İbadetin mânası:
1. Kulun kendi kusurunu görerek rububiyetin kemâli önünde secde etmesidir.
Rububiyet: Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatını terbiye etmesi, idare etmesi, yaşatması ve onlarda tasarruf etmesidir. Rububiyetin kemâli ise, bu fiillerin ve icraatların akılları hayrette bırakacak tarzda, hiçbir varlığın unutulmaması, birbiriyle karıştırılmaması, hiçbir kusur ve eksiğin görünmemesi ve mükemmel bir şekilde icra edilmesidir. Böyle bir rububiyete karşı hayretle secde edilmelidir.
· Hiçbir mahlûkun aç bırakılmaması, rububiyetin kemâlindendir.
· Bir anda milyarlarca varlığın mükemmelen yaratılması rububiyetin kemâlindendir.
· Her varlığa farklı vazifeler gördürülmesi ve farklı şekillerde terbiye edilmesi rububiyetin kemâlindendir.
· Her mahlûka farklı bir elbise, farklı bir silah, farklı bir suret ve farklı cihazlar verilmesi rububiyetin kemâlindendir.
· Milyarlarca yıldızın birbirine çarptırılmadan gezdirilmesi rububiyetin kemâlindendir.
· Kısacası, mahlûklarda yapılan bütün mükemmel ve kusursuz tasarruflar rububiyetin kemâlindendir.
İşte rububiyetin bu muhteşem saltanatı, kuldan bir ubudiyet istemektedir. Zira küçücük bir iyilik bile mukabilinde bir teşekkür ister. Elbette rububiyetin bu muhteşem tecellisi de kula yapılan bütün iyiliklere mukabil bir şükür isteyecektir. İşte bu şükür de ibadettir. Rububiyetin saltanatı bu sebeple, kuldan ibadeti istediği gibi, rububiyetin kudsiyeti ve paklığı dahi ister ki:
· Kul kendi kusurunu görsün.
· Tövbe ile istiğfar etsin ve Allah’tan af dilesin.
· Cenâb-ı Hakk’ı bütün noksanlıklardan tenzih etsin.
İşte bütün bu mânalar, “sûbhanallah” kelime-i kudsiyesi ile ifade edilmektedir. Bu mânaları tefekkür ederek “Sûbhanallah!..” diyen bir kişi, rububiyetin kudsiyetine karşı tesbih vazifesini yapmış demektir.
2. Kulun kendi âczini ve zaafını görerek kudret-i Samedâniyenin önünde secde etmesidir.
İbadetin ikinci mânası ise kudret-i Samedâniye önünde secde etmektir. Şöyle ki:
· Kul evvela kendindeki âcziyeti ve zayıflığı görecek ve bunu derinden derine tefekkür edecek.
· Sonra diğer mahlûkların da kendi gibi âciz ve zayıf olduğunu müşahede edecek. Onlar hakkında da aynı tefekkürü yapacak.
· Daha sonra da kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârından olan; galaksilerin yaratılışı, yıldızların gezdirilmesi, semanın direksiz durdurulması, bulut ordularının sevk ve idaresi, denizlerin yaratılışı, dağların şu dünyaya bir direk ve mahzen yapılması gibi ilahî icraatları tefekkür edecektir. Kendisi bir taşı kaldıramazken, Cenâb-ı Hakk’ın koca yıldızları bir tesbih tanesi gibi çevirdiğini hayretle temaşa edecektir.
· Daha sonra da Yüce Allah’ın bu azametli eserlerine karşı istihsan ve hayret içinde “Allahü ekber” deyip, o büyüklüğün ve azametin karşısında hayret ve muhabbetle secdeye gidecek, O’na iltica ve tevekkül edecek.
İşte bütün bu manalar “Allahu ekber” kelime-i kudsiyesinin mânasında cem edilmiştir. Bu mânaları tefekkür ederek “Allahü ekber” diyen bir kişi, rububiyetin kemâl-i kudretine karşı tekbir vazifesini yapmış demektir.
3. Kulun kendi fakrını ve ihtiyacını görerek rahmet-i İlâhîyenin önünde secde etmesidir.
İbadetin üçüncü mânası da rahmet-i İlâhîyenin önünde secde etmektir. Şöyle ki:
· Evvela kul kendi fakrını bilecek ve ihtiyacını hissedecek.
· Sonra diğer mahlûkları temaşa edecek ve onların da aynı fakr ve ihtiyaç içinde yuvarlandıklarını görecek.
· Daha sonra sual ve duâ lisanıyla hem kendi ihtiyacını hem de diğer mahlûkların ihtiyaçlarını Rabbine izhar ve ilan edecek.
· Ve daha sonra da Rabb-i Kerîm olan Mevla’sının ihsan ve nimetlerine karşı şükür ve sena edecek.
