bir hayat geçirir, ahirette de ebedî saadete mazhar olurlar.
Bu dünyaya, imtihan olmak ve cennete layık bir kıymet almak üzere gönderilen insana, bir cüz’î irade verilmiş ve hayır olsun şer olsun her işi yapmasına imkân tanınmıştır. "Serbestiyet" kelimesi bu manayı ifade eder. Ancak, insanoğluna bu iradesini nasıl kullanması gerektiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bildirilmiştir.
İnsana göz verilmiş ve bu gözün kullanılma sahaları ilahî hikmetle belirlenmiştir. İrade, insana en büyük bir nimettir. İradesini dilediği gibi kullanabilme salahiyetine sahip olmak, insan için ayrı bir üstünlüktür.
Meleklerin de iradeleri vardır, ama onlar iradelerini ancak emirleri dinleme ve uygulamakta kullanabilirler. Aksini yapmaya fıtratları izin vermez, onların günah işleme kabiliyetleri de yoktur. İnsan ise iradesini hayırda da kullanabilir şerde de. İradesini Allah’ın emrettiği şekilde kullananlar, O’nun rızasına nail olurlar. Bu yönüyle insan meleklerden daha üstün olur. İradesini nefis hesabına kullananlar, günah ve isyanlarla geçirenler, hayvandan daha aşağı bir mertebeye düşerler.
İşte sağ yolun yolcusu, nefsinin süflî arzularına, şeytanın vesveselerine rağmen ibadet ve itaat yolunda gitmekle, görünüşte biraz zorluk çeker, külfet kelimesi bunu ifade etmektedir. Ancak, bu külfette bir emniyet vardır. Kendisini ve bu muhteşem âlemi Allah’ın mahlûku, O’nun eseri ve mülkü bilmek, insana bir huzur ve emniyet verir.
Sol yolda gitmek bunun tam tersi bir durumdur. Zâhiren bir hiffet olsa da sonu felakettir.
“Sultan-ı Ezelî'ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve şu hakikatı kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.”(1)
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”(1)
hadis-i şerifi temel hükümdür. Sualde yer alan ifadeyi bu esasa göre yorumlamak durumundayız.
Güzel huylu yahut ahlaksız olma, yapılan işlerle kendini gösteren ve onlara dayanan hükümlerdir. Yani güzel işler yapanın güzel huylu, edep dışı işler görenin de ahlaksız olduğunu söyleriz. Yoksa insan önce iradesi dışında ahlaksız olarak yaratılmış da sonra ahlaksızlık yapmış değildir. Böyle bir yorum sözünü ettiğimiz temel hükme ters düşer.
Bir öğrencinin çalışkan olduğunu söylememiz, onun çalışmadaki gayretine ve yoğunluğuna dayanır. Yani çocuk çalışkan olduğu için biz ona çalışkan deriz. Yoksa önce çalışkan olmuş da sonra çalışmış değildir. Tembelliği de aynı şekilde düşünürüz.
Fakat insanın fıtratı İslam'a ve doğruluğa uygun olduğu hâlde, imtihan sırrı için haram ve günah işleyebilmesi de lazım ve esas olmuştur. Bu nedenle Allah, şer işleyebilme yolunu açık bırakmış ve izin vermiştir. İnsan da nefis, şeytan ve çevresinin yönlendirmesiyle beraber, fıtratında bulunan haram işleme kabiliyetinden dolayı şerre yönelebilir. Böylece fıtratını ve istidadını zamanla bozup, hayra olan kabiliyetini kaybedebilir. Hatta öyle bir dereceye gelir ki, kalbi mühürlenir. Neticede yılan ve akrep gibi ısırmaktan ve zehirlemekten lezzet alabilir.
“İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi' bir istidad verildiği için; esfel-i safilînden ta a'lâ-yı illiyyîne, ferşten ta arşa, zerreden ta şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu'cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i sanat olarak şu dünyaya gönderilmiştir.”(2)
Dipnotlar:
1) Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5.
2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İknci Mebhas.
Her insan, âlem-i ervahtan başlayıp, rahm-ı maderden, sabavetten, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, haşirden geçen ve ebediyen devam edecek bir yolculuğa çıkarılmıştır.
On beş yaşına kadar geçen yolculuk, hikâyedeki dereden, tepeden, çöllerden ve sahralardan geçmek gibidir; yani ruhlar âleminden, anne rahminden ve çocukluk mevsiminden yolculuk yaparken insanların karşılaştığı hâdiseler çok farklı, bazen çok dehşetli ve hüzünlü, bazen de çok keyifli ve neşeli olabilir. Fakat on beş yaşına kadar olan bu hayat yolculuğunda insanlar mümeyyiz olmadıkları için, imtihana ve teklife tabi değillerdir. Büluğa ermeden vefat edenler, kim olursa olsunlar işlerinden sorumlu tutulmazlar.
On beş yaşından sonra ise; imtihan ve teklif devreye girdiğinden, insan da iradesiyle hayrı ve şerri tercih eder. Gençlikten itibaren başlayan, ihtiyarlıkla devam eden ve ölümle noktalanan hayatın bu kısmında başına gelecek hâdisat ve muâmelata karşı düşünce ve davranışından sorumludur. Ölümden sonraki hayatında; mesuliyet yüklü bu ikinci kısım insanın önüne konulacaktır.
O iki kardeşe tavsiyede bulunan o mühim zat ise; başta peygamberler olmak üzere, mürşitler ve manevî rehberlerdir. Bu tavsiyeler umuma yapılır; uyanlar mükâfat, uymayanlar ceza görürler.
"Meşelik", ecelin gizli olmasına kinayedir. Yani ölüm, meşelikte saklanmış, ne zaman çıkacağı belli olmayan bir aslan gibidir. İkinci adamın ahvali ile birincininki aynı olduğu için, bazı ifadelerin ikinci defa zikredilmesi gerekli görülmemiş olabilir.
