Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Beşinci Nükte Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:43    Güncellendi: 21.02.2025 21:43

Beşinci Nükte Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte'de geçen; insanın mahiyeti ile ilgili bölüme misaller verir misiniz?

"İnsan fıtraten gayet zayıftır. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır."(1)

"İnsan fıtraten gayet zayıftır. Hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder."

Bir salgın hastalık, bir deprem karşısında insanın gayet zayıf ve çaresiz olması ve bu iki olayın insanı büyük acı ve hüzün içinde bırakması güzel bir misal olabilir. 

"Hem gayet âcizdir. Hâlbuki belaları ve düşmanları pek çoktur."

Kanser ve sel felaketi, insan hayatını tehdit eden iki düşümandır; ama insan bu iki düşman karşısında gayet aciz ve çaresizdir. İnsan da bu durumda aciz olmayan, düşmanlarınının dizgini elinde olan Allah’a dayanmak zorunda olduğunu bilmeli.

"Hem gayet fakirdir. Hâlbuki ihtiyacâtı pek ziyadedir."

Fakir ihtiyaç sahibine denir. İnsan Güneş'ten tut ta bitki ve toprağa varana kadar her şeye muhtaçtır. Kainatta insan kadar fakir ve ihtiyaçları çok olan başka bir varlık yoktur. Allah’ın insanı bu denli fakir ve ihtiyaç içinde yaratmasının nedeni; fakr ve ihtiyaçtan münezzeh olan kendisine iltica etmesini sağlamak içindir. Yani insan her bir ihtiyacında O'na el açmak ve O'nu hatırlamak durumundadır.

"Hem tembel ve iktidarsızdır. Hâlbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır."

İnsanın tembel olması, hayvanlara nispetledir. Yani ağır ve daimi işler işleyen hayvanlara göre insan gayet tembel ve iktidarsız kalıyor. Hayatın yükü ve sorumlulukları bir milyon ton ise, insanın bunlara olan tahammülü ve direnme gücü bir gram bile değildir. Bunun sebebi de insanın bu yükün altına girememesi ve bu ağır yükü teslim ve tevekkül ile İlahi kudretin üstüne bırakmasıdır. Kulluğun özü de budur zaten. "Kadere iman eden kederden emin olur."(2) sözünün manası da bu oluyor.

"Hem insaniyet onu kâinatla alakadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor."

İnsan sahip olduğu duygu ve cihazlar sayesinde, kainatla ilintili ve ilişkili bir yapıya sahiptir. Mesela, insandaki kalp bir çiçeği sevdiği gibi bütün çiçekleri de sever ve koca bahara da müptela olur. Oysa sevdiği, bağlandığı güzellikler ve nimetler ölüme ve yok olmaya mahkumdurlar. Bu durumda kalbini bağladığı her güzel yok olduğunda, kalbinde bir yara bir acı oluşur.

Hâlbuki kainatı Allah’ın bir eseri, bir sanatı, bir tecelli aynası olarak görse idi; onların ölümle yok olup gitmeleri ona acı değil neşe verecekti. Çünkü kainatın bir nehir gibi akıp gitmesi; ama üzerinde görünen güzelliklerin sabit kalması, baki ve daimi olan Allah’a işaret ediyor, asıl mabud asıl maşukun O olduğu tebarüz ediyor.  

"Hem akıl ona yüksek maksatlar ve baki meyveler gösteriyor. Hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa ve sabrı kısadır."

Akıl ve hayal gibi cihazlar insanın önüne hep yüksek amaçları sonsuz güzellikleri getiriyor; ama insanın bu yüksek amaçları o sonsuz güzellikleri elde edecek ne bir gücü ne bir sermayesi ne bir ömrü ne de bir iktidarı bulunuyor.  

Mesela, insan güzel bir ev güzel bir araba almayı hayal ediyor; ama bir bakmış gençlik gitmiş ömrü tükenmiş sıhhati bozulmuş. Dünya hayatının ekserisi böyle ulaşılması zor hayal ve kuruntulardan oluşuyor. Demek insan yüzünü ve gönlünü ulaşılması zor hayallere değil, baki ve ebedi ahirete çevirmesi gerekiyor... Bu durum daha çok namazla gerçekleşebiliyor. Namaz ve niyaz insanın bu eksikliklerinin aslında ilahi huzura kavuşmaya vesile olduğundan, eksiklik değil büyük bir nimet olduğunu ihsas eder. 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte.
(2) bk. age., Yirmi Altıncı Söz, Üçüncü Mebhas.



2. Beşinci Nükte'de, insanın fıtraten gayet zayıf ve aciz olduğu anlatılıyor. Başka yerlerde ise "eşref-i mahlukat, halife-i ruy-i zemin ve mükerrem bir mahluk" olduğu ifade ediliyor. Bu iki farklı değerlendirmeyi nasıl yorumlar mısınız?

Yirmi Üçüncü Söz'de, insanın sonsuz aciz ve fakir yaratılışının hikmeti şöyle nazara verilir:

Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun.”(1)

Yine aynı Söz'de insanın fiil ve infial cihetleri ayrı ayrı değerlendirilir. İnsan fiil cihetiyle çok aciz ve fakirdir, ama infial yani fiilî kabul etme, ilahî isimlerin tecellilerine ayna olma yönüyle bütün mahlûkattan çok daha ileri bir makama sahiptir.

“Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibariyle; arıdan, serçeden aşağı... sinekten, örümcekten daha zaîfsin. İkinci cihet itibariyle; dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın.”(2)

Fiil “iş yapma”, infial ise “fiili kabul etme, yani kendisinde bir iş yapılma” cihetidir. Yazı yazmak bir fiildir, bir iştir. Kâğıt bu fiili kabul eder, yani onda yazı yazılır, havada ve suda infial ciheti yoktur; onlara yazı yazamazsınız.

İnfial ciheti için Nur’larda çok güzel bir misal geçer; ayna örneği:

Bir ayna fiil cihetiyle ışık sahibi değildir, o yönüyle son derece fakir ve acizdir. Ama bu ayna kendini güneşe karşı tuttuğunda, infial cihetiyle, yani tecelliyi kabul etme, güneşe ayna olma yönüyle yedi renge ve ısıya sahip olduğu gibi güneşi mesafesiyle de içine alır. Güneş o aynada yüz kırk dokuz milyon kilometre ötede tecelli eder. O birkaç milimlik cam parçası, bu kadar bir derinlik kazanır.

İşte iman ile Allah’a intisap etmek, aklını O’nun eserlerini tefekkürde kullanmak, his dünyasının yönünü ebediyete çevirmek de insanı böyle yükseltir, büyütür ve derinleştirir.

Diğer canlılar bu konuda insanla mukayese kabul etmeyecek kadar geridirler. Ve insan bu yönüyle arzın halifesidir. Arz ve semanın Hâlık’ının muhatabıdır. Ve O’nun ebedî saadet diyarına girmeye adaydır.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(2) bk. a.g.e.



3. İnsanın mahiyeti hakkında bilgi verir misiniz?

Üstad Hazretleri Risale-i Nur’un birçok yerinde insanın mahiyetini hârika bir şekilde izah etmiştir. Numune olarak sadece bir kaçını nakledelim:

“Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhîyenin bir mikyası.. hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı.. hem bu âlem-i kebîrin bir listesi.. hem şu kâinatın bir haritası.. hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi.. hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi.. hem mevcûdâta serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.”(1)

Cenâb-ı Hak insanı küllî ve câmi’ bir istidatta yaratmıştır. Böyle bir istidat ve kabiliyete mazhar olan bir mahlûk, elbette mümtaz ve mükerremdir. 

“Cenab-ı Hak… insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Hâlbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihâyetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihâyetsiz bir istidad verilmiş.”(2)

Evet, insan, “şu kâinat kitabının bir nüsha-i camiasıdır.” Evet, insanın zatı maddeten küçük bir cüz ve cüz’î gibi görünse de esmâ-i İlâhiyeye ayna olma yönüyle sanki âlem-i ekberdir. Nitekim Hazret-i Ali (r.a): "İnsan maddeten küçük bir mahlûk olmakla beraber onda bütün âlem bükülmüştür, gizlidir." buyurmuştur. Koca bir ağacı bir çekirdeğe yerleştiren Allah, (c.c.) insanda da nice âlemler yerleştirmiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Mektubati Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, Üçüncü Mesele.



4. "Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır." ifadelerini izah eder misiniz?

İnsanın sonsuz aciz ve fakir olarak yaratılmasının sebebi, acizlikten müberra, ganiyyi mutlak ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ı bilmesidir. Namaz ise insan ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve kopmaz bağdır. İnsanın günde beş vakit namaza muhtaç olması ve bunun farz kılınmasının sırrı budur.

Namaz; insanın ruhunu incitecek, kalbini boğacak, vicdanını sıkacak dünyevî meşgalelerden kurtarıp, Allah’a yönelten ve O’nunla buluşturan bir bağdır. Namaz insanın istimdat noktasıdır, elinin yetişemediği şeyleri Allah’tan istemeye vesiledir.

Namazı terk edenler onun manevî feyzinden mahrum kaldıkları gibi, hayatın ağır yükleri altında da ezilirler.