İşte bütün bu mânalar “Elhamdülillâh” kelime-i kudsiyenin mânasında cem edilmiştir. Bu mânaları tefekkür ederek “Elhamdülillâh!..” diyen bir kişi, rububiyetin nihâyetsiz hazine-i rahmetine karşı şükür ve sena vazifesini yapmış demektir.
“Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemâlâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulûhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, zînetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni'in celâline, Mâlikinin iktidar ve kemâlâtına intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin.”(1)
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
İkinci Nükte'de “sübhanallah"ın üç ayrı manasına dikkat çekiliyor:
Birisi, Allah’ın mukaddes Zât’ının her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olması.
İkincisi, batıl itikatların Allah hakkında ileri sürdükleri bütün yanlış fikirlerden de münezzeh olması.
Üçüncüsü de Allah’ın; “kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra” olması.
Kusur, bir yönüyle kasır olma, noksan tarafı bulunma demektir. Güneş'in hayat sahibi olmaması onun için bir noksanlık olduğu gibi, bitkilerin görüp işitmemeleri, hayvanların fikir yürütememeleri, insanların unutmaları, yorulmaları, uyumaları da birer kusurdur. Mahlûkatın bir kararda kalmayıp sürekli olarak değişmeleri de bir kusurdur. İşte Cenâb-ı Hak, mahlûkat âlemindeki bu tür bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Kâinattaki faaliyetlerin kusursuz olarak icra edilmeleri ayrı bir konudur; İmam Gazali'nin “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur,” yani "her şey kendi mahiyetine göre en güzel, en mükemmel şekilde yaratılmıştır,” hükmünü her şeyin tasdik ettiğini ifade etmektedir. Taşın cansız olması güzeldir. Ağacın yarı canlı olması, hayvanın da canlı olması… Taşlar da ağaçlar gibi büyüselerdi o güzellik, o mükemmellik kalmazdı.
“Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından 'Sübhanallah, mâşâallah, bârekâllah' der, secde eder.”(1)
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere; Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıf.
"Hem de Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlukatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, ona iltica ve tevekkül etsin." (Sözler, Dokuzuncu Söz.)
Allah neyi terbiye etmişse, o şeyin vazifesini hakkıyla yapmasını ister ve o şey de gayet ciddi bir eda ile Allah'ın emrini yerine getirmeye aşk ve şevk ile gayret eder. Allah'ın rububiyetinin insandan istediği çok önemli taleplerinden birisi de insanın kendi aczini ve bütün varlıkların aczini hissedip Allah'ın büyüklüğüne ve kudretine karşı ciddiyetle secde etmesidir. İşte insan bu vazifesini yerine getirme derecesine göre, kulluğunu ve ubudiyetini yerine getirmiş olur.
Azamet-i âsâr, Allah’ın yaratmış olduğu eserlerinin harika, benzersiz ve muhteşem olmasını ifade ediyor. Sanatkâr, yapmış olduğu eserler ile kendi hünerini gösterir. Mükemmel ve kusursuz bir eser, onu yapan zatın sanatındaki mükemmeliyeti ve kusursuzluğu gösterir. Eser çok ihtişamlı ve azametli ise, sahibinin sanatı ve mehareti de çok azametli ve muhteşem demektir.
Kâinat bir teşhir salonudur. İçinde sergilenen eserlerin hepsi de azametli, muhteşem ve mükemmeldir. Bu eserleri seyreden şuur sahibi melekler, insanlar ve cinler hayret ve hayranlık ile Allah’ın sanatını takdir ve tahsin edip, hayretle rükûa giderek ona iltica ederler.
Tevekkül sözlükte; “Allah’a güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türemiştir. “Birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” manasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekîl denir.
Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece ona güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. (el-Müfredât, “vkl” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vkl” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “vkl” md.; Gazzâlî, IV, 259)
İltica ve tevekkül, her işinde her halinde Allah’a sığınmak ona tevekkül edip her şeyin dizgininin onun elinde olduğunu idrak etmektir. Zarar ve menfaat onun elindedir. O dilemezse kimse sana zarar veremez o geri çevirirse kimse sana fayda sağlayamaz bunun bilincinde ve şuurunda olmaktır.
Huzuru İlahi'de derinleşen ve meleke kesbeden birisi için, "musibetler kendi başına hareket edemezler; ancak Allah’ın emri ve sevki ile hareket ederler. Öyleyse Allah’ın takdir ettiği musibeti kim geri çevirebilir ya da takdir etmediği musibeti kim musallat edebilir?" düşüncesi, insan kalbine bir tatminlik ve genişlik veriyor. Bu da insan kalbinde bir emniyet ve tevekkül manasını tesis ediyor.