Temsiller bir dürbün gibi, uzak hakikatleri akla yakınlaştırmak içindir. Sekizinci Söz'de geçen "kuyu" ifadesi, ortalama altmış yıllık dünya hayatımıza işaret etmektedir.
"Aslan" eceldir, iki kardeşin ecelden kaçması ise, hayatın ölüm gelinceye kadar devam etmesine işarettir. Hayat ve ömür denilen şey doğum ile başlayan bir nehir gibidir.
"Kaçma"nın diğer bir mânası ise, insan fıtratının yaşamak arzusunu ve ölümden korkmasını ifade eder.
Büyük zatların ölümü istememeleri, ubûdiyetine set çekmesi, onların daha ziyade ibadet etme arzularıdır. Hz. Musa (a.s)’nın ölüm meleğinin gözüne bir tokat atması da bu kabildendir.
Bir Risalede insanın bir yolcu olduğu, bu yolculuğun ruhlar âleminde başladığı, ana rahminden, dünyadan, kabirden geçip ebede kadar devam ettiği anlatılır. İnsan, bu yolculuğa kendi iradesiyle çıkmış değildir.
“Yarısına kadar düşme” ifadesi bir temsildir. Temsiller ise tevile açıktırlar. "Kesin maksat şudur." diyemeyiz. Bununla birlikte şöyle bir tevil de yapabiliriz:
Düşme insanın iradesi dışında gerçekleşmiştir, tutunma ile irade devreye girer. Bu ise insanın teklif çağına girmesini temsil edebilir. O tutunmadan sonra imtihan safhasına girilir. Hâdiselerin yanlış yahut doğru değerlendirilmesiyle insanlar terakki yahut tedenni ederler. Allahu A'lem bissavap.
Kuyuya altmış arşın derinlik biçilmişti. Adam yarısına kadar düştüğünde bir ağaca tutunduğuna göre, ejderha ile adamın ayağı arasındaki mesafe otuz arşın olmuş, oluyor.
İnsanın otuz yaşından sonra artık ölümü daha da fazla hissettiği yaşa mukabil gelir. Bu nedenle ejderhanın otuz arşın kadar yükselmesi, ölümün insanlara otuz yaşlarından sonra arız olması anlamında da olabilir.
"Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı."(1)
Ehl-i küfür ve sefahetin akıl, kalb ve ruhu, içerisinde bulundukları elim vaziyetten gizlice dehşet içerisinde ağlamaktadır. Onların zahiri eğlenmelerinin ve gülmelerinin arkasında ciddi bir teessüf ve ağlamak vardır. Fakat onlar yine de bu derinden gelen ağlamaları bastırmak için, bu matemli seslere karşı kulaklarını tıkayıp kendilerini aldatarak davranıyorlar. Sanki bir şey yokmuş gibi, eğlencelere ve sefahethanelere koşarak, içlerini teskin etmeye ve susturmaya çalışıyorlar. Aslında onların bu sefahete dalmaktaki gayeleri güya kendilerini avutmak olsa da uyandıkları ve ayıldıkları vakit cehennemi haleti daha dehşetli yaşıyorlar.
Sekizinci Söz umumî mânasiyle:
"Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil..." (Nisa, 4/79)
mealindeki âyetinin bir tefsiri mânasındadır. Bu sözde inananların ve inanmayanların dünya hayatındaki durumları mukayese edilmektedir.
Hadis-i kudside geçen,
"Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim."(2)
ifadesi Sekizinci Söz'ün hülâsası gibidir. İki kişi aynı hâdise ile karşılaşıyorlar. Birisi dehşet alıp daha fena bir duruma düşüyor, diğeri ise hâdiseye müsbet yaklaşıp iyimser baktığı için diğer arkadaşı kadar etkilenmiyor. Talihsiz olan kişi bu çok ibretli hâdiseden ders almıyor, hatta kulak tıkıyor; yemek ve içmekten başka hiçbir şeyle alakadar olmuyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
(2) bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizi, Zühd: 51.
Bu hadîs-i hudsîde mü’mine en ileri seviyede bir teslim ve tevekkül dersi verilmektedir.
Bir hadîs-i şerifte, “Allah’a karşı hüsnü zan ibadettir.”, bir hadîs-i kudsîde de “Rahmetim gazabımı geçti.” buyruluyor. Buna göre insan, başına gelen sıkıntıların ve musibetlerin altında kendisi için bilemeyeceği nice rahmetler bulunabileceğini düşünmeli ve Rabbine hüsnüzan ederek, o hâdiseyi hayra tevil etmelidir. Allah böyle bir kuluna rahmetiyle mukabele eder, o musibeti onun hakkında büyük hayırlara vesile yapar; kulun derecelerini artırır. Bu gibi hâdiselerde kadere itiraz eden, Allah’ın rahmetini düşünmeyen kimse ilahî rahmetten hissesini alamaz. Rabbinin o musibetin arkasında gizli olan rahmetini düşünmediği için de bu itikadına göre muamele görür. Üstad'ın, “Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.” hükmüne dâhil olur.
Üstad Hazretlerinin şu veciz ifadeleri de bu hakikati ders vermektedir:
“Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür."
"Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğra ve her bir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder.”(1)
(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua.
Bu hadîs-i kudsîyi iki türlü anlamak mümkündür:
Birincisi: "Kulum beni nasıl tanırsa ona öyle davranırım."(1) manasınadır ki, bu tamamı ile insanın tercih ve seçimine göre bir mükâfat ya da mücazattır. Yani insan Allah’ı şeriatın ölçüleri ve mizanı ile tanırsa, Allah bu tanımaya mükâfat verir; şeriatı bir kenara bırakıp kendi hevâ ve aklı ile tanımaya kalkarsa, buna da ceza ve azapla muamele eder. Öyle ise zannımızı ve inancımızı şeriatın çerçevesinde tutmalıyız ki mükâfatı hak edelim.
