Mezkûr ifadede namazın mânası şöyle izah edilmiştir:
1. Namaz, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmektir. Yani Allah Teâlâ’nın celâline karşı kavlen ve fiilen “Sûbhanallah” demektir.
2. Cenâb-ı Hakk’ı tâzim etmektir. Yani kemâline karşı lafzen ve amelen “Allahû Ekber” demektir.
3. Cenâb-ı Hakk’a şükür etmektir. Yani cemâline karşı kalben, lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” demektir.
Celâl denilince Allah’ın bütün celâlî isimleri kastedilmektedir; Celil, Kahhar, Azîm, Aziz, Cebbar, Mümit, Müzill gibi.
Cemâl denilince de bütün cemâlî isimler hatırlanır; Rahmân, Rahîm, Muhyi, Rezzâk, Cemîl, Müzeyyin, Ğaffar, Settar, Şâfi gibi.
Aynı şekilde kemâl kelimesiyle de bütün kemâlî isimlere işaret edilir; Ehad, Samed, Hayy, Kayyum, Kadim, Bâkî, Ferd gibi.
Üstad Hazretleri, esmâ tecellilerini anlatırken bunların birbiri içinde seyredilebileceğine özellikle dikkat çeker. “Cemâlin gözünde celâl, celâlin gözünde cemâl”(1) olduğunu nazara verir. Meselâ, semada celâl, zeminde cemâl hâkim ise de semânın da ayrı bir güzelliği, zeminin de yine ayrı bir haşmeti ve azameti vardır.
Çiçekte cemâl daha net görülmekle birlikte, onun yaratılması ancak Allah’a mahsus bir kemâldir de. Bunları kesin hatlarla ayırmak doğru olmaz. Ancak bazı varlıklarda yahut olaylarda cemâl daha hâkim olarak görünür; bazılarında celâl, bazılarında da kemâl öncelikle nazara çapar.
Bu Söz’de, namaz tesbihatıyla insanın mahiyeti arasında çok hârika bir ilgi kurulmuştur. Nur Risaleleri’nde sıkça işlendiği gibi insanın mahiyeti “acz, fakr ve nakstan (kusurdan)” yoğrulmuştur. Meselâ, insan göze muhtaçtır, göz yapmaktan da acizdir. Birincisi, onun fakrını; ikincisi ise aczini gösterir. Aynı şekilde, insan ele, ayağa, kalbe, mideye, havaya, suya, aya, güneşe ve daha sayamayacağımız kadar nice şeylere muhtaçtır ve bunların hiçbirini de yapacak güce sahip değildir. Öte yandan, insanın kusuru, yani noksanlığı da sonsuzdur. Yorulması, uyuması, unutması, hastalanması, iradesinin cüz’i olması onun noksanlıklarından sadece bir kaçıdır.
Burada birkaç meseleyi izah edelim:
1. Celâline karşı kavlen ve fiilen “Sûbhanallah” deyip takdis etmek.
Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatları üçe ayrılıyor: Celâlî olanlar, cemâlî olanlar ve kemâlî olanlar...
Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne ve azametine işaret eden isimler celâl silsilesinin isimleridir. Bu isimlere misal olarak: Kebir, Aziz, Müteâl, Cebbar, Mütekebbir, Kahhar, Celil, Müntakim ve Azim isimlerini sayabiliriz. Bütün bu isimlerde ve bu isimlerin tecelli ettiği şeylerde, Allah Teâlâ’nın büyüklüğü ve azameti gözükmektedir.
İşte namaz, Allah Teâlâ’nın celâline karşı hem dil ile hem de fiil ile “Sûbhanallah” deyip Allah Teâlâ’yı cümle kusurdan takdis etmektir. Yani Allah’ın büyüklüğünün bütün kusur ve noksanlardan beri olduğunu ilan etmektir. “Sûbhanallah” sözü, bu ilanın kavlî ifadesidir. Namazın rükû, secde ve kıyamı da bu takdisin fiilen ilanıdır.
