Sorunuza iki yönden cevap verilebilir.
1. Sözler'de, önce hayırlı bir işe başlanmasından dolayı, Besmele ile başlandı (Birinci Söz), sonra gayba imanın önemi (İkinci Söz), sonra iman edenlerin ibadetle bunu hissettirmesi ve göstermesi gerektiği (Üçüncü Söz), sonra ibadetin tacı ve kıvamı olan namazın hem az, hem kısa ve hem de çok değerli olduğu (Dördüncü Söz), sonrasında ise namaz kılmanın yetmediği, yanında günahlardan kaçınmanın da ehemmiyetli olduğundan (Beşinci Söz) bahsedildi.
Daha sonra ise bize verilen maddi ve manevi değerlerimizin Allah'a satılması durumunda çok kıymet kazanacağı, aksi takdirde bunların kıymetsiz bir paçavradan ibaret olacağı (Altıncı Söz), sonrasında bütün varlığa mana veren Allah'a iman ve ahirete imanın değer ve güzelliklerini (Yedinci Söz), sonrasında ise insan ruhunun ancak din ve inançla sağlığa kavuşabileceği, aksi hâlde sıkıntının hiçbir şeyle izale edilemeyeceğini (Sekizinci Söz), daha sonra da Allah'ın her an bizlere büyük nimetlerde bulunduğu ve bunlara hem şükür, hem Allah'ı tenzih hem de Allah'ın en büyük olduğunu ilandan ibaret olan namazı günün belirli vakitlerinde kılmanın hikmetleri anlatılmakta (Dokuzuncu Söz), sonrasında ise bütün bu iman ve ibadetlerin veya tersi durumunda bütün küfür ve isyanların neticelerinin tahakkuk edeceği ahiretin ispatına yani Onuncu Söz'e geçildiğini görüyoruz. Çünkü ahiret olmazsa bütün bu inanç ve ibadet veya küfür ile isyanlar neticesiz kalacağından kıymetini kaybeder.
2. Dokuzuncu Söz bilindiği gibi namazın beş vakte tahsis hikmetinden bahseder. Bu bahsin en sonunda işa yani yatsı namazının vaktinin insana hatırlattığı ruh haleti anlatılır. Bu vaktin insana verdiği ruh sıkıntısından, ancak Allah'ın huzuruna namaz ile çıkmakla kurtulabilir. İşte bu vakit insana günün ölüp zifiri bir karanlığa ve kara bir kefene büründüğünü, senenin kış mevsimini hatırlatıp varlıkların ölümünü ve beyaz bir kefene sarıldığını, insanın da ölüp kendisini de tanıyanların tamamen vefat edip hatırlanmadığı vakti hatırlatıp büyük bir unutulma kefeni içerisine gömüldüğünü, kâinatın da kıyametten sonra bütün bütün harap olup yok olduğunu hatırlatıp her şeyin boş, fâni ve ehemmiyetsiz olduğunu ihsas ettiği bir dönemdir.
İşte bu bahsin sonunda her şeyin yok olduğunu insan gördüğünde, "Peki sonumuz ne olacak? Hakikaten ahiret var mı?" gibi peşpeşe zihnimize gelen sorulara Onuncu Söz âdeta "Merak etmeyiniz, bu dünyadan sonra ahiret vardır. Hiçbir varlık yok olmayacaktır. Çünkü Allah bakidir ve o her şeyi bekalaştırıp sonsuzlaştıracaktır." diyerek cevap verir. Evet, Onuncu Söz geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesi katiyetinde dünyadan sonra ahiretin ölümden sonra dirilmenin ispatını yapmaktadır.
Haşir Risalesi olan Onuncu Söz 1926'da yazılmıştır. Haşir Risalesi'nin yazılışı ile ilgili "Bediüzzaman Said Nursi'nin Entelektüel Biyografisi" adlı kitapta şunlar yazılıdır:
"Haşir ve Ahiret:"
"Said Nursî'nin Barla'ya geldikten hemen sonra te’lif ettiği ilk eser, âhiret hayatı ve yeniden dirilişi ele aldığı Onuncu Söz oldu. 1954 yılında, bazı talebeleriyle birlikte Barla'yı tekrar ziyaret ettiğinde, bu eserin nasıl yazıldığına dair bazı bilgiler vermişti. Barla'nın doğusunda yer alan ve Eğirdir Gölü'ne doğru uzanan yamaçlardaki bağ ve bahçelerde dolaşırlarken Said Nursî talebelerine şu bilgileri aktarmıştır:"
"Bundan otuz sene önce aynı bu mevsimde idi. Şu bahçelerde geziyordum. Badem ağaçlarının da çiçek açtığı zamandı. Birden,
"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine... Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir." (Rûm, 30/50)
(mealindeki) âyeti hatırıma geldi. Bu âyet o gün bana açıldı. Hem geziyordum, hem de bağıra bağıra bu âyeti okuyordum. O gün kırk defa okudum. Geldik, akşam, Şamlı Hafız Tevfik'le Onuncu Söz'ü te’lif eyledik. Yani, ben söyledim, Hafız Tevfik yazdı."