İkincisi: Daha hususî bir mâna olup, mü’minin Allah hakkındaki kanaatini ifade eder. Yani mü’minin kanaati ne ise Allah’ı nasıl tanıyorsa, kalp ve vicdan âlemi ona göre renklenir. Cenâb-ı Hakk’ı sonsuz merhamet sahibi ve âdil bilen kişi, büyük bir ferah hisseder.
İyi huylu kardeş, "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." sırrınca, başına gelen bütün olayları güzel yorumladı. Allah da ona bu güzel anlayışına mukabil güzel muamele etti ve mükâfatlandırdı.
Kötü huylu kardeş ise, bütün o olayları çirkin ve tesadüf eseri olarak gördü. Allah bu suizan sahibi adama, zannına göre muamele etti ve onu kötü düşüncelerinin girdabına bırakıverdi.
Mesela; mü’min, ölümü ebedî bir saadetin başlangıcı olarak görürken, kâfir ölümü ebedî bir yokluk ve hiçlik olarak görüyor. Allah mü’mine bu güzel zannından dolayı ebedî bir saadet verirken, kâfiri de bu kötü zannından dolayı cennetten ebediyen mahrum eder.
Üstadımız ayrıca "Ben bu işi yapamam!.." anlamında yeis hastalığına kapılan kişilerin muvaffak olamamasının sebebi olarak, yine bu hadisi delil getirir. Çünkü Allah'ı kendine yardımcı olmayacak bir şekilde suizan edip kabul ettiğinden, Allah da onu muvaffak etmez.
"Yeis; ümmetlerin, milletlerin 'seretan' denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve
اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْد۪ى ب۪ى hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı, âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizi, Zühd: 51, Da’avât: 131; İbn-i Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.
(2) bk. Hutbe-i Şamiye, İkinci Kelime.
Ünsiyete “dostluk, alışmak, arkadaşlık kurmak” gibi manalar veriliyor.
Bir önceki cümle “…güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyâlar eder.” şeklinde son bulduğundan, bu cümlede geçen “kendi” kelimelerinden ikincisini “güzel şeyler düşünmekle ve güzel hülyalarla ünsiyet eder, onlarla ruhu rahat bulur” şeklinde anlamamız gerekiyor. Güzel şeyler düşünen ve ulvi hakikatleri tefekkür eden insan ilim ve irfanla ünsiyet etmiş olur.
On Birinci Söz’den konumuza ışık tutan bir hakikat dersi:
“Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir.”(1)
Kendi hayatında tecelli eden ilâhî isim ve sıfatların nurlarından feyz alabilen bir müminin, o nurları sevmekle bulduğu rahat ve huzur, dostlarıyla ünsiyetten edindiği zevkle kıyas kabul etmeyecek kadar ileridir. İnsanın kendindeki bu esmâ tecellilerini düşünmesi de bir cihetle “kendi kendine ünsiyet etmesi” demektir.
Burada, Cevşen-i Kebir'de geçen ilticalardan birisini nakletmek isteriz:
Ya enise men la enise lehu! / Ey dostu olmayanların dostu,
Bu kalbi yakarış bize Üstadımızın her zaman başı üstünde asılı olan dersinden birincisini hatırlatıyor:
“Dost istersen Allah yeter.”(2)
O halde ünsiyetin en ileri derecesi kalbin “iman, tevhid, teslim ve tevekkül” ile mazhar olduğu ünsiyettir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup, Yedinci Sualiniz.
Murdar şeyler, Allah'ın kabul etmediği ve razı olmadığı her şeyi temsil eder. Her şeyin iyisi ise, Allah'ın razı olduğu ve hoş gördüğü şeylerdir. Müslüman safayı alıp, kederi bırakmalı, her şeyin iyisine bakıp murdar ve çirkin şeylerden uzak durmalıdır.
Bu imtihan dünyasında hayırlarla şerler, güzellilerle çirkinlikler birlikte bulunuyorlar. Bu cümlede bizlere daima iyiye ve güzele talip olmamız, kötü ve çirkin fiillerden uzak durmamız tavsiye ediliyor.
Öte yandan, dünyada sıhhat yanında hastalık, sevinç yanında keder de bulunur. Üstad, güzelliği ikiye ayırır: “Hüsn-ü bizzat” ve “hüsn-ü bilgayr.”
Kâfir, kâinatta olup biten bütün hâdiselere küfür gözlüğü ile baktığı için, her hâdise karşısında kalbi ve aklı titreyip azap çeker. Bunun içindir ki, bu tür kimseler hâdiselerin tazyikinden kurtulmak için, oyunlarla oyalanır ve sefahete dalarak akıllarını uyuturlar. Mü’min ise, bütün hâdisata iman nuru ile baktığı için, kalbi ve aklı bir saadet ve huzur yolu bulup her şeyin arka planında gizli olan güzellikleri ve hikmetleri görür. Her şey mü’mine dost ve enîs olup, her şeyden bir güzellik ve huzur yakalar. Hatta hastalık ve musibetler bile kâmil bir mü’minin nazarında İlahi bir iltifat ve ikramdır; günahlarına kefarettir, derecesini artırmaya bir vesiledir.
Peygamberler ve evliyalar çok büyük sıkıntı ve belâlara maruz kaldıkları halde, hayatlarında en küçük bir şikâyet, en ufak bir serzeniş en basit bir bedbinlik alameti görülmemiştir. Çünkü onlar iman ve hidayet ile her şeyin güzel cihetine bakmışlardır.
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”(1)
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 50.