“Kezalik bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvaline dikkat edilirse anlaşılıyor ki: Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk'ın ebedî ve sermedî olan 'Dârü's-selâm' menziline davetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünki visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.”(1)

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar.



5. "İşte, bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadir-i Zülcelâl’in, bir Rahîm-i Zülcemâl’in dergâhına niyazla, namazla müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve medet istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek,.." izah?

Burada, fecir zamanında Cenâb-ı Hakk’a namazla müracaat edip arzuhal etmenin lüzumu konusunda iki sebep kaydediliyor:

Birinci Sebep: “Bu vaziyette bir ruh” denilerek, insanın mahiyetine dikkat çekilmiş ve böyle bir insana en elzem işin; bir Kadir-i Zülcelâl’in ve bir Rahîm-i Zülcemâl’in dergâhına niyazla, namazla müracaat edip O’ndan medet istemek olduğu beyan buyrulmuş. Zira nihâyetsiz zayıf, âciz, fakir, iktidarsız, mütemadiyen zeval ve firakın tokadını yiyen ve eli kısa, ömrü kısa ve sabrı kısa olan insan için, Cenâb-ı Hakk’a iman etmek, O’ndan yardım ve medet istemek ve O’na duâ ile sığınmak ne kadar lüzumlu olduğu anlaşılır.

İkinci Sebep: Fecirden sonraki gündüz vaktinde başına gelecek ve beline yüklenecek işler için, insanın tahammüle ihtiyacı vardır. Hâlbuki fıtratında bu tahammül ve sabır yoktur. İşte bu sebepten dolayı kişi, fecirde Rabbine sığınarak, o gün içinde göreceği vazifeler ve taşıyacağı yükler için Rabbinden tahammül ister. Herhâlde fecir vakti yapılan şu duâ, kulun fıtratındaki bu tahammülsüzlüğü sebebiyle inâyet-i İlâhîyeyi celbetmesi içindir.

"Ya Rabbi! Bugünümüzün başını hayır ve iyilik, ortasını kurtuluş, sonunu ise başarı eyle! Bu günümüzü bizim için saadet, şehadet, tövbe, bağışlanma ve iman ile neticelendir. Ey Allah’ım! Bugünün başlangıcını rahmet, ortasını zühd ve sonunu da lütuf ve ikram eyle. Ey Allah’ım! Bize geçimin en genişini, ömrün en mutlusunu ve rızkın da en bol olanını ihsan eyle."

Bu makamda birçok seher duâsı nakletmek mümkündür. Bu duâları, duâ kitaplarına havale ederek sözün özü olarak deriz ki:

Seher vakitlerinde Cenâb-ı Hakk’a yapılan bütün duâların özünde; kulun kendi âcziyetini, fakrını, tahammülsüzlüğünü, zayıflığını, sabırsızlığını ve yalnızlığını Cenâb-ı Mevla’ya arz etmesi ve onu bekleyen gündeki meşakkatli vazifeler ve zor işler için O’ndan yardım dilemesi vardır.



6. "Zuhr zamanındaki o zaman..." Açıklar mısınız?

Zuhr namazının anlatıldığı bölümde cümle çok uzun olduğundan anlaşılmasında belki bir zorluk olabilir. Bu kısmı maddeler halinde vermemiz anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Zuhr zamanının özellikleri:

· Gündüzün kemâli ve zevale meyli vaktidir.

· Yevmî işlerin tekemmül zamanıdır.

(Bu şıkkı ve bir sonraki şıkkı, günümüzün mesai anlayışıyla tam fehmedemeyiz. Mesainin, imsak ile başladığını, sabah namazından sonra kerahet vaktinde yatılmayıp işe başlandığını düşündüğümüzde, öğleye kadar çok iş yapıldığını ve istirahat zamanının geldiğini daha iyi anlarız.)

· Meşguliyetin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanıdır.

· Fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti.

· İn’âmât-ı İlâhîyenin tezahür ettiği bir andır.

(İn’am; nimetin verilmesi, ikram edilmesi demektir. İmsakla başlayan uzun bir mesai sonrası elde edilen bütün nimetler ve kazançlar Allah’ın in’amı ve ihsanıdır. Bunları düşünüp şükrederek önle namazını kılmak ruh için büyük bir sürur kaynağıdır.)

İşte ruh-u beşer:

· O tazyikten kurtulmak,

· O gafletten sıyrılmak,

· O mânasız ve bekasız şeylerden çıkmak için Kayyûm-u Bâkî olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlar ve zuhr namazına durur.

Zuhr namazının mânası:

· Allah Teâlâ’nın o gün içindeki yekûn nimetlerine karşı bir şükür ve bir hamddır.

· Cenâb-ı Hak’tan istiane etmek, yani yardım dilemektir.

· Cenâb-ı Hak’ın celâl ve azametine karşı rükû ile âczini izhar etmektir.

· Cenâb-ı Hak’ın kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret, muhabbet  ve mahviyetini ilan etmektir.



7. "Zuhr namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu anlamayan insan, insan değil..." Bu ifadede belagat görünmüyor; birçok insan namaz vakitlerinin manasını bilmeden kılıyor, nasıl anlamalıyız?

“…Anlamayan insan, insan değil” ifadesi, izah edilen bu hakikatlerden gaflet ederek namazını kılmayan kimse için kullanılmıştır. Yoksa namaz kıldığı halde öğle namazının şu sırlı ve lâtif mânalarını ilmen anlamayan ve ekseri avam olan insanlar hakkında böyle denilmiyor.



8. "Asr zamanında ki o zaman..." Açıklar mısınız?

Asr namazının anlatıldığı kısım çok uzun olduğundan, anlaşılmasında belki bir zorluk olabilir. Bu bölümü de maddeler halinde izah etmeden önce bazı ifadeler üzerine kısaca duralım:

Kadim-i Bâkî:  Kadim, ezelî olan demektir. Bâkî ise ebedî olan demektir. Kadim-i Bâkî denildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatının burada kullanılmasının sebebi ise, ikindi vaktinin zeval ve fenayı hatırlatması sebebiyle kişiye bir Kadim-i Bâkî’yi aratmasıdır.

Kayyûm-u Sermedî: Kayyum, ezelden beri var olan, bizatihi kaim olan ve mahlûkatını ayakta tutarak onlara kıyam veren demektir. Sermedî ise, hem ezelî hem ebedî olan demektir.

Dergâh-ı Samedâniye: Samed, Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması ve her şeyin O’na muhtaç olması demektir. Dergâh-ı Samedâniye ise, bütün kâinatın kendisine muhtaç olduğu Zatın dergâhıdır.

Rububiyet: Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatını terbiye etmesi, büyütmesi, idare etmesi, rızıklandırması, yaşatması, öldürmesi ve onlarda tasarruf etmesidir.

Asr zamanının hatırlattıkları:

· Güz mevsim-i hazînânesini hatırlatır.
· İhtiyarlığın halet-i mahzunanesini hatırlatır.
· Ahir zaman mevsim-i elîmânesini hatırlatır.
· Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanıdır.

· Hem o gün içinde mazhar olduğu sıhhat, selamet ve hayırlı hizmetler gibi ilahî nimetlerin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamandır.

· Hem o koca Güneş’in batmaya meyletmesinin işaretiyle, insan bir misafir memur ve her şeyin geçici, bîkarar olduğunu ilan etme zamanıdır.

İşte:

· Ebediyeti isteyen,
· Ebed için halk olunan,
· İhsana karşı perestiş eden,

· Ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadim-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedî’nin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münacat eder.

Asr namazının mânası:

· Cenâb-ı Hakk’ın zevalsiz ve nihâyetsiz rahmetinin iltifatına iltica etmek,

· Hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek,

· Rububiyetinin izzetine karşı zelilâne rükûa gitmek,

· Sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde etmek,

· Hakiki bir teselli-i kalp, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet etmektir.



9. "Hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı..." İzah eder misiniz?

"Asr vaktinde ki, o vakit hem güz mevsim-i hazinanesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca Güneş'in ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır."(1)

Günün imsak ile başladığı düşünülürse, ikindi vakti günün sonuna doğrudur ve işlerin neticelendiği bir zamandır. Her insan o gün içinde mazhar olduğu nimetlerin bir değerlendirmesini yapmalı ve buna ikindi namazı ile mukabele etmelidir.

Her insan gün içinde sayısız nimetlere mazhar oluyor; görmesi, işitmesi, yemesi, içmesi, afiyette olması, Güneş'in onu aydınlatıp ısıtması, havanın kanını temizlemesi gibi... Bütün bu nimetler bir şükür ister ve ikindi namazı bütün bu şükürleri temsil eder.

(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz.



10. "Mağrib vaktinde ki o zaman..." Açıklar mısınız?

Bu derste geçen engin manaları özetlemeye çalışalım:

1. Mağrib vakti kış mevsiminin başlamasını hatırlatır:

Sabah namazı evvel-i bahar zamanını, öğle namazı yaz mevsiminin ortasını ve ikindi namazı güz mevsimini hatırlattığı gibi, akşam namazı da kış mevsiminin başlamasını hatırlatır.