"Said Nursî, Risale-i Nur'un sonradan te’lif edilen diğer bölümlerinin aksine, Onuncu Söz'ü kısa zamanda matbaada bastırma imkânı buldu. Bin adetlik ilk baskı (1926), muhtemelen onun Doğu'daki eski talebelerinden olan Müküslü Hamza'nın gayretleri sayesinde İstanbul'da yapıldı. 1928'de bu eserin ikinci baskısı yapıldı. Mahallî tüccarlardan olan Bekir Dikmen, el yazması nüshayı İstanbul'a götürdü ve altmış üç sayfalık kitaplarla geri döndü. Bütün nüshaları kontrol edip hataları tashih eden Said Nursî, bu kitapları kısa zamanda etrafa dağıttı."
"Bunlardan bir kısmını mebuslara ve devlet memurlarına dağıtılmak üzere Ankara'ya gönderdi. Bediüzzaman'a göre, bu risalenin Ankara'ya gönderilmesi, Eğitim Komisyonu'nun cismanî haşri inkâr eden fikirlerin telkin edilmesine dair aldığı resmî kararla aynı zamana denk gelmişti. Komisyon çalışmalarında bulunan bir üye, bu konunun tartışıldığı bir toplantının ardından, yanında Haşir Risalesi olan bir meb’usla karşılaştı. Kitabı fark edince o meb’usa şöyle dedi: "Said Nursî, bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor." Bir süre sonra Kâzım Karabekir Paşa, Said Nursî'yi bu gelişmelerden haberdar etti. Bunun üzerine Nursî şu değerlendirmeyi yaptı:
"Kardeşim! Maarif Şûrası'nın böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenâb-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı."
"Kâzım Karabekir Paşa'nın Said Nursî'yi nasıl haberdar ettiği belli değildir. Fakat yeni yönetimin belirlediği eğitim politikasının, Türkiye'yi modern (Batı) medeniyet seviyesine çıkarmak için hazırlandığı, laik ve pozitivist ilkeler üzerine tesis edildiği, herkes tarafından bilinmektedir."
…
"Said Nursî, haşre ve ölülerin tekrar diriltilmesine dair te’lif ettiği bu risalesine büyük önem veriyordu. Bu risale, İbn Sina gibi bir dâhinin anlamakta aciz kaldığını itiraf ettiği bir iman hakikatini 'avama, hatta çocuklara izah eder' bir husûsiyete sahipti. Zira İbn Sina, 'Haşir, aklî mukayeseler ve ölçülerle açıklanamaz.' demişti."
"Bediüzzaman, 1930'ların başında yazdığı bir mektubunda, bu risalenin 'kıymetinin tamamıyla takdir edilmemiş' olduğunu söylemiş, 'Belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim.' demişti."
"Bu risale, hakikaten izahı çok zor meseleleri, çok basit ve açık bir şekilde ispatlamaktaydı. Peki, bu neticeye ulaşmak için Bediüzzaman nasıl bir yol izledi? Said Nursî, bir eserinde bu sorunun cevabını verir. Aşağıdaki cevap, aynı zamanda onun Risale-i Nur'da kullandığı tefekkür yöntemlerinin bir misâlini sunar:"
"Her bir Hakikat [eserin ana bölümünü oluşturan 'on iki hakikat'ın her biri], üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü'l-Vücud'un vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor..."
"En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkes, her Hakikat'ten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde, mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki:
"Bunlarda muntazam ef’al var. Muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyleyse bir faili var. İntizam ve mizanla o fail iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyleyse mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübrâ olacak."
İşte Hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar."