2. Kemâline karşı lafzen ve amelen “Allahû Ekber” deyip tâzim etmek.
Allah Teâlâ bütün kemâl sıfatlar ile muttasıftır. Mesela Âlim’dir, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Kadir’dir, gücü her şeye yeter; cenneti bir çiçek kolaylığında yaratır. Basir’dir, her şeyi görür; hiçbir şey onun nazarından gizlenemez. Semi’dir, her sesi işitir; hatta kalbin en gizli sesini dahi duyar...
İşte namaz, Cenâb-ı Hakk’ın idrakten âciz kaldığımız bu sonsuz kemâline karşı tâzimdir. “Allahû Ekber” sözü, bu tâzimin lafzen ilanıdır. Bu lafız ile kul der ki:
“Ya Rab! Sen her şeyden daha büyüksün! Senin kudretin, ilmin, görmen, işitmen, irade etmen... nihâyetsizdir. Senin kemâlini hakkıyla anlamaktan ve idrak etmekten âcizim. Bu âcziyetimi ilan ediyorum ve kemâlinin büyüklüğüne karşı sadece 'Allahû Ekber' diyebiliyorum."
Namazın ef’al ve erkânı da bu tâzimin ilanıdır. Kul kıyamda ellerini bağlamış bir hâlde dururken, belini bükmüş rükûda beklerken, tevazu ile secdeye giderken ya da alnını secdeye koymuş beklerken âdeta Allah’ın kemâline karşı tâzim eder ve mânen “Allahû Ekber” der.
3. Cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” demek.
Cenâb-ı Hak bütün güzelliklerin menbaı ve kaynağıdır. Şu âlemin bütün güzelliği, Cemâl-i Bâkî olan Rabbimizin cemalinin zayıf bir gölgesidir. Hatta cennet dahi bütün şaşası ve güzelliği ile birlikte o cemalin sadece zayıf bir parıltısıdır.
İşte namaz, Rabbimizin bize cemâlî isimleriyle muamele etmesine mukabil bir şükürdür. Bu şükür hem “Elhamdülillâh” sözünde hem de namazın ef’al ve erkânında mevcuttur.
Şu hadis-i şerif de namazın nasıl bir şükür olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Her birinizin her bir eklemi için günde bir sadaka vermesi gerekir. İşte bu sebeple her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlîl (lâ ilâhe illallah demek) bir sadaka, her tekbîr bir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kuşluk vakti kılınan iki rek'at namaz bunların yerini tutar."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Müslim, Müsâfirîn 84, Zekât 56. Ayrıca bk. Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Ebû Dâvûd, Tatavvu` 12, Edeb 160.
İnsan, namaz boyunca, Rabbinin celâlini hatırlayarak O’nu tesbih eder, cemâlini hatırlayarak O’na hamd eder ve sonsuz kemâlini hatırlayarak O’nu tekbir eder. Onun ruhu bu ulvî zikirleri yaparken, sanki bedeni de onu destekler ve tasdik eder.
Namaza başlarken Allahu Ekber der.
Rükûa gittiğinde “sübhanerabbiyel azîm” demekle Azîm olan Rabbini noksan sıfatlardan kavlen (söz ile) tenzih ederken, kendi noksanlığını da rükû ile yani huzurunda bel bükmek suretiyle fiilen ilân etmiş olur.
Aynı şekilde, secdeye kapandığında “sübhanerabbiyela’la”, diyerek Allah’ı kavlen tesbih ederken, fiilen de yüzünü yere sürmekle kendi noksaniyetini en ileri derecesiyle ilân eder.
Hamd ile namazın hareketleri arasında da yakın ilgi vardır. Bilim adamları, namazdaki her hareketin yüzlerce, binlerce kimyevî reaksiyon sonunda meydana geldiğini söylüyorlar. Ve bu hareketlerin her birisi hamdi gerektiren büyük birer mu’cize ve yine insan için büyük birer nimet oluyor.
Namaz kılan mü’min, rükûdan kalkarken “semi’allahü limen hamideh” der ve ilave eder: Rabbena lekelhamd.