2. Güz mevsimi, nazenin ve güzel mahlûkatının veda-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır:

Kışın gelmesiyle yaz âleminin güzel mahlûkları bu âleme veda ederler. İşte akşam namazı bu hüzünlü vedayı hatırlatır. Zira günün o vaktinde Güneş batmış ve insanın ünsiyet ettiği eşya gecenin karanlığında gizlenmiştir.

3. İnsanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır:

Nasıl ki akşam vaktinde dünya karanlığa gömüldü ve gündüz âlemi insanı terk etti ise; aynen bunun gibi, bir gün de insanın hususî güneşi batacak, hususî kıyameti kopacak ve temelleri kendi hayatı üzerine kurulmuş olan dünyası yıkılacaktır.

4. Dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesinin başka âlemlere göçmesini ve bu dar-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını hatırlatır:

Evet, akşam namazı üç vefatı hatırlatmaktadır:

1) Yaz mevsiminin güzel mahlûklarının hüzünlü vedasını,
2) İnsanın vefatını,
3) Âlemin vefatı olan kıyameti...

Demek, akşam vakti girdiğinde bu üç büyük cenazenin başında hayalen durup bu mânaları tefekkür etmeliyiz. Güneş battığı, dünyamız karanlığa gömüldüğü gibi, bir gün de kıyamet kopacak ve bu dünya imtihanı tamamen kapanacaktır.

“Gök çatladığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler yarılıp akıtıldığında, kabirlerin içi dışına getirildiğinde... Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde..." (Tekvir, 81/1, 2, ...) mealindeki Tekvir suresinde geçen âyetlerin açıkça ifade ettiği gibi, o gün güneş dürülecek, dünya bir zelzele içinde sekarâta, yani can çekişmeye başlayacaktır.

“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o kıyamet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir.” (Hac, 22/1-2)

"İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder.”(1)

5. Zevalde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden bir vakittir.

Güneş’in batmasıyla akşam vakti âdeta lisan-ı hâli ile şöyle der:

“Ey fâni mahbuplara âşık olanlar! Ey batmaya mahkûm olanların peşinde koşanlar! Ey Kadim-i Bâkî’den yüz çevirip fânilerle ünsiyet edenler! İbret alınız, aklınızı başınıza alınız. Nasıl ki bu koca Güneş battı ve ünsiyet ettiğiniz her şey karanlıkta saklandı ise; aynen bunun gibi, bir gün gelecek, sizin de hususî güneşiniz doğmamak üzere batacaktır."

6. Ruh-u beşerin fıtraten bir cemâl-i Bâkîye âyine-i müştak olması:

Bu cümlenin izahı, Üçüncü Lem’a’da çok hârika bir şekilde izah edilmiştir. Arzu edenler o risaleyi okuyabilirler.

7. Şu azim işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadim-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâl’in Arş-ı Azameti’ne yüzünü çevirmek:

“Şu azim işler” 

1) Yaz mevsiminin güzel mahlûklarının hüzünlü vedası,
2) İnsanın vefatı,
3) Âlemin vefatı olan kıyamet...

Üstadımızın burada Cenâb-ı Hak için kullandığı; “Kadim-i Lemyezel” ve “Bâkî-i Lâyezâl” ifadelerindeki  “Lemyezel” ve “Lâyezâl” kelimeleri aynı mânada olup, tefennün sanatından dolayı aynı kelime tekrar edilmemiş ve aynı mânaya gelen farklı kelimeler kullanılmıştır. İki kelimenin de mânası, “zeval bulmayan, daimî olan” demektir.

Kadim-i Lemyezel: Zeval bulmayan ezelî zat; Bâkî-i Lâyezâl: Daimî olan Bâkî zat, demektir. Demek birinci ifade Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile ilgili, ikinci ifade ise bekası ve ebediyeti ile ilgilidir.

“Arş-ı Azameti’ne yüzünü çevirmek” ifadesinde kullanılan kelimeler de çok manidardır. “Arş-ı Azamet” Allah’ın büyüklüğünün ve azametinin arşı demektir. Herhâlde bu ifadenin burada kullanılmasının sebebi, akşam namazı vaktinin çok büyük icraatları hatırlatmasından dolayıdır. Yani kişi, o vaktin hatırlattığı azim icraatları tefekkür eder ve daha sonra da yüzünü o icraatların sahibi olan zatın Arş-ı Azameti’ne çevirir.

8. Bu fânilerin üstünde “Allahû Ekber” deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevlâ için el bağlamak:

Akşam vaktinde Güneş’in batması kişiye şu mânaları ihtar eder:

"Her şey fânidir ve bir gün bu koca Güneş’in batması gibi batacak, kaybolacak. O hâlde onlar seni terk etmeden evvel sen onları terk et ve bu fânilerin üstünde “Allahû Ekber” diyerek onlardan elini çek! Bütün o fânilere bedel, Kadim-i Bâkî olan Rabbinin hizmeti için el bağla ve ubudiyetini takın."

9. Dâim-i Bâkî’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillâh” demekle kusursuz kemâline, misilsiz cemâline ve nihâyetsiz rahmetine karşı hamd-ü sena etmek:

Hamd: Yapılan bir iyiliğe karşı, tâzim yoluyla, güzel sıfatlarla medh-ü senada bulunmaktır.   “Elhamdülillâh” diyen kimse, Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne, kemâline ve cemâline delâlet eden bütün isim ve sıfatlarına karşı O’nu medih ve sena etmiş olur.

10. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek:

Muinsiz (yardımcısız) rububiyet:

Rububiyet terbiye edici olma demektir. Terbiye, bir şeyi ilk noktadan itibaren safhalar halinde bir kemal noktasına doğru yürütmek ve o noktaya uluştırmaktır. Bunun en yakın misali, insanın ana rahminde bir nutfe ile başlayan dokuz aylık yolculuğu sonunda bütün organları mükemmel bir insan haline gelmesidir. İnsanın bu terbiyesinde Cenab-ı Hak için bir yardımcı düşünülemeyeceği gibi bütün alemlerin terbiyesinde de yardımcılara iş düşmez. Meyvenin terbiyesinde ağaç yardımcı değildir, zira o da yaratılmış ve terbiye edilmiştir. Bütün sebepler de böyledir.

Şeriksiz Ulûhiyet: Uluhiyet, ma’budiyet manasına gelir. Yani, Allah kendisine ibadet edilen yegane zattır.

Bu cümlenin geniş izahı Yirminci Mektup'tadır. Sadece bir bölümünü hatırlayalım:

“İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümânaatsız; her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelâl, Kadir-i Zülkemâl’in huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir.”(2)

11. Nihâyetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve âczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve âczini, fakr ve zilletini izhar etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَالْ عَظِيمُ  deyip Rabb-i Azim’ini tesbih etmek:

Rükûa giderken tefekkür edilecek mâna:

Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz kibriyası, kudreti ve izzeti karşısında; âczimizi, fakrımızı ve zilletimizi izhar ederek eğilmek, daha sonra bu manaya kâinatı da ortak etmek ve hem kendi namımıza hem de bütün varlık alemi namına سُبْحَانَ رَبِّىَالْ عَظِيمُ diyerek Rabb-i Azim olan Allah’ı tesbih etmek...

12. Zevalsiz cemâl-i zatına, tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan edip hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَاْل اَعْلٰى  demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i Âlâ’sını takdis etmek:

Bu ifadede Cenâb-ı Hakk’a dair üç hakikatten bahsedilmektedir:

a. Zatî cemâlinin zevalsiz olması, 
b. Kudsî sıfatlarının tagayyürsüz olması,
c. Sermedî kemâlinin tebeddülsüz olması.

Şimdi bu üç kavram üzerinde duralım:

a. Zatî cemâlinin zevalsiz olması: Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Bir şey zatî olsa onun zıddı ona arız olamaz.” Mahlukatın bütün güzelliklerinin kaybolup gitmeleri gösteriyor ki onların güzellikleri zatlarından değil Allah’ın tezyiniyle, güzelleştirmesiyledir. Bütün bu güzellikleri ihsan eden Cenab-ı Hakk’ın cemali zevalden münezzehtir, yani zail olup kaybolmaz; fenadan mukaddestir, yani fani olup yok olmaz.

b. Kudsî sıfatlarının tagayyürsüz olması: Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları da tagayyürden yani değişip başkalaşmadan münezzehtir, hâlbuki insanların sıfatları her daim tagayyüre mahkûmdur. Mesela, insan bugün güçlüdür, yarın zayıf düşer ve bakıma muhtaç olur. Bugün zengindir, ama yarın fakir olabilir. Allah Teâlâ için ise bunlar düşünülemez. O’nun sıfatları nihâyetsizdir, ebedîdir ve tagayyürden münezzehtir.

c. Sermedi kemâlinin tebeddülsüz olması: Bu, bir önceki maddeye benzemektedir. Aradaki tek fark; önceki maddede Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından, burada ise kemâlinden bahsedilmektedir; sıfatları tagayyürden münezzeh olduğu gibi, kemâli de tebeddülden münezzehtir. O’nun kudretine acz giremediği gibi, kemaline de noksanlık arız olamaz.