"Bu husus, Onuncu Söz'ün Hatime'sinin sonunda daha detaylı olarak izah edilir. Burada Said Nursî, haşre dair delillerin kâinata bakıldığında görülebilen İlâhî fiillere ve eserlere dayandığını açıklar. Bu İlâhî fiil ve eserler, aynı zamanda, İsm-i Âzam başta olmak üzere, Esmâ-i Hüsnâ'da yer alan her ismin en yüksek mertebesinin tecellisidirler. Bu yüzden de çok büyük ve muazzamdırlar:"
"Haşr-i âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i Âzamının ve her ismin azamî mertebesindeki tecellîsiyle zâhir olan ef’âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat'î iz'ân ve tahkîkî iman edilir."(1)
(1) bk. Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi'nin Entelektüel Biyografisi, s. 251, Etkileşim Yayınlar, İstanbul-2006.
Onuncu Söz, iki makamdan müteşekkildir. Birinci Makam'da, bir mukaddeme ile birlikte on iki suret; İkinci Makam'da ise yine bir mukaddeme ile birlikte on iki hakikat vardır. Birinci Makam'da geçen suretler, İkinci Makam'daki hakikatlerin temsilleridir. Yani Birinci Makam'daki suretler, İkinci Makam'daki hakikatler ile izah edilmektedir.
Bu sebeple bu eserin mütalaasında şu yol takip edilebilir:
Evvelâ Birinci Sûreti ve daha sonra Birinci Hakikati; sonra İkinci Sûreti ve İkinci Hakikati; sonra Üçüncü Sûreti ve Üçüncü Hakikati... Bu şekilde bir sûret ve bir hakikat şeklinde okunabilir.
Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Onuncu Söz, Risale-i Nurların içinde anlaşılması en müşkül eserlerden biridir. Üstadımız Onuncu Söz’de şöyle bir yol takip etmiştir:
Haşrin ispatına dair on iki hakikat vardır. Her hakikatte üç basamaklı bir yol takip edilmiştir:
Birinci Basamak: Birinci basamakta şu âlemdeki fiiller ve tecelliler nazara verilmektedir. Meselâ Birinci Hakikat'te “Sultan” isminin, İkinci Hakikat'te “Kerim” ve “Rahim” isminin, Üçüncü Hakikat'te “Hâkim” ve “Âdil” isimlerinin tecellileri gösterilmiştir. Bu tecellilere kimsenin itiraz etmesi mümkün değildir.
İkinci Basamak: Bu basamakta Üstadımız fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan mevsufa geçmiştir. Malumdur ki fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar da mevsufsuz olmaz. Demek her bir hakikat hem haşri hem de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Hatta Allah’ın varlığının isbatı, haşrin isbatından önce yapılmaktadır.
Üçüncü Basamak: Üçüncü basamakta o ismin âhiretin varlığını gerektirdiği ve o sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Bu basamak, âhiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.
Üstadımız her bir hakikatte öyle bir yol takip etmiştir ki, âhireti inkâr edebilmek için, şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. Üstadımızın takip ettiği bu yolu hakikatlerin izahı bölümünde daha net göreceğiz.
Buna benzer bir sual risalelerde yer almış ve Üstad Hazretleri bu konuda gerekli açıklamayı yapmıştır.
Biz sadece şu kadarını söyleyelim. Mantıkî deliller insanın aklını ikna içindir. İnsanda esas olan kalptir. Kalp imanın mahallidir. Üstad'ın da nazara verdiği gibi:
“... neticenin kayyumu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür.”(1)
Bir meseleyi teşbih, temsil ve hikâyelerle ders vermekte insanın kalbi ve his âlemi daha çok hisse alıyorlar.
Mazide bu yolu en güzel şekilde kullanan büyük zatlar çıkmıştır. Bunların başında Hazret-i Mevlâna, Şeyh Sa’di ve Feridüddin Attar gelir. Hz. Mevlâna birçok ince hakikatleri ve ahlâk derslerini hayvanları konuşturarak kalplere yerleştirir. Bu noktada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini diğer mürşitlerden ayıran en önemli özelliği, iman hakikatlerinin en derin meselelerini temsil yoluyla kalbe kabul ettirmesi, akla yaklaştırmasıdır.
On Dokuzuncu Söz'de, “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var:..” denilmiş ve bunlar kâinat, Kur’an ve Hazret-i Peygamber (a.s.m) olarak ortaya konmuştur.