Böylece bütün nimetlerin, terakkilerin ve inkişafların Allah’ın ihsanıyla olduğunu ilân etmiş olur. Onun o bükülmüş belini doğrultan Allah olduğu gibi, mahlûkatın her türlü sıkıntılarını gideren, onlara her çeşit terakki imkânlarını veren de yine O’dur.
Toprağa atılmış çekirdekler sanki secde halindedirler, Allah’ın ihsanıyla yeryüzüne çıkar ve boy gösterirler. Bu ise onların kıyamı gibidir.
Namazdan sonra duâ ederken ellerimizi açmamızda da acz, fakr ve naks yönlerimiz kendilerini birlikte gösterir ve ilân ederler.
Dokuzuncu Söz'de namaz tesbihatıyla insanın mahiyeti arasında çok hârika bir ilgi kurulmuştur. Nur Risalelerinde sıkça işlendiği gibi insanın mahiyeti acz, fakr ve nakstan (kusurdan) yoğrulmuştur. Yani insan sonsuz fakirdir, gözden güneşe, havadan ciğere, mideden gıdaya uzanan sonsuz bir ihtiyaç içindedir. Bunların hiçbirini kendi gücüyle yapamaması yönüyle de insan sonsuz fakirdir. Naks ve kusura gelince bu iki kelime kemâlin zıddı olarak kullanılırlar. Burada geçen kusur bazen günahla karıştırılıyor. Her günah onu işleyen insan için bir kusurdur, bir noksanlıktır; ama her kusur günah değildir. Şöyle ki:
Her insan yorulması, acıkması, uyuması, unutması, ömrünün kısalığı, iradesinin cüz’i oluşu gibi nice yönleriyle sonsuz derece nakıstır, kusurludur.
Namaz boyunca insan Rabbinin celâlini hatırlayarak Onu tesbih eder, cemâlini hatırlayarak Ona hamd eder ve sonsuz kemâlini hatırlayarak Onu tekbir eder. Onun ruhu bu ulvî zikirleri yaparken sanki bedeni de onu destekler, onu tasdik eder.
Üsdadımız; “İmanın manevî bir tûba-i cennet çekirdeği taşıdığını” ifade ediyor. İman manevî bir hâdisedir, kalbin Rabbine inanması, O’nu tanıması, O’na muhabbet beslemesidir. Bu manevî çekirdek âhirette cennet olarak, cennetteki tuba ağacı olarak kendini gösterecektir.
Namaz boyunca okunan tesbihler, tekbirler ve hamdler birer meyve gibidirler ve bunların hepsi de o üç çekirdekten çıkmışlardır.
İlim tahsil eden bir talebe, tahsilini tamamlayıp ilmini icra edebileceği bir makama oturtulduğunda, o kürsü ve o mevki söz konusu talebenin ilmî çalışmalarının bir neticesi, bir meyvesi olarak değerlendirilebilir.
Tesbih, tekbir ve hamd, namazın bütün rükünlerini âdeta ihata etmiş gibidir. Namazın hemen başında bu üç zikir vardır; tekbirle başlanır, “sübhanekellahümme ve bihamdik”de hem tesbih, hem de hamd yer almaktadır.
Fatiha’da Rabbi’l-âlemîn’e hamd edilir. Rükûda “Sübhane Rabbiye’l-Azîm” denilerek tesbih yapılır; kalkarken “Semi’ Allahü limen hamideh” denilerek hamd edilir.
Secdeye giderken de aynı şekilde tekbir getirilir, secdede tesbih vazifesi yapılır. Sonra, tekbir getirilerek kıyama durulur.
Demek oluyor ki, bir mü’min namaz boyunca Allah’ı tesbih, tekbir ve hamd eder. Namazın sonunda da sanki yaptığı bu zikirleri “te’kid” etmek üzere bu defa peş peşe, otuz üçer defa tekrarlar.
İşte namazın çekirdekleri de “Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür.”
Kalpte bu ulvî vazifenin yapılmasına yönelmekle başlayan gelişme süreci, namazın kılınmasıyla tamamlanır. Artık bu mânalar madde âleminde de kendini gösterir hâle gelmişlerdir. Bu ise bir çekirdeğin gelişip ağaç olmasına benzetilmiştir.