Temsil ve teşbih ile anlatımdaki esas gaye, derin hakikatleri akla yaklaştırmak, anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Zira başta çocuklar olmak üzere insanların büyük bir kısmının zihin ve idrak dünyası derin hakikatleri anlamaktan uzaktır. Bu sebeple derin hakikatleri temsil ve teşbih yolu ile akla yaklaştırmak faydalı ve tesirli bir yoldur.
Öte yandan, insan doğrudan kendisine yapılan nasihatlerden rahatsız olabilir. Ama aynı sözleri temsilî bir hikâye içinde dinlerse yahut kendi nefsine hitap eden bir müellifi kenardan takip ederse, faydalanma nisbeti daha da artar.
Geçmiş asırlarda Hz. Mevlana gibi bir takım mürşitlerin de hayvanları konuşturarak, onlar arasında geçen maceraları anlatarak insanlara dolaylı yoldan nasihat ettiğini görüyoruz. Ayrıca şimdi çocukları eğitmede kullanılan metodların en tesirli olanı hayvan ve canlıların hâl dillerini sanki konuşuyormuş gibi yapmaktır.
İşte Üstadımızın Risale-i Nurlarda büyük ve derin meseleleri temsil ve hikâye yoluyla izah etmesi bu sebepledir.
Mesela, Cenâb-ı Hakk’ın, Vahid ve Ehad olduğu halde, sayısız mahlûkatı aynı anda ve birlikte karıştırmaksızın tedbir ve idare etmesi, aklın idrak edeceği bir mesele değildir. Üstadımız bu yüksek ve derin hakikati On Altıncı Söz’de güneş misaliyle hârika bir şekilde izah etmiş ve aklı ikna, kalbi tatmin etmiştir.
Hikâyeler, temsiller ve teşbihler, edebiyatımızda da sıkça kullanılmıştır. Bunun pedagojik açıdan hiçbir zararı yoktur. Zira şimdiye kadar bu anlamda herhangi bir şikayet işitilmemiştir. Aksine bu tarz hikâyeler çocuğun nazik ve ince ruhunda müsbet bir tesir bırakır diye düşünüyoruz...
Sekizinci Söz'deki ve diğer Sözlerdeki bazı temsillerin ve hikâyeciklerin Suhuf-u İbrahim’de mevcut olduğu Fihrist Risalesi'nde ifade edilmektedir.
Gerçi semavî kitaplar ve suhuflar ekseriyetle tahrif edilmişse de bazı yerlerine müdahale edilememiş ve bunlar ise zamanımıza kadar bir şekilde intikal etmiştir.
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) dinlerin ittifak noktalarını tasdik, ihtilaflı noktalarını tashih etmiş, hadis-i şerîflerinde indirilen kitaplardan, dinlerden ve ümmetlerden bahsetmiştir. İslam âlimleri de bizlere kadar intikal ettirmişlerdir.
Tahrife uğrayan yerler ekseri olarak iman ve ibadete taalluk eden yerlerdir. Hikâyelerin ve ahlâka dair kısımların ekserîsi günümüze kadar gelmiştir. Zaten Risale-i Nurlardaki bu hikâye de birebir oradaki değildir. "Aslı suhuf-u İbrahimdedir." denilmektedir. Aynı misal Tolstoy'un "İtiraflarım" kitabında da "Hintli bir tüccardan duyduğum şu misal..." diyerek, farklı bir şekilde anlatılmaktadır...
"Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor."
"Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: 'Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?'"
"Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti."(1)
İnsanın fıtratında; kendisini yaratanı ve besleyeni, yani Allah’ı tanımak ve muhabbet etmek istidadı vardır. Bunun gereği olarak insanlar daima inanmak ihtiyacı hissetmişlerdir. Kimi insanlar peygamberlerin getirdiği hak davaya iman edip, fıtratındaki bu inanma ihtiyacını tatmin ederlerken, kimi insanlar da farklı şeylere taparak fıtratın bu ihtiyacını batıl ilahlarda aramışlardır.
Şu kâinata ve ondaki mükemmel intizama dikkat eden insanın, bu hikmetli nizamı kuran Zat'a karşı lâkayd kalması düşünülemez. Sanattaki mükemmellik sanatkârı gösterir. Sanatı sevip san’atkârı sevmemek akıl kârı değildir.
Bu temsildeki bahtiyar zât, içinde bulunduğu mükemmel nizamdan, vicdani bir his ile nizam sahibine intikal ediyor, O’na muhabbet edip rızasını kazanmaya kalben bir iştiyak duyuyor.
Aynı şekilde insan da şu kâinattaki mükemmel intizamı seyrettiği zaman, onun arkasındaki Nazzâm'ı görür, kalbinde O’na karşı bir muhabbet hâsıl olur ve O’nun razı olacağı şeyleri merak edip öğrenir ve hayatına tatbik eder.
Burada tılsım, kâinatın içindeki mükemmel fiil ve intizamdır, tılsımı açmak isteyen meraklı bahtiyar zât ise mümin kimsedir. Tılsım sahibi ise, kâinat ve ondaki intizamı yaratan Allah’tır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
İncir, Kur'an'da ismi geçen mübarek bir ağaçtır. Üstadımız, zeytin ile birlikte incirin Kur'an'da yer almasının hikmetini izah sadedinde şunları söylemektedir:
"Cenâb-ı Hak, tîn ve zeytinle kasem vasıtasıyla azamet-i kudretini ve kemâl-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve imân ve amel-i salih ile tâ âlâ-yı illiyyîne kadar terakkiyât-ı mâneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır."
"Çünkü, hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhâlif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı İmân ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor."(1)
Yukarıdaki ifadelerden incir ağacının Sekizinci Söz'de yer almasının hikmetli kılan şu tespittir: "...incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi...”