Cenâb-ı Hakk’ın kemâli denildiğinde, O’nun her türlü kusurdan münezzeh, noksanlıktan mukaddes ve çirkinlikten müberra olduğu anlaşılır.

Bu izahlardan sonra Üstadımızın mezkûr ifadesini şöyle izah edebiliriz: 

Kul, sırayla şunları yapar:

a. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini, kemâlini ve kudsi sıfatlarını tefekkür eder.
b. Daha sonra bu cemâl ve kemâle karşı secde eder.
c. Daha sonra da bu cemâl ve kemâle karşı hayret ve mahviyet içinde mâsivayı terk ederek ilahî muhabbetini ve ubudiyetini ilan eder.
d. Bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَاْل اَعْلٰى diyerek Rabb-i Âlâ’sını takdis eder.

Ne mutlu bu mânaları tefekkür ederek secdeye varabilenlere!..

13. Sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl’e hediye etmek:

“Tahiyyat” kelimesinin mânası konusunda Külliyat'tan bir nakil:

“…  Aynen öyle de âciz bir abd, namazında 'Ettahiyyâtü lillâh' der. Yani, ‘Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına layıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.”(3)

Demek, mahlûkların hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri, onların tahiyyatlarıdır. İşte namaz kılan kul, teşehhüdde “Ettehiyyâtü” duâsını okurken bütün mahlûkların hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri, onların namına Cenâb-ı Hakk’a takdim eder.

Rabbimiz bu mânaların tefekkürünü bizlere kolaylaştırsın! Âmin!    

14. Resul-i Ekrem’e selâm etmekle biatını tecdid ve evâmirine itaatini izhar etmek:

Namaz kılan bir kimse, namazda Habib-i Kibriya Efendimize (asm) selam vermekle ona olan biatını yeniler; getirdiği emirlere itaatini gösterir ve ilan eder. Demek teşehhüdde oturup اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ   dediğimizde, bu biatı tecdid ettiğimizi, bütün emirlere itaatimizi izhar ettiğimizi düşünmeli ve namazın hakikatine ulaşmaya çalışmalıyız.

15. İmanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâl’in vahdaniyetine şehadet etmek:

İman hakikatlerini ve kâinatta tecelli eden esmâ-i İlâhîyeyi tefekkür etmek imanın tecdidine ve ziyadeleşmesine bir sebeptir. Bu mesele Otuz Üçüncü Söz'ün ahirinde şöyle izah edilmektedir:

“Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı inşallah imâna getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavi ve taklidî olanın, imanını tahkiki yapar. İmanı tahkiki olanın, imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nuranî, daha parlak manzaraları açar.”(4)

Namaz kılan kişi:

a. O namaz vaktinin hatırlattığı icraat-i azimeyi tefekkür eder. (O vaktin gelmesi için dünyanın kendi ekseninde saatte 1.670 km. hızla, Güneş etrafında ise saatte 108 bin kilometre gibi büyük bir süratle dönmesi azim birer icraat olduğu gibi, her namaz vaktinin hatırlattığı ve daha önce Dördüncü Nükte’de ifade edilen işler de birer büyük icraattırlar.)

b. Bu tefekkür neticesinde kâinat sarayındaki hikmetli intizamı müşahede eder.

c. Bu müşahade ile imanını tecdid ve tenvir eder. (Namazın her rekatında her şehadet getirildiğinde iman tazelendiği gibi, amentü billahi… ile başlayan ve altı iman rüknüne imanı ifade eden kelamın da her okunuşunda iman tazelenmiş olur. Nur Külliyatı’ndan iman hakikatlerinin izah ve ispatı hakkındaki her bahis okundukça da iman taklitten tahkike varır ve tahkiki imanın hadsiz mertebelerinde terakki eder.)

d. Bu müşahede neticesinde de Cenâb-ı Hakk’ın birliğine şehadet ederek bu şehadeti kelamiyle ilan eder.

16. Saltanat-ı Rububiyet’in dellalı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazı:

Bu ifadede Peygamber Efendimiz (asm.) şu üç sıfatla tavsif edilmiştir:

a. Saltanat-ı Rububiyet’in dellalı olmak:

Rububiyet, Allah’ın her şeyi safha safha terbiye ederek en güzel, en faydalı ve en mükemmel şekle getirmesi demektir. Allah, Rabbü’l-âlemîn’dir. Yani bütün âlemleri O terbiye etmiştir. Kâinatta O’nun terbiye etmediği hiçbir varlık yoktur. İşte saltanat-ı Rububiyet ifadesi bize bu saltanatı ders vermektedir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m) âlemdeki hikmetli terbiye fiillerini ve haşmetli icraatları en mükemmel olarak okumuş ve okutmuş, saltanat-ı Rububiyetin dellalı olmuş ve insanların nazar-ı dikkatini bu saltanata çekerek olanları ibadete ve itaate davet etmiştir.

b. Mübelliğ-i marziyât olması: Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) Cenâb-ı Hakk’ın hangi işlerden, sözlerden ve hallerden razı olduğunu, emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bütün insanlara tebliğ etti. Onlara, Kelam-ı Rabbanî vasıtasıyla imanın şartlarını, ubudiyetin esaslarını, yaratılışın sırrını ve hikmetin inceliklerini ders verdi.

c. Kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olması: Bu kâinat, üzerinde ilahî isimlerin ve sıfatların yazıldığı mücessem bir kitaptır. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) kâinatın ne mana ifade ettiğini, insanın neci olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini izah etti. Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün afakî ve enfüsî delilleri en mükemmel şekilde okudu ve okuttu.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
(2) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam.
(3) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.
(4) bk. age., Otuz Üçüncü Söz, İhtar.



11. Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte'de Üstadımız, akşam ve yatsı namazlarının vakitleri ile ilgili uzun uzadıya bilgi veriyor; bunun hikmeti ne olabilir?

Bunun iki sebebi olabilir:

Birisi; gündüz vakitleri, gafletin ve meşgalenin yoğun olduğu vakitler olduğu için, namazın kendisinin güzelce kılınması yeterlidir. Lakin akşam ve yatsı vakitleri; zikir ve ibadete daha yatkın ve geniş zamanlardır. Bu yüzden tefekkürü ne kadar uzatsak ya da ne kadar inceltsek yeridir.

İkincisi; akşam vakti günlük değişimin en büyüğüdür. Yani gündüzün geceye dönüştüğü çok önemli bir zaman dilimidir. Burada Allah’ın tasarruf ve azameti çok daha parlak bir şekilde tecelli ettiği için, tefekküre ve tezekküre daha müsaittir diyebiliriz. Hem mahlukatın batmasını ve fani oluşunu da temsil eden bir vakit dilimidir.



12. "Bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına Allah’a takdim etme" ifadesinde; “bütün mahlukatın tahiyyat ve salavatı ifade etmesi” nasıl oluyor? Bunların tamamını herkes Allah’a bihakkın takdim edebilir mi?

Her mahlûkun Allah’ı tesbih ettiği âyetle sabittir. Bu tesbih çok yönlüdür. Bunlardan birisi Allah’ın kendisine ihsan ettiği hediyeleri ilan etmesidir. Tahiyye hediye mânasını, salâvat ise rahmet mânasını ifade eder. “Hediye-i rahmet" ifadesinde her iki mâna birlikte bulunur.

Üstadımız mahlûkata yapılan rahmetleri Yirmi Dördüncü Söz'de sıralarken ilk nimet olarak “ademde kalmayıp vücuda gelmeyi”, yani yokluktan kurtulup var olmayı zikreder. Sonunda da “vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden müslim sıfatıyla insan suretine gelmeyi” en ileri bir rahmet olarak nazara verir.

İşte bu en büyük rahmete mazhar olmuş bulunan mü’min bir insan, namazda bütün mahlûkatın manevî tahiyyelerini de nazara alarak kendi namına Allah’a takdim eder. Bir mümin “iyya ke na’büdü” (biz ancak sana ibadet ederiz) derken, Allah’ın emri dairesinde hareket eden, O’nun kendisine yüklediği görevi eksiksiz yapmakla Rabbine ibadet etmiş olan bütün mahlûkatı arkasına alıp, onların bütün ibadetlerini Allah’a takdim etmiş olur.

Kendi hesabına takdim konusunda Üstad'ın çok güzel bir misali vardır. Aynen aktarmak istiyoruz:

“Eğer desen: 'Şu küllî hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?'"

"Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile... Meselâ: Nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: 'Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?' Birden der: 'Ey Seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.'"(1)

Her tahiyyatta bu mâna çekirdek olarak mevcuttur. Ama ağaç olması, meyve vermesi kişiler arasında çok farklılık gösterir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.



13. Akşam namazı, nasıl Resul-i Kibriyanın Risaletine şehadet etmek manasına geliyor?

Dördüncü Nükte'de Asr zamanı (ikindi vakti) “ahir zaman Peygamberinin” Asr-ı saadetine benzetilmişti. Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) Asr-ı saadetle başlayan irşat görevi kıyamete kadar sürecektir.