İşte Üstad Hazretleri Rabbimizin ulûhiyetine ve rububiyetine dair çok ince ve derin hakikatleri kâinat kitabından temsiller getirerek anlatmış ve akla yakınlaştırmıştır. Takip ettiği bu yolun ehemmiyetini bizzat kendi ifadelerinden okuyalım:
“İlm-i Mantıkça çendan 'Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'î ifade etmiyor.' denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:
"Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: 'Güneş nuraniyet vasıtasıyla, bir tek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.' temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez."
"İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat'î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.”(2)
“Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.
(3) bk. Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.
Rum sûresinin 50. âyetinin meali şöyledir:
“Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye kadirdir.”
Gaybî olan ba’s ve haşir (dirilme ve mahşer meydanında toplanma) hâdiselerini akıllara yaklaştırmak için, bu âyet-i kerimede, yeryüzünün kışın ölüp baharda dirilmesi gibi herkesin görüp bildiği bir değişim nazara veriliyor.
Âyetin başında Allah’ın rahmet eserlerine bakmamız emrediliyor ve akabinde de yeryüzünün ölümden sonra dirilmesinin insanlar için ne büyük bir rahmet olduğu nazara veriliyor.
İnsan, hayatta iken kendi iradesiyle bir takım işler yapar, ama ölmüş bir kimseden hiçbir iş sudûr etmez. Eğer etse bu, Allah’ın bir mu’cizesi ve bir rahmet tecellisi olur; Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi gibi.
Kış mevsiminde aynen bir ölü gibi iradeden mahrum, yine bir ölü gibi kendinden habersiz ve donuk olan yeryüzü, bahar mevsiminin gelmesiyle yeniden hayata kavuşuyor.
İnsanın akşam uyuması (ki uyku ölümün küçük kardeşidir) sabah yeniden uyanması da bir haşir misalidir.
Her altı ayda bir insan vücudunun yenilenmesi ve tazelenmesi, insanın yılda iki defa ölüp dirildiğini gösteriyor.
Bahar, yeryüzünün “ba’s” yani dirilme mevsimidir. O mevsimin gelmesi için yerkürenin aylarca Güneş etrafında dönmesi gerekiyor. Bu ise ancak Allah’ın kudretiyle ve takdiriyle gerçekleşen çok büyük bir hâdise ve yine çok büyük bir rahmettir.
Yeryüzünü dirilten bir rahmet ve kudret, onda serilmiş olan bitkilerde de kendini gösteriyor. Üstad Hazretleri, bir ağaçta; “yaprakları, çiçekleri ve meyveleri cihetiyle üç çeşit haşir numunesinin sergilendiğini” nazara veriyor. Güz mevsiminde dökülen yapraklar bahar mevsiminde yeniden yaratılıyorlar. Yine bir önceki yılın çiçekleri ve meyveleri de ağaçtan kopup gittikleri halde yerlerine yeni çiçekler açıyor ve başka meyveler boy gösteriyor. İşte bir bahar mevsiminde haşrin ve dirilmenin böyle sayısız denecek kadar misallerini yeryüzünde sergileyen bir kudret, kâinatın meyvesi olan insanları da ölümlerinden sonra diriltecektir.
Meyvelerin dirilmeleri kendi kudret ve iradeleriyle değil, Allah’ın rahmet ve inayetiyle olduğu gibi, insanın da bu dünyadan göçtükten sonra kıyamet ve haşirle yeniden dirilmesi yine Allah’ın rahmetiyle olacaktır. İnsan, sanki kendi gücü ve kuvvetiyle dirilecekmiş gibi bu büyük hâdiseyi aklına sığıştıramayıp inkâra sapmasın. Çünkü onu yoktan yaratan rahmet sahibi Rabbi, öldükten sonra da yine rahmetiyle yeni bir âlemde hayat sahibi yapacaktır. İşte ayetin başında rahmete nazar etmemizin emredilmesi bu gibi mânalar ve hikmetler içindir.
Allah’ın esmâ-i hüsnasından biri olan “Muhyi”, “hayat verici, diriltici” mânasına gelir. Âyetin devamında, “Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye kadirdir.” buyuruluyor.
Cenâb-ı Hak, ihya edici, hayat verici ismini ruhta tecelli ettirdi ve onu hayat sahibi yaptı. Aynı ismi Âdem babamızın, balçıktan yaratılan bedeninde de tecelli ettirerek, o balçığa bitki hayatına benzer bir hayat lütfetti. Sonra, o bedene ruh vermek sûretiyle onu insan hayatına kavuşturdu.