Sekizinci Söz’de de misal verilen incir ağacı bir fihrist mahiyetini taşımaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm'deki yeminler ile yapılan te’kidin en göze çarpan hikmeti, nazarları ve dikkatleri ilâhî sanatlar üzerine çekmektir. Allah’ın isim ve sıfatlarının sanat üstündeki mu’cizevî hârikalarını ilan ve izhar etmek için kasem ile te’yid ve te’kit yapılıyor.(2)
"Yemin olsun güneşe ve aydınlığına." (Şems, 91/1)
"Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun." (Yâsin, 36/1-2)
"Yemin olsun rüzgâra." (Zâriyât, 51/1)
"Yemin olsun gönderilen meleklere." (Mürselât, 77/1)
"Yemin olsun incire ve zeytine." (Tîn, 95/1)
İncir ağacı bu hususta bir numune ve bir misal teşkil etmektedir ve Üstad Hazretleri onun şahsında bütün meyve ve sebzelere işaret etmiş oluyor. Liste ve sergi tabiri, hem incirin harika yaratılışına hem de bütün meyvelere bir numune olduğuna işaret ediyor. Bu mananın daha başka bilimsel ve ilmi izahları varsa da bunlara ulaşamadığımızdan bununla iktifa ederiz.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Kısım.
(2) bk. age.
Eşyanın ve hâdiselerin ne mâna ifade ettiğini belirleyen ölçü, bizim bakış açımızdır. Burada, hâdiselere iman nuru ile bakmak ile imansız bir nazarla bakmanın arasındaki fark nazara veriliyor. Aynı hâdiseye maruz kalan iki kişiden biri her şeyi kötüye yorarken ve hâdiseleri başıboş zannederken, diğeri her şeye güzel bakıyor, güzel yorumluyor, kendine çeki düzen veriyor.
Allah’a ve âhirete inanmayan bir kişinin nazarında kabir, herkesi yutup yok eden bir ejderha ağzıdır. İmanlı bir müminin nazarında ise kabir, nuraniyetli âlemlerin kapısı ve cennetin intizar salonudur. Evet,
"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 50.
Dünyanın bütün nimetleri ahiret âleminin nimetlerine işaret eden numunelerdir. Buradaki nimetler birer gölge, asılları ise cennettedir. Dünya ahiret âleminin vitrini gibidir. Vitrindeki numuneler sadece baktırmak, beğendirmek ve tanıttırmak içindir.
"Burada hayvan gibi yutmaya izin yoktur." ifadesi, o nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’tan gafil olmak, haram-helal demeden her şeyi yemek, dünya nimetlerini asıl ve menba gibi görüp saldırmak anlamındadır. Elbette ki dünya nimetlerinden helal dairesinde ve sünnete uygun olarak istifade edip şükretmek lazımdır.
Dünya nimetleri insanı tatmin edecek bir mahiyette değildir. İnsan fıtratı ancak âhiret nimetleri ile tatmin olabilir. O nimetler asıllarına iştiyakı artırmak içindir. İnsanın dünyada her arzusuna kavuşması mümkün değildir. İnsanın iştihasını açar, ama doyurmaz.
Üstadımızın Onuncu Söz’de şöyle buyurur:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster...”(1)
Dünyadaki nimetler ahiret nimetleri yanında gölge kadar zayıf, numune kadar azdırlar.
Bu mânayı ders veren bir hadis-i şerif:
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”(2)
Bu hadisi, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(3) hadisiyle birlikte düşündüğümüzde, zihnimizde şu mâna canlanır:
Bir mü’min vefat ettiğinde, kendini cennet bahçesi gibi güzel bir âlemde bulacaktır. Ve dünyadaki bahçeler o cennet bahçeleri yanında uykuda dolaşılan bahçeler gibi kalacaktır.
Rüyada gördüğümüz bahçeler de bir çeşit varlığa sahiptirler. Uyanıncaya kadar o bahçelerden istifade ederiz. Ama onlar dünya bahçeleri yanında birer gölge gibidirler; o kadar zayıftırlar.
İşte, dünya bahçeleri ile cennet bahçeleri arasındaki fark da böylesine büyük, böylesine azimdir.
Evet, bu dünya tadım dünyasıdır. Nimetleri tefekkür ederek yemek ve ebedî cennetteki asıllarına talip olmak “tatma” şeklinde ifade edilmiştir. Hayvan ise bunları hiç düşünmeden önünde bulunan nimeti büyük bir hırsla ve aceleyle yer, yutar. İnsanın nimetlerden faydalanması böyle olmamalıdır.
Üstadımız; iktisadın “hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket” olduğunu ifade etmekle, nimetlerden faydalanırken israftan sakınmamız gerektiğini ders vermiş oluyor. Abdulkadir Geylani Hazretleri de “Haramın azabı varsa, helalin de hesabı vardır.” buyuruyor.
Helalin azıyla yetinmek, muhtaçlara yardım etmek, sadece zekât vermeği yeterli görmeyip sadakayı artırmak büyük zatların ortak özelliğidir.
Tekâsür Sûresinin sonunda şöyle buyurulur:
“Sonra yine andolsun ki, o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.” (Tekâsür, 102/8)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret.
(2) bk. Aclunî, Keşfu'l-hafa, 2/312.
(3) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26; el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76; el-lalekâî, İtikadu ehli’s-sünne, 1/156, 158, 166-Şamile.
Kâinattaki her şey güzeldir. Hakikat noktasında çirkin bir şey yoktur. Ancak bazı şeyler bizzat güzeldir, bazıları ise netice itibarıyla güzeldir.
Mü’min; hâdiselere iman nuru ile bakar, onun arkasında gizlenmiş güzellikleri görmeye çalışır. Zira "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."(1) İnsan, her şeyin zâhirine bakıp, kendi aklına göre değerlendirirse, hâdisatın arkasındaki güzellikleri ve hikmetleri göremez.
Nisâ sûresinde şöyle buyrulur:
“Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” (Nisâ, 4/79).