“Ümmetimin âlimleri beni İsrailin peygamberleri gibidirler.”(1)  

hadis-i şerifinin de haber verdiği gibi, İslâm’ın bütün bir insanlık âleminin hidâyetine vesile olma gayretleri kıyamete kadar devam edecektir. Akşam namazı ile dünya sekerata başlayacak ve âhir zaman Peygamberi’nin (asm) hidâyet ve irşat faaliyetleri de böylece son bulmuş olacaktır.

Âhiretin tarlası olan dünya, kıyamete kadar o âlem hesabına mahsulât verecek ve kıyamet öncesi iman şerefine eren Müslümanlar da bu mahsulâtın “son saadet demeti” olarak kıyametten önce ölümü tadacaklar ve cennetin bekleme salonu olan âlem-i berzaha göçeceklerdir.

(1) bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64.



14. Akşam namazının, "bu fani misafirhanede bakiyane bir sohbet olduğunu" izah edebilir misiniz?

Her namaz, “bu fani âlemde bakiyane bir sohbettir.” Bütün namazlarda mü’minler Bâkî-i Zülcelâl ve Zülkemâl olan Allah’ın huzuruna çıkar, onunla bakiyane bir sohbet ederler.

Bu mana akşam namazında daha bariz olarak kendini gösterir. Çünkü akşam namazına duran bir mü’min, parlak ve neşeli gündüzün fenaya gittiğini görüp, böylece gündüzü ve içindekileri geride bırakıp yüzünü kabre ve onun devamı olan haşre ve ebede dönmüştür.



15. "İşâ vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakiye-i âsârı dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar..." Açıklar mısınız?

Burada geçen ifadeleri daha rahat bakabilmeniz için, maddeler halinde izah etmek daha uygun olacaktır.

İşâ zamanının hatırlattıkları:

· Yazın süslü yeşil sahifesinin, kışın soğuk beyaz sahifesine çevrilmesindeki ilahî icraatı hatırlatır ve   “Güneş’i ve Ay’ı itaatkâr kılan” ismini ders verir.

· Hem zamanın geçmesiyle kabir ehlinin geride bıraktıkları eserlerin dahi şu dünyadan kesilmesiyle, bütün bütün başka âleme geçmesini hatırlatır ve  خالِقُالْمَوْتِوَالْحَيَاةِ  (Ölümü ve hayatı yaratan) ismini ders verir.

· Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup, azim sekeratıyla vefat edip geniş ve bâkî ve azametli âlem-i âhiretin inkişafını hatırlatır ve خالِقُالسَّمَاوَاتِوَاْلاَرْضِ (göklerin ve yerin yaratıcısı) ismini ders verir.

· Hem  şu dersi de verir ki: Şu kâinatın sahibi o zat olabilir ki, gece ve gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti bir kitabın sahifeleri gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir ve bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak’tır.

Ruh-u beşer:

· Nihâyetsiz âciz ve zayıftır.
· Hem nihâyetsiz fakir ve muhtaçtır.
· Hem nihâyetsiz bir istikbal zulümâtına dalmıştır.

(İnanmayanlar için ölüm ötesi tamamen karanlıktır, hiçbir ümit ışğı yoktur. Müminler içini ise, kabir dünyadan daha güzel bir alemdir ve onu mahşer, mizan ve -inşallah- cennet hayatı takib edecektir.)

· Hem nihâyetsiz hadisat içinde çalkanmaktadır.

(Dünya imtihanı sonsuz hadiselerle çalkanmaktadır. İnanan bir insan, Üstad'ın ifadesiyle “kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder.” Her bir hadise için üzerine düşen görevi yaptıktan sonra, sabır, teslim ve tevekkül ile bu hadiseleri ahiretine mal edebilir.)

İşâ namazının mânası:

· İbrahîm (a.s.) gibi “Ben batanları sevmem!” diyerek Bâkî bir zatın dergâhına namazla iltica etmek.

· Şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde bir Bâkî-i Sermedi ile münacat edip, bir parçacık bir sohbet-i bakiye etmek.

· Bu sayede birkaç dakikacık bir ömr-ü baki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak ve mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neşet eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidâyetini görüp istemek.

· Hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı o dahi unutup dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette dökmek.

· Hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubudiyetini yapıp günlük amel defterini hüsn-ü hatime ile bağlamak.

· Bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbub-u Bâkî’nin; bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîm’in; bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için de bir Hafiz-i Rahîm’in huzuruna çıkmaktır.

Fatiha’nın mânası:

· Fatiha ile başlamak; yani bir şeye yaramayan, yerinde olmayan, nakıs ve fakir mahlûkları medih ve minnettarlığa bedel, Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm ve Kerîm olan Rabbü’l-Âlemîn’i methüsena etmek.

· Hem  اِيَّاكَنَعْبُدُ hitabına terakki etmek.

(Fatiha sûresinde اِيَّاكَنَعْبُدُ hitabına kadar olan bölüm, gâibâne hitaptır. Kişi bu makama kadar Allah ile gâibâne konuşur ve der ki: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir. Din gününün sahibidir.” İşte bundan sonra اِيَّاكَنَعْبُدُ der ve artık gâibâne ibadetten hitap makamına çıkar ve “Ancak sana ibadet ederiz.” diyerek Rabbine doğrudan hitap eder.

· Yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, Ezel ve Ebed Sultanı olan مَالِكِ يِوْمِ الدِّينِ  ’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  demekle bütün mahlûkat namına, kâinatın cemaat-i kübrâsı ve cemiyet-i uzmâsındaki ibâdât ve istiânâtı Ona takdim etmek.

(İnsan “Ancak sana ibadet ederim ve senden yardım dilerim.” demek yerine “Ancak sana ibadet ederiz ve senden yardım dileriz.” demektedir. İşte namaz kılan kimse, buradaki çoğul sigasıyla bütün mahlûkat namına konuşur ve şu kâinatın büyük cemaati ve azim cemiyeti olan  bitkilerin ve hayvanların da ibadet ve yardım dileklerini Allah’a takdim eder.)

· Hem اهدنا الصرط المستقيم demekle, istikbalin karanlığı içinde ebedî saadete giden nuranî yola ve sırat-ı müstakime hidâyeti istemek.

· Hem şimdi yatmış nebatat ve hayvanat gibi, gizlenmiş güneşlerin ve hûşyar yıldızların, emrine birer musahhar nefer olduğu zatın kibriyasını düşünüp “Allahü ekber” diyerek rükûa varmak. 

· Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrasını düşünmek. Yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, dünyevî vazifelerinden terhis edildiği, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihâyet intizam ile zevalde gurub seccadesinde “Allahü ekber” deyip secde ettiklerini düşünmek.

· Hem mahlûkatın bahar mevsiminde haşrolup, kıyam edip Mevlâ’nın hizmetinde el bağlamaları gibi; şu insancık dahi onlara iktidaen, Mevla’nın huzurunda bir muhabbet, bir mahviyet ve bir tezellül içinde “Allahü ekber” deyip sücuda gitmek.

· Yani bir nevi mi'raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddi hakikat olduğunu elbette anladın!



16. Bu âlemin Malik-i hakikisinin, gece ve gündüzü, kış ve yazı, dünya ve ahireti, bir kitabın sahifeleri gibi suhuletle çevirmesini bir iki misalle izah eder misiniz?

Âhiretin varlığı Onuncu Söz'ün tamamında ve Yirmi Dokuzuncu Söz'ün önemli bir kısmında izah ve ispat edilmiştir. Bu sualin gerçek cevabı bu iki sözdür.

Önce haşirle ilgili bir âyet meali takdim edecek, daha sonra bu iki Söz’den sadece birer cümle nakledeceğiz.

Haşirle ilgili bir âyet-i kerîme:

“Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor. Yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” (Rum, 30/19)

“Hem bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutların icad u ifnasında haşre numune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun.”(1)

“Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emarat-ı haşriye gördüğü gibi, beş-altı senede bil-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i nev'iyeyi her baharda müşahede ediyor. İşte bu kadar emarat ve işarat-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzat-ı neşriye elbette kıyamet-i kübranın tereşşuhatı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.”(2)

Haşrin ispatında sözü bu iki hârika söze bırakarak “Bu âlemin Malik-i hakikisinin, gece ve gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi suhuletle çevirmesi” meselesinde sadece bir noktaya dikkat çekmekle iktifa edeceğiz.

“Dünya sayfasını kapayıp âhiret sayfasını açmak”, sonsuz kudret ve mutlak irade sahibi olan Allah için son derece kolaydır. Bu hakikatin rahatlıkla anlaşılması ve kabul edilmesi için Üstadımız burada iki önemli hâdiseye dikkat çekmektedir: Gecenin gidip yerine gündüzün gelmesi ve kışın gidip yazın gelmesi.

Beşer takatinin çok ötelerinde olan bu iki hâdisenin ve bu iki inkılabın ne kadar kolaylıkla icra edildiğini herkes görmektedir. İşte bu muazzam ve muhteşem değişimleri bu kadar kolayca yapan kudrete, dünyayı götürüp ahreti getirmenin hiç ağır gelmeyeceğini her aklıselim rahatlıkla kabul eder.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat.
(2) bk. age., Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.