Her hayır ve güzellik Allah'tandır. Meselâ; imandan sonra en büyük bir hayır olan namazda bizim hissemiz nedir? Dünyayı döndürüp namaz vaktini getiren Allah’tır. Abdest aldığımız suyu yaratan Allah’tır. Vücudumuzu namaz kılacak şekilde tanzim eden Allah’tır. Namaz kıldığımız mekânı yaratan Allah’tır. Okuduğumuz sûreleri inzal eden yine Allah’tır. Kul sadece iradesini namaz kılmakta ya da kılmamakta kullanır.
İradesini yanlış kullanarak namaz kılmayan kişi Cenâb-ı Hakk’ın bu kudsî davetine icabet etmediğinden o âlî ibadetin feyiz ve bereketinden mahrum kalmış olur.
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 50.
Kur’an’a iman et, onun emirlerine uy ve yasaklarından kaçın; insanın bundan başka bir çaresi ve kurtuluş yolu bulunmuyor.
Allah’ın bir ismi de "Hâdi"’dir. Yani hidayet veren, doğru yolu gösteren.
"Kur’an'ın hidayetiyle amel etmek" onun gösterdiği yolda yürümek, ondaki emirlere uymak ve yasaklarından sakınmak demektir. Evet, bize Allah, ahiret, kâinat ve insan ile ilgili veriler ya vahiyden gelir ya da müstakil kalmış aklı kullanan felsefeden gelir.
Allah'ın istediği istikamet ve hidayet yolu, ancak sağlam ve insanlar tarafından bozulmamış safi vahiydedir. Bu noktada hidayeti isteyenler, Kur'ana yönelmeli ve hidayetiyle amel etmelidir.
Bütün hadiselere Kur’an’ın nuru ile bakmak da onun hidayetiyle amel etmenin bir başka boyutudur.
Ruh insanın öz varlığıdır. Hayat ruhun temel sıfatıdır ve onunla kâimdir. İnsandaki bütün duygular ve latifeler ruhla mâna kazanır, varlıklarını onunla devam ettirirler.
İnsanın ruhunda iman yerleşmiş ise insan mü’min, küfür yerleşmiş ise kâfir oluyor. “Ruh-u kâfir" ifadesi bu inceliğe işaret ediyor.
"Kalb-i fasık" ifadesi, daha çok iman edip de günahlarla, fısk ve sefahetle yaralanmış kalb mânasını ifade eder. Burada zikredilen “fısk” küfür mânasında değil, günah ya da haktan sapmak mânasında kullanılmıştır.
Kalb için, “Latife-i Rabbaniye” tabiri kullanılıyor. İnsan aklıyla anlar, kalbiyle iman eder. Sevgi, korku, merhamet gibi hisler kalble alâkalıdır. Mü’minin ruhu iman ile nurlanır. Yine salih bir kulun kalbi güzel ahlâkın bütün şubelerine sahip olur. İnsan böylece manen terakki eder ve ebedî saadete nail olur.
“Huz mâ safâ, da’ mâ keder” ifadesi, "kederi bırak mutluluğu al" demektir.
Huz: "Al!.." emri anlamına geliyor.
Ma: Burada "her şey, her çeşit" anlamına geliyor.
Safa: Güzel, temiz, gönül hoşluğu, huzur, tatmin gibi anlamlara geliyor.
Da: Kovmak ve terk etmek anlamlarına geliyor.
Keder: Üzüntü, sıkıntı, gam anlamlarına geliyor.
“Huz mâ safâ, da’ mâ keder” ifadesi, “Kederi bırak, mutluluğu al” “İyisini al, kötüsünü terk et” “Sefasını sür, cefasını terk et” gibi birçok anlamlara gelmektedir.
Yani olaylara ve hadiselere iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki "Kadere iman eden, kederden emin olur." denilmiştir.
Özetle, "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen ise hayatından lezzet alır."(1) cümlesiyle izah edilebilir.
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 50.
İlave bilgi için tıklayınız:
Sekizinci Söz'de geçen ilgili ifadeleri ele alıp değerlendirelim:
"Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır."
Buradaki kuyu insanın mahiyetini ve özünü ifade eden ruhun bedene girmesini temsil ediyor.
"Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir."
Altmış metre derinlik insanların ortalama yaşı olan altmış yıla işaret ediyor.
"Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır."(1)
Buradaki ağaç ise insanın maddî hayatı ve geçirdiği ömrüdür. İnsan, altmış metre derinliğinde bir hayatın içine sarkıtılmıştır, ama her metre içinde ayrı bir âlemi vardır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
“Samed” Allah’ın bir ismi olup “Hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Zât” manasındadır.
Kudret-i Samedâniye: ise: "Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu Zât’ın kudreti" demektir.
Üstadımızın, bu tabiri burada kullanmasının sebebi ise “Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak” hadisesine dikkatleri çekmek içindir. Zira böyle bir fiili yaratmak, ancak nihayetsiz bir kudret ile mümkündür. Ülfetimizden dolayı düşünmediğimiz bu harikulade fiil, ancak ve ancak böyle bir Kudret-i Samedaniye ile vücud bulabilir.
Ayrıca Üstadımızın “kudret” kelimesini “Samed” ismine isnadı da manidardır. Yani bununla mana şöyle tamamlanmış olur: Böyle nihayetsiz bir kudret, ancak ve ancak Samed olan Zât’a mahsustur. Her şeyiyle âciz ve zayıf olan sebepler, böyle harikulade bir fiili icra edemezler.
Rubûbiyet-i İlâhiye: "Rububiyet", Cenab-ı Hakk’ın her şeyi tedricen terbiye ederek kemale erdirmesi, beslemesi, büyütmesi, hâlden hâle sokması, yaşatması ve idare etmesi gibi manalara gelmektedir. Buna göre, "bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak" gibi bir rububiyet, ancak Allah’a mahsustur ve O’nun terbiyesi ile olabilir. Âciz ve fakir sebepler bu terbiyeyi yapamazlar.