17. İşa vaktinde İbrahimvari "Lâ-uhibbü’l-âfilîn" demeyi nasıl yorumlarsınız? Burada Hz. İbrahim ile ilgili hangi hadise nazara veriliyor?

Hz. İbrahîm’in (a.s) babası ve kavmi putlara ve yıldızlara tapıyorlardı.

En’am sûresinde Hz. İbrahîm’in (a.s) bu yanlış inanca karşı çıktığı ve babasını şöylece ikaz ittiği haber veriliyor:

“Bir zaman İbrahîm, babası Âzer’e: Putları ilah mı ediniyorsunuz? Doğrusu ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.” (En’am, 6/74)

Hz. İbrahîm’in (a.s) yıldızı görünce “İşte benim Rabbim budur.” deyip, yıldız kaybolunca da “Ben kaybolup gidenleri sevmem.” demesini tefsir âlimlerimizin büyük çoğunluğu şöyle yorumlamışlardır:

Bu ifade, gök cisimlerine tapanları kınamak ve onların yanlış yolda olduklarını bildirmek ve irşad etmek için kullanılmış bir metottur. Yani, "Bu mu benim rabbim?" mânasınadır ve yıldız kaybolunca, "Bu batmaya mahkûm olan şey ilah olamaz." demesi başkalarına ders vermesi içindir. Nitekim Ay batıp kaybolunca, “Eğer Rabbim beni doğru yola sevk etmeseydi, yemin olsun ki sapık kavimden olurdum." demiş, keza güneşin kaybolması üzerine de “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” buyurmuştur.

Bu tefekkür yolculuğunun sonunda ise şöyle demiştir:

“Şüphesiz ki ben, hanif olarak (Allah’ın birliğine inanarak) yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olana çevirdim. Ve ben, müşriklerden (Allah’a ortak koşanlardan) değilim.” (En’am, 6/79)

Cenâb-ı Hak, bu kıssayı Resulullah Efendimize (asm) vahy etmiş, O da bunu Mekke halkına anlatarak onları putperestlikten men etmeye çalışmıştır.

Kıssanın yatsı namazıyla ilgisini şöyle kurabiliriz:

Dördüncü Nükte'de yatsı namazının vakti girince “gündüzün tamamen kaybolduğu, kışın beyaz kefeniyle ölmüş yerin yüzünü örttüğü ve ölen kişinin geride bıraktığı bakiye-i âsârının da ölüp nisyan perdesi altına girdikleri” nazara veriliyor. Bunların hepsi “afilîn” yani “ufül eden, batan, kaybolanlar” zümresine giriyorlar. “La-uhibbül afilin” sözüyle insan kalbinin bunların hiçbiriyle tatmin olamayacağına ve bunları sevmek için yaratılmadığına dikkat çekilmiş olunuyor.

Âyetten bu dersi alan bir mü’min, ancak Mahbub-u Bâkî'nin muhabbetiyle tatmin olabilen kalbini, batıp kaybolan kişilere, makamlara ve servetlere bağlamaz.

“Bir mabud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünki nihâyetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?”(1)

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.



18. Bir dakikacık ömr-ü baki içinde bir parçacık bir sohbet-i bakiyenin, dünyaya nur serpmesi, istikbali ışıklandırması, mevcudatın firak ve zevalinden neşet eden yaralara merhem olmasının izahı nasıldır?

Her şeyin zevale doğru gittiğini ve kendisinin bu kaideden hariç olmadığını düşünen insan, ebedî hayatını düşünmekle ve o hayat için ibadetler olmak üzere, hayırlı ameller işlemekle teselli bulur. Ruhu o ebedi aleme teveccüh eder, istikbali ışıklanır, mahlûkatın ölümlerinden duyduğu acılar diner.

Bu mânanın en ileri derecesi namazda kendini gösterir. Zira namazda sadece yapılan amel yönüyle bekaya müteveccih olmakla kalınmıyor, Bâkî-i Zülcemâl olan Allah’ın huzuruna çıkmanın, O’na, kendi kelamıyla hitap etmenin, O’ndan yardım dilemenin ve namazın sonunda yine O’na duâ edip yalvarmanın da manevî zevki tadılıyor.

“Bâki-i Hakikî'nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir. Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir.”(1)

Bu baki sohbetler ruh için büyük bir ferah ve sürur kaynağı oluyor. Üstad'ın şu cümleleri bu noktada çok önemlidir:

“Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insâniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakikî'nin yoluna sarfediniz. Çünkü, Bâkîye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Lem'alar, Üçüncü Lem'a.
(2) bk. age.



19. "Bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîmin huzuruna çıkmak" Burada Hafîz ve Rahîm isimlerinin kullanılmasını nasıl anlayabiliriz?

"Hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubûdiyetini yapıp,  yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâta kıyam etmek, yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbûb-u Bâkînin ve bütün dilencilik ettiği  âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîmin ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i  Rahîmin huzuruna çıkmak;(Sözler, Dokuzuncu Söz) 

Burada yatsı vaktinin bize hatırlattığı vaziyetler, özellikle kâinatın tamamen tahrip edilmesi, insanı hatırlayanların da vefat ettiği ve unutulduğu, günün üzerinin simsiyah bir kefenle örtülmesini hatırlatması insana ciddi bir sıkıntı ve inkıbaz hâli verir. İşte bu durumdaki insanı bu gibi sıkıntılardan kurtaracak tek çare, allah'ın varlığı, birliği Hafîz ve Rahim olmasıdır. Allah insanı bu durumdan korumak için yatsı namazına davet edip ruhunu rahatlatıyor. 

Hafiz; hıfz eden, koruyan, muhafaza eden anlamlarına gelen bir ilahi isimdir. İnsan şerlerden, zarar ve belalardan korunmak için Allah’ın Hafiz ismine iltica eder ve duaları ile bu ismin tecellisi altına girmeyi talep eder. Rahim ismi zaten Allah’ın her mahlukuna ayrı ayrı şefkat etmesini ifade eden bir isimdir. 

İnsan "Ya Hafiz olan Allah’ım, beni şerlerden muhafaza et, beni koru beni kolla, bana Rahim ismin ile özel şefkat et." diye bu iki isim ile dua eder.  

Hafiz ismi özellikle, insanlarla meskûn dünyanın maddi olan ve olmayan zararlılardan muhafaza ettiğini belirtmektedir (bk. Bakara 2/255; Sâffât 37/7; Fussılet 41/12). 

Kur'an'ın üç ayetinde birer sıfat olarak Allah'a nisbet edilen hafız kelimelerinden birinde Hz. Yakub'un dilinden Allah'ın en hayırlı koruyucu olduğu (bk. Yusuf 12/64), diğerinde Kur'an'ı onun mutlaka koruyacağı (bk. Hicr 15/9), üçüncüsünde de Hz. Süleyman'ın emrinde çalışıp dalgıçlık ve benzeri işlerle meşgul olan elemanların Allah'ın gözetimi altında bulunduğu ifade edilmektedir. 

Hafîz ismi de üç ayette tekrarlanarak bunların ikisinde Allah'ın "her şeyi gözeten" (bk. Enbiya 21/82) olduğu (bk. Hûd 11/57; Sebe' 34/21). ifade edilmektedir.



20. "İyyake nabüdü" hitabına nasıl terakki edilir ve bu ifade nasıl terakkinin vesilesi oluyor?

Bu mana namazda, Fatiha sûresini okurken her mü’min için farklı derecelerde de olsa gerçekleşir. Üstadımız, “iyyake na’büdü”ye kadar gaibane bir hitap yapıldığını, "iyyake na’büde" ile gaibaneden hâzıraneye terakki edildiğini nazara verir. Şöyle ki:

"Elhamdülillah diyen bir mü’min, bütün medih ve senânın ancak Allah’a ait oluğunu ifade etmiş olur.”

"Rabbülâlemin" derken, Allah’ın bütün âlemleri terbiye eden terbiyesini düşünür. Terbiye, bir şeyin kademeli olarak terakki ettirilip son haline getirilmesi demektir. Bu varlık âlemi, ilk mahlûk olan nur-u Muhammedîden safha safha terakki ettirilerek bu hâle gelmiş; aynı terbiye fiiliyle insan önceleri bir damla su iken şu hazır halini almış, çekirdekler ağaç, yumurtalar kuş olmuşlar.

Bunu düşünen bir mü’min, bütün hamd ve senanın ancak Allah’a ait olacağı inancını daha da pekiştirmiş olur. Yani bu âyet, bir önceki âyetin delili olmuş olur.

Allah, Rahmân ve Rahîm olduğu gibi Malikiyevmiddin’dir de. Din gününün, âhiretin yegâne hâkimi ve sahibi ancak O’dur.

Bu gaybî düşüncelerini tamamlayan insan hitap makamına erer, “İyyake na’büdü ve iyyake nestein” (ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) der.

Mü’min bu hitaba başlarken sanki şöyle demiş olur:

Mademki bütün medih ve sena sana aittir, mademki sen bütün âlemlerin Rabbisin, Rahmân ve Rahîmsin, âhiretin sahibisin, o halde ben senden başka kimseye ibadet etmem, senden başka kimseden medet dilemem!..