Saltanat-ı ulûhiyet: “Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak” hâdisesinde, aynı zamanda bir saltanat da gözükmektedir. Uluhiyet, ma’budiyet manasındadır. Yeryüzünden semalara kadar bütün kâinatta Saltanat-ı ulûhiyet hükmetmektedir. Yani her şey Allah’ın emrindedir ve O’nun verdiği fıtrî vazifeleri yapmakla bir nevi ibadet halindedir.
Saltanatın “ulûhiyet” sıfatına isnadı şu hakikati ders vermektedir: Böyle bir saltanat, ancak ilahlık makamının sahibinde bulunabilir. Bütün kâinata hükmedemeyen ve ilah olmayan, “Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapma” fiilinin faili olamaz.
Böyle bir kudret, ancak Samed olan bir Zât’ta bulunabilir; böyle bir rububiyet, ancak bir ilahta olabilir ve böyle bir saltanat ancak ulûhiyet makamının sahibine mahsustur. Demek, "Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak", Kudret-i Samedâniyenin sikkesi ve Rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemi ve saltanat-ı ulûhiyetin turrasıdır.
Şecere-i hilkat yahut şecere-i kâinat denilen şu gördüğümüz âlem, akıl almaz mucizelerle kaynaşan harika bir ağaçtır. Bu kâinat, kemal manasıyla insanı meyve vermekle birlikte, her bir canlı türü için de bu âlem sanki o türü meyve veren bir ağaç olarak değerlendirilebilir. Nitekim, Üstat Hazretleri insanı tarif ederken “şu kainat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” demekle, başka meyvelerin de bulunduğuna işaret etmiştir. Yani, dünya bir yönüyle insan ağacı, bir yönüyle koyun ağacı, bir başka yönüyle de çam ağacıdır. Böylece milyonları aşan türlerin her biri için bu âlem bir ağaç olarak değerlendirildiğinde şu netice ortaya çıkar: Bir şey olan bu âlemden her şey yaratılmaktadır.
Sikke, parada o paranın basıldığı matbaanın isminin yazılı olduğu kısımdır. Turra (tuğra), padişahın isminin yazıldığı kısımdır. Hatem ise, bir mektubun / yazının sonuna (yani hitama erdiğinde) atılan imza yahut vurulan mühürdür.
Buna göre, her canlı varlık, kâinat matbaasında basılmış bir altın gibidir ve bütün kâinata muhtaç olmasıyla da Samediyete ayna olmaktadır. Bu muhteşem kâinatı onun imdadına göndermek ise ancak İlahi kudrete mahsustur. "Kudret-i Samedaniyenin sikkesi" ifadesi bize bu dersi verir.
Bir canlının her organı Allah’ın terbiyesinden geçmiş ve kendisine yüklenen görevi yapabilecek bir kabiliyete sahip kılınmıştır. Bu varlığın bu son halini alıncaya kadar geçirdiği safhalar bir mektuba benzetilirse, son hâl o mektubun sonuna vurulan hâtemdir. Bir ağacın her meyvesi bir hâtem olduğu gibi, her insan da kâinat mektubunun bir hâtemidir. Dolayısıyla Allah'ın yarattığı ve şuur sahiplerine okuttuğu mektupların sonundaki meyveler "Rububiyet-i İlahiyenin hatem"i olarak İlahi mührü okutturur.
Saltanat-ı Ulûhiyetin turra ile ilgisine gelince: Ulûhiyet mâbudiyet manasına gelir. Her varlık Allah’ın kendisine verdiği vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirmekle ibadet vazifesini yapmaktadır. Bütün mahlûkata vazife taksimatını yapan, ancak bütün mülkün sahibi olan ve saltanatı bütün âlemlere hükmeden Allah’tır. Buna göre bütün âlemlerde geçerli olan bu ibadet ve itaatte İlahi saltanatın turrası okunur.
"Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniyenin sikkesine ve rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemine ve saltanat-ı Ulûhiyetin turrasına işarettir. Çünkü bir tek şeyden her şeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber her şeyi bir tek şey yapmak, yani, zîhayatın yediği gayet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak, her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir."(1)
“Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak” hayret verici bir hâdisedir. Cenâb-ı Hak yediğimiz tek bir gıdadan saç, tırnak, ilik, alyuvar, akyuvar ve daha nice şeyler yapıyor.
İki hidrojen ile oksijen bir araya getirilip su yapıyor. Onlarca elementten tek bir mahlûk vücuda geliyor. Yine toprak tek bir şeydir, ama ondan her şey yaratılıyor.
Tek bir şey olan yumurtadan civcivi yaratıp ona kanat, gaga, ayak gibi onlarca âza takıyor. Aynı özellikteki yumurtalardan ayrıca sayısız kuşları yaratıyor.
Bir çekirdekten onlarca dal, binlerce yaprak ve meyve çıkarıyor.
Küçücük bir tohumdan onlarca yaprak, kök ve gövde meydana geliyor.
Bu meseleyi Üstadımız Mesnevi-i Nuriye’de şöyle izah eder:
“Bakınız! Her bir masnûun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halk eden Hâlık’a mahsustur. Ve her bir mahlûkun cephesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni’den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarından her bir mektubun ahirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed’e hastır. O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’câza bakınız ki, hayatla bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vahide emr-i Rabbanî ile inkılâp ederler. Mesela su, bir şey-i vahid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izniyle menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir."
"İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halk eden ve her şeyi yapan Sâni’a mahsus bir sikkedir.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Lem'alar.
Sırr-ı hikmet-i hilkat, bu kâinatın yaratılış hikmetidir. Bu tılsım ancak iman ile açılır.