Öyle ise her varlık sana itaat ve ibadet ettiği gibi, biz de yalnız sana ibadet ederiz. Her varlığın bütün ihtiyaçlarını gören sensin. Biz de yalnız senden yardım dileriz.

İnsan namazını tek başına da kılsa; “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” der. “Biz” hitabını, mânen arkasına aldığı üç ayrı cemaat namına söyler. Bu da ayrı bir terakkidir.

Üstadımız bu cemaatleri şöyle nazara verir:

“Cem' sîgasıyla zikredilen na’büdü deki zamir, üç taifeye işarettir.

Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün a'za ve zerrata raci'dir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur.

İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.

Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi' olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.”(1)

Demek oluyor ki, insanın bütün organları, hücreleri, atomları kendilerine verilen görevi eksiksiz olarak yerine getirmekle bir ibadet halindedirler. Nitekim Nur Külliyatında, “İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn” bulunur denilerek bu cemaate dikkat çekilmektedir. İkinci cemaat bütün mü’minler, üçüncüsü ise bütün varlık âlemidir.

(1) bk. İşarâtü’l-İ’caz, Fatiha Sûresi.



21. "İyyakena’büdü ve iyyakenestain" demekle bütün mahlukat namına, tüm ibadatı ve istianatı Allah’a herkes takdim edebilir mi? Bizler için bu hakikat nasıl anlaşılmalıdır?

İnsan kâinat ağacının meyvesidir ve ağacının bütün ibadetlerini Allah’a takdim edebilecek bir üstün yaratılışa sahiptir. Bunun kemâliyle icra edilmesi insan-ı kâmillere mahsus olmakla birlikte, bizler de niyet ve tasavvur ile de olsa aynı mânayı düşünebiliriz. Şöyle ki:

Bütün mahlûkatın “ma’budiyetten uzaklık noktasında müsavi” olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, her varlığın ancak Allah’a ibadet ettiğini ve etmesi gerektiğini rahatlıkla idrak ederiz. Bütün arzular da ancak ibadet edilen Zât’a arz edilebileceğinden bütün yardım dilemelerin de ancak Allah’ın dergâhına arz edilebileceğini hem aklen hem de vicdanen biliriz.

Böylece, bütün varlık âleminin de bizim namazda söylediğimiz gibi “iyyakena’büdü ve iyyakenestein” (ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) dediklerine kanaat getiririz. Ancak, bizim aklen düşündüğümüz ve kanaat getirdiğimiz bu hakikatleri büyük zatlar müşahede etmekte, hissetmekte, zevk etmektedirler.



22. "Sırat-ı müstakime hidayeti istemek." ifadesini biraz açıklar mısınız?

İstikamet; her türlü aşırılıktan uzak olan rıza yolu, cennet yoludur. Bu Söz’de “sırat-ı müstakim”“saadet-i ebediyeye giden nuranî yol” olarak ifade ediliyor. Bu yol Kur’ân-ı Kerîm’ de “Peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yolu” olarak tarif edilir.

Üstadımız bu konuyu işlerken özellikle insandaki üç temel kuvve üzerinde durur: Kuvve-i şeheviye, kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye...

Üstadımız Lem’alar adlı eserinde, kuvve-i akliyenin ifrat ve tefritini “gabavet ve cerbeze” istikametini “hikmet” olarak açıklar. (Gabavet kavrayış ve anlayış noksanlığı, cerbeze ise yanlışı doğru gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya sahip olmaktır.)

Kuvve-i gadabiyenin ifrat ve tefritini “korkaklık ve tehevvür”, istikametini “şecaat” olarak ifade eder. (Tehevvür öfkelenme, köpürme, aşırı derecede kızma demektir.)

Kuvve-i şeheviyenin ifrat ve tefritini “humud ve fücur”, istikametini ise “iffet” olarak nazara verir. (Humud, helaline de istek duymamak, fücur ise ahlaksızlık etmek, haramları çekinmeden işlemektir.)

Buna göre “sırat-ı müstakime hidâyeti istemek” bu üç kuvvenin ifrat ve tefritten uzak olmalarını, “hikmet, şecaat, iffet” çizgisinde bulunmalarını talep etmektir.

Öte yandan Üstad Hazretleri ef’al-i ibad (kulların fiilleri) konusunda şöyle bir açıklamada bulunur:

“Halk-ı ef'al mes'elesinde Cebr Mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal Mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet Mezhebi vasattır. Çünki bu mezheb beyne-beynedir ki; o fiillerin bidâyetini irade-i cüz'iyeye, nihâyetini irade-i külliyeye veriyor.”(1)

Yani, kul hiçbir fiili kendisi yapmaz, "o (kul) Allah’ın küllî iradesi karşısında rüzgârın önündeki yaprak gibidir" diyen Cebriye mezhebi ifrattadır.

Allah’ı aklın zâhirine göre çirkin görünen işlerden tenzih etmek fikriyle, “Kul kendi fiilini kendi yaratır.” diyen Mu’tezile ise tefrittedir.

İstikamet Ehl-i sünnetin yoludur. Buna göre, ihtiyarî fiilleri kul talep eder, Allah yaratır. Hayır olsun, şer olsun bütün fiillerin yaratıcısı ancak Allah’tır. Lakin Allah’ın şerre rızası yoktur.

O halde biz, ef’al-i ibad (kulların fiilleri) konusunda “sırat-ı müstakime hidâyeti” isterken, Cebriyeci ve Mutezile olmaktan korunup Ehl-i sünnet üzere düşünmeyi de istemiş oluyoruz.

Bu konunun devamında şöyle bir tespite de yer verilir:

“Ve keza itikadda da ta'til ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.”(2)

Ta’til, bugünkü deyimiyle  ateizm, yani hiçbir yaratıcıya inanmamaktır. Teşbih yani benzetme her neviyle putperestlik ve diğer batıl inançlardır. Tevhid ise Allah’ın birliği esasına dayanan İslam inancıdır. Birincisi ifrat, ikincisi tefrittir. İstikamet ise tevhid yolundadır.

Ve biz “sırat-ı müstakime hidâyeti” isterken Rabbimizden bu yolda yürümemizi, ta’tile ve teşbihe sapmamamızı niyaz etmiş oluyoruz.

Bu misallerden hareketle şunu söyleyebiliriz:

Her işin, her düşüncenin, her hissin aşırı yönleri ve istikamet çizgisi vardır. “Sırat-ı müstakime hidâyet” talebinde bulunmak, bütün bunlarda ifrat ve tefrite düşmeyip doğru yolda bulunmayı istemektir.

Dipnotlar:

(1) bk. İşarâtü’l-İ’caz, Fatiha Sûresi.
(2) bk. age.



23. "Hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lambası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelalin kibriyasını düşünüp,.." İzah eder misiniz?

"Hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lambası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelalin kibriyasını düşünüp, Allahu ekber deyip rukûa varmak..."(1)

Bitki ve hayvanların büyük bir kısmı kışın yatıp gözden kayboluyorlar. Yaz ve ilkbahar aylarında tekrar diriltilip göz önüne çıkıyorlar. Benzer bir durum sema dairesinde de geçerlidir. Yıldızların bir kısmı göz önünde iken, büyük bir kısmı büyüklük ve azametinden dolayı gizlenmiş bir vaziyetteler. 

Kâinatta öyle dev yıldızlar var ki, bunlar Allah'ın mülkünde küçük birer lamba ve basit birer asker gibi onun emrine itaat edip, konulan ölçü ve sınırların dışına çıkamıyorlar. Bu da Allah’ın kibriya ve azameti karşısında her şeyin ne kadar hakir ve küçük kaldığını gösteriyor. 

Bir padişahın büyüklüğü, saltanatının ve hükümranlığının büyüklüğü ile ölçülür, yani toprakları ne kadar büyük, devleti ne kadar güçlü ise padişahta o nispette büyük ve azametlidir. 

Aynı şekilde Allah’ın büyüklüğü ve kibriyası da kâinattaki o muazzam yıldız ve galaksilerin büyüklüğü ile bir parça anlaşılır. Güneş gibi dev bir yıldızı küçük bir lamba gibi kullanan Allah’ın azameti ve kibriyası sonsuzdur. 

Güneş dünyamızdan bir buçuk milyon kat daha büyük olmasına karşın, her gün belli bir saatte doğup belli bir saatte batarak, dünya sakinlerine lambalık ve sobalık vazifesi görür. Bu ise ilahi saltanatın ne denli muazzam bir haşmet ve kibriyada olduğunu gösteriyor. 

Güneş'ten milyarlarca kat daha büyük gezegen ve galaksilerin olması ve hepsinin Allah’ın mülkünde birer basit asker gibi itaatli olması da onun azamet ve kibriyasının büyüklüğüne işaret ediyor.

1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte.



24. "Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti nefer..." Açar mısınız, bütün mahlûkatın secde-i kübrâsı nedir?

"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i  كُنْ فَيَكُونُ  ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurub seccadesinde Allahu ekber deyip secde ettikleri, hem emr-i   كُنْ فَيَكُونُ  'dan gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın."(1)

İnsan nasıl Allah’a ibadet ediyor ise, aynı şekilde diğer mahlukat da kendine özgü bir şekilde Allah’a ibadet ediyor. İnsanın nasıl bir secde ve namazı varsa, aynı şekilde her mevcudun kendine mahsus bir secde ve namazı vardır.