Allah’ın bu âlemi yaratmasındaki hikmet, insan aklının mahsulü olan felsefî akımlarla değil, bizzat Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir. “Ya Allah, La ilahe illallah, Allahu la ilahe illa hu el-Hayyü’l-Kayyum” bu gerçek marifetin kaynağını göstermektedir.
Şu var ki, yaratılış tılsımını açan sadece Allah, Hayy ve Kayyum isimleri değildir. Kur’an’ın ders verdiği bütün hakikatler, bütün ilahî isimler ve sıfatlar bu tılsımın ayrı ayrı cihetlerini açığa çıkaran birer ilahî irşattırlar.
Kanaatimizce bu üç isim, ism-i âzam olma ihtimallerinin de yüksek olması cihetiyle birer misal olarak verilmişlerdir...
Dokuzuncu Söz'de namaz vakitlerinin hikmeti anlatılırken, yatsı namazı hakkında şöyle bir ifade geçer:
“Vefat etmiş insanın bakiye-i asarı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesi...”(1)
Namaz kılan kişiyi ölümünden sonra evlatları ve torunları unutsalar bile, onun Rahmân ve Rahîm olan Rabbi, kabrini onun hakkında cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek ve dünyada bıraktığı dostlarına bedel peygamberlerle, evliya ve asfiya ile görüşmesine imkân verecektir.
İslâm’ın çizdiği istikamet yolundan sapan ehl-i dalâlet ve ömrünü isyan ile geçiren kimseler bu şereften mahrum kalacaklardır. Onlar kabir kapısının ötesini bir zindan, yokluğa gömülme ve unutulma olarak telakki ederler ve bunun ızdırabını bu dünyada da çekerler.
(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz.
Üstadımız bu teşbihi, başka risalelerde de yapmaktadır. Çekirdeğe verilen “manevî cihazat"tan söz eder ve o cihazlarını toprak altında bazı muzır maddelerle zayi etmediği takdirde hava âleminde bir ağaç olacağını nazara verir.
İnsanın istidadı çekirdekle kıyas edilemeyecek kadar zengindir. Bu istidat, “ubudiyet toprağı altında, İslamiyet ziyasıyla, imanla intibaha geldiği” takdirde “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerin hatırına, hayaline gelmez ebedî saadetleri" netice verecektir. O zaman dünyanın; “Bin sene mesudane hayatının cennetin bir saatine mukabil gelmediği” yakinen anlaşılacaktır.
İşte o saadete göre bu dünya hayatı bir zindan mesabesindedir.
“Evet insan bir çekirdeğe benzer. … Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve cennette hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi' kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
Cennette namaz, oruç, hac gibi ibadetler yoktur. Ancak bu ibadetlerin ruha kazandırdığı ulviyet ile cennetten ebediyen lezzet alınacaktır.
“Bir saat tefekkürün yetmiş sene nafile ibadetten hayırlı olduğu” haberi cennette kemaliyle tahakkuk edecektir. Dünya bahçeleri cennet bahçelerinden ne kadar geri ise, buradaki tefekkürümüz de cennet bahçelerini tefekkürden o kadar geridir. Kaldı ki, orada her şeyin aslı vardır, burada ise gölgeleri. İnsanın kendi varlığı da öbür âlemde gölgeden asla geçmek gibi bir terakki kaydedecek, öyle yüksek bir mahiyet kazanacaktır.
O dünyada bütün ehl-i cennetin ruhları cesetlerine galip olacaktır. O ruhların aldığı lezzetler sadece tefekkürle kayıtlı değildir. Şükür, hamd, peygamberlerle, velilerle ve sair müminlerle sohbet cennetin maddî lezzetlerini çok gerilerde bırakacak kadar ileridir. Zaten “rü’yetullah” lezzeti Üstad'ın ifadesiyle bir saati cennetin bin sene lezzetini geri bırakacak kadar ulvîdir.
Cennet ehli, o mukaddes âlemde namaz, oruç yerine bu ulvî zevkleri tadacaklardır. Bütün bunlar imanın ve ibadetin meyveleridir. Üstad'ın beyan ettiği gibi, burası “hizmet, meşakkat” yeri, orası ise “ücret alma” yeridir. Orada hem cismin hem de ruh ve kalbin dünyadaki itaat ve ibadetlerinin mükâfatları verilecektir.
Üstadımız, Yirmi Dördüncü Söz'deki muhabbet bahsinde,
“Rahmân-ür-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen cennet gibi senin bütün arzularına cami’ bir meskeni senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o cennette sana müheyya eden...”(1)
buyurmakla bu mânayı da ders vermiş oluyor. Başka bir risalesinde de bu mânayı şöyle dile getirir:
"Saadet-i ebediye, iki kısımdır."
"Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır."
"İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp eder."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.
(2) bk. İşarâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi 25. Ayet Tefsiri.
"Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bakiyeye ciddi müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da dünyasını cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder."(1)
İnsan sadece bu geçici dünya hayatını asıl maksat yapsa, dünya nimetleri içinde yüzüyor olsa da manen huzurlu, mutlu ve mutmain olamaz. Çünkü insanın ruhu, kalbi ve duyguları, bu fani dünya ile tatmin olmazlar.
İnsanın akıl, kalp, ruh ve diğer duyguları Allah’a iman etmekle ve O’nu zikirle tatmin olur. Bir mümin, nice eza ve cefalara mâruz kalsa ve maddî bakımdan çeşitli sıkıntılar çekse de bunların gelip geçici olduğunu ve dünyanın âhiretin bir bekleme salonu olduğunu düşünür, sıkıntısı binden bire iner ve daima şükür içinde yaşar.
Yani hem dünyada hem de âhirette mutlu olmanın yolu Allah’a kul olmaktan geçer. Nurlarda bu mânayı ders veren birçok bölümler vardır. Mesela;
"O mektebli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum i'dam olunurken bedbaht zalimlere demiş: 'Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.' Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder."(2)
"Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur."(3)