İnsanın kıldığı namaz mikro namazken, bütün mevcudatın topyekûn kıldığı namaz makro namazdır. İnsanın secdesi cüzi iken, bütün mahlukatın secdesi aynı ama küllidir. 

Nasıl insanın bu dünyada vazifesi bittiği zaman, ölüm ile terhis oluyor ise, aynı şekilde bütün mahlukat da kıyamet ölümü ile terhis edilecek. İnsanın bir günü akşam vakti ve namazı ile son buluyor ise, bütün mahlukatın günü de kıyamet vakti ile son bulacak. Bütün bunlar Allah’ın "Ol der, oluverir." emri ile vuku buluyor ve bulacaktır.

Allah nasıl kudretinin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını icraatları ile gözümüz önünde sergileyip ilan ediyor ise, aynı şekilde ölüm ve kıyamet ile terhis edilmiş insanı ve mahlukatı, aynı "kün" yani "ol" emri ile yeniden ihya edip diriltir. Zira gözümüz önünde yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Yaptıkları ortada iken, "Acaba şunu yapabilir mi?" demek abesle iştigal etmektir. 

Allah, öldükten sonra insanları aynen, cismen ve resmen yeniden ihya ve inşa edecektir. Akşam namazının secdesi, mahlukatın hüzünlü zevalini temsil ediyor. İşa, yani yatsı namazı ise bu zevalden sonra yeniden dirilişe bir rica, bir talep gibidir. Sabah namazı ise dirilişin bir öyküsüdür.

"Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatıyla meşgul bir cemaat içindeyim. 'Vezâif-i eşya' tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır."

Demek oluyor ki, melekler, cinler ve insanlar ilahi emirlere kendi iradeleriyle doğrudan itaat ettikleri gibi, cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar da yaratılış gayelerine harfiyen riayet ederek vazife görmeleriyle bir nevi ibadet halindedirler. “Vezâif-i eşya" tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır.” Bu tarz ibadetleri yanında ayrıca yaptıkları vazifeler itibariyle kendilerine mahsus tesbihleri de vardır.

(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz.



25. "...emri künfeyekünden gelen bir sayha-i ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolmak..." nasıl oluyor? “Kısmen aynen” ile “kısmen mislen” ne demektir?

Kış mevsimi ile birlikte, âdeta beyaz kefeni andıran kar ile örtünen yeryüzü, ilkbahar mevsiminde tekrar diriliyor. İşte bu diriliş haşre benzetilmiştir. Nasıl ki, haşirde bedenlerin yeniden dirilişi İsrafil’in (as) sura üfürmesi ile gerçekleşecekse, mahlûkatın baharda yeniden dirilişi de Cenâb-ı Hakk'ın bitkilere ve ağaçlara verdiği “kün” emri ile tahakkuk edecektir.

İnsanın bu dünyada vazifesi bittiği zaman, ölüm ile terhis olması gibi, bütün mahlûkat da kıyamet ile vazifelerinden terhis edilecektir. İnsanın ömrü ölümle son bulduğu gibi, bütün mahlûkatın ömürleri de kıyamet vakti ile son bulacaktır. Bütün bunlar Allah’ın "Ol!" emri ile vuku buluyor ve bulacaktır.

Cenâb-ı Hak, her bahar mevsiminde ölmüş arzı nasıl diriltiyorsa, aynı şekilde bütün canlıları kıyamet gününde "Kün." yani "Ol!" emri ile yeniden ihya edip diriltecektir.

Kün; ol demektir; burada “dirilin” manasındadır. Kışın ölen bitkilerin baharda yeniden dirilmeleri iki şekilde olmaktadır. Birisi kısmen aynen, diğeri ise kısmen mislendir.

Mesela, bir elma ağacı veya üzüm asması sonbahar ve kış mevsimi ile birlikte kuruyor ve âdeta ölüyor. İlkbahar mevsiminde ise aynı o ağaç tekrar diriliyor. İşte bu diriliş aynı ağacın tekrar dirilişi olduğu için, kısmen aynen oluyor. Yani aynı ağaç tekrar diriliyor demektir.

Fakat ağacın meyvesi ise geçen senenin meyvesinin aynısı değildir. Onun benzeri, yani mislidir. Onun için meyvelerin dirilişi için, kısmen mislen ifadesi kullanılmıştır.

İnsanların mahşerdeki dirilişi ise "aynen" olacaktır. Bütün kurumuş ve ölmüş ağaçları ve bitkileri her ilkbaharda yeniden yaratan ve dirilten kudret, elbette insanı da diriltecektir.



26. "Hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek,.." cümlesinin açıklaması nedir?

Üstat Hazretleri tekbir hakkında “marifetimiz haricindeki kemalat-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır” buyurur. Yani, Cenab-ı Hakk’ın ne zatî kemalini, ne de şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kemalini bu nakıs ve cüz’i ilmimizle anlamamız mümkün değildir.

Allah’ın sonsuz kemaldeki cemalinin mahlukat alemindeki cüzi tecellileri bile, insanı hayrete düşüren bir mükemmelliktedir. O cemale karşı insan “hayret-âlûd (hayretle karışık) bir muhabbetle” mukabele ederek secdeye kapanır. Bu secde, hayret secdesidir. Keza O’nun celaline ve azametine karşı da insan “bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip” secdeye kapanır.

Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasına karşı insan takdir, tahsin, muhabbet, tekbir, tesbih ile mukabele eder. Kulluğu gereği olarak yerine getirdiği bu vazifelerin hepsinin ortak noktası, insanın kendi “aczini, fakrını ve naksını” idrak etmesidir.

Bu mana, namaza başlarken kıyamda durmak, yüzünü Rabbinin emrettiği yöne dönmek ve selam niyetiyle tekbir getirmekle başlar. Rükûda boyun eğmekle devam eder ve secdede yüzünü yere kapamakla zirveye ulaşır. Ve secde, kulun Rabbine en yakın olduğu makamdır. O tezellül izzet-âlûddur, yani kul bu zillet ile gerçek izzete kavuşur.

Aynı mana, “bekà-âlûd bir mahviyet”te de kendini göstermektedir. Kulun, tam bir mahviyetle kendi benliğinden, şahsî irade ve kudretinden vazgeçmesi onu ebedî bir saltanata ulaştırır.



27. Muhabbet, mahviyet ve tezellül içinde “Allahü Ekber” deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan “İşa namazını” kılmak, ifadelerinin izahını yapabilir misiniz? Normalde her namaz müminin miracı değil midir?

“Namaz mü’minin mi’racıdır.”(1) ve
“Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır.”(2)

hadis-i şerifleri bütün namazlar için geçerlidir. Bu sözde özellikle İşâ (yatsı) namazı için, “bir nevi mi’raca çıkmak” tâbirinin kullanılması, mi'raç mu’cizesinin gece vuku bulduğunu hatırlatmak ve geceleri en verimli şekilde değerlendirmeye teşvik için olsa gerektir.

“Her türlü noksanlıktan beri olan Allah, kulunu bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için Mescid-i Haram’dan (Kâbe’den) çevresini mübarek kıldığımız o Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Muhakkak ki O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” (İsrâ, 17/1)

Dipnotlar:

(1) bk. el-Munavî, Feyzu’l-Kadir, 1/497;  el-Kari, Şerhu’l-Mişkat, 2/523.
(2) bk. Müslim, Salât 215. Ebû Dâvûd, Salât 148; Nesâî, Tatbîk 78.



28. Borç ve zimmet olarak beş vakit farz namaz nazara veriliyor. Borç ve zimmet kelimelerinden hangi manalar kastedilmiş olabilir?

Beş vakit namazın zimmet olması, Allah’ın beş vakitte namazı emretmesindendir. Yani beş vakit namaz, insanın keyfine bırakılmıyor, emrediliyor; bu cihetle namaz zimmet ve farzdır.

Namazın borç olması ise, insanın kendisine ihsan edilen sayısız nimetlere karşı namaz ile cevap vermesinin vicdanî bir vazife olmasından dolayıdır.

A’raf sûresinde haber verildiği üzere, Cenâb-ı Hak ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediğinde onlar, “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap verdiler. Bu söz, iman ve ibadet için bir akit mahiyetindedir.

Üstadımız bir Risalesinde “Teklif-i İlâhîyi zimmetine alır” ifadesini kullanır. Bu ifade bize “emaneti   insanın yüklendiğini” haber veren âyet-i Kerîmeyi hatırlatır. İnsan, emaneti yüklenmekle onun bir neticesi olan ibadeti de yüklenmiş, zimmetine almış oluyor.

Bakara sûresinin 21. âyetinde de “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Tâ ki takva mertebesine eresiniz.” buyrulmaktadır. Her iki âyette de Rab isminin geçtiğini görüyoruz. Bu âyetleri birlikte düşündüğümüzde, şu hakikat karşımıza çıkıyor:

Rabbe ibadet etmek bir borçtur; insanın yaratılması ve en güzel bir şekilde terbiye görmesi onu ibadet konusunda borçlu kılmıştır.