Benzer bir icraatı da bizde sergilendi. Ana rahminde dört aya yakın bir zaman bitki hayatı gibi bir hayat sürüldükten sonra o bedene ruh ilka edildi. Böylece Muhyî ismi “o bedene hayat verme” şeklinde tecelli etmiş oldu. Ölümle ruh bedenden ayrılacak, beden ölümü tadarak toprağa, elementlere inkılap edecek, ruh ise hayat sahibi olmaya, kabir âleminde de devam edecektir.
Haşirde bedenler ruh sahibi olarak yeniden ve bir anda yaratılacaklardır. Her şeye kâdir olan Allah, buna da kâdirdir.
“Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker."
Hem o Sâni'-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz'ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihya eder.”(1)
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam.
Haşir, bütün insanların yeniden yaratılarak mahşer meydanında toplanmaları hâdisesidir. Ahiret ise, haşirle başlayan ebedî hayatın ismidir.
Her insan, bu fani dünya hayatından sonra, dünya ile ahiret arasında bir köprü olan berzah hayatına geçecek ve ba’s (yeniden dirilme) hâdisesiyle yeni bir beden giyerek mahşere çıkacak ve böylece yeni ve ebedî bir hayata başlamış olacaklar.
"İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder."(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
Haşir yeniden diriltilerek mahşer meydanında toplanması, neşir ise toplanan canlıların tekrar yayılması ve dağılması anlamına geliyor.
Aynı tabir dünyada da ve özellikle bahar mevsiminde canlıların dirilmesi yani haşredilmesi, zaman içerisinde de çoğalıp her tarafa dağılmaları anlamına gelmektedir. Evet, geçen yazdan kalan varlıkların bazı fertleri muhafaza ediliyor. Zamanı geldiğinde yani baharda, o baki kalan eserler âdeta haşredilir. O haşredilen ve diriltilen fertler de zamanla çoğalır ve her tarafa yayılır.
Demek neşir, dirilişin örneklerinin çoğaltılması yayılması her tarafta kesretle gösterilmesi anlamına geliyor. Evet, hikmet dünyası olan bu dünyada bile haşrin ve neşrin o kadar numunleri var ki, aklı başında olan herkesin kudret dünyası olan ahiretteki tekrar dirilişin inkârına cesaret edememesi gerekir.
Özetle, neşrin anlamı haşrin örneklerinin çoğaltılması ve yaygın hale getirilmesi anlamına geliyor...
a. Bir zaman iki adam...
Bu iki adamdan birisi mü’mindir, Cenab-ı Hakk’ı tanır ve O’nu tasdik eder; diğeri ise kâfirdir, Allah Teâlâ’yı tanımaz ve O’na inanmaz.
b. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır.
Ev, hane ve dükkân kapılarının açık bırakılıp malın ve paranın meydanda olması, kişinin bu âlemdeki eşya üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilmesinden kinayedir. Tarlanın mahsulünü toplarken, ağacın meyvesini koparırken, koyunun sütünü sağarken, tavuğun yumurtasını alırken onların hiçbirinden bir itiraz, bir direnme görmememiz, kapısı açık bırakılan bir dükkândan yahut evden bir şeyler almamıza benzetilmiş oluyor.
İşte imtihan sırrı sebebiyle, şu âlemdeki bir kısım eşyanın tasarrufu insanlara verildiği ve insan o eşyada dilediği gibi tasarruf edebildiği için, âdeta her şey sahipsiz gibi görünmekte ve dileyen haddini aşarak hırsızlık ya da gasp yapabilmektedir.
c. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.
Yani kişi bazen hayvanlara zulmediyor, bazen bir ormanı içindekiler ile beraber yakıyor ve bazen de bir memleketi harap ediyor; ama zulme maruz olan hayvanlar ve bitkiler, bu zulmü onun yanına bırakıyor ve ondan haklarını almıyorlar.
Hatta değil hayvanlar ve bitkiler, bir kısım mazlum insanlar bile zalimlere ilişemiyor; beşerî kanunlara sığınarak haklarını isteyenler de haklarını tam manasıyla alamıyorlar. Yani zalim izzetinde, mazlum zilletinde yaşıyor ve zâhiren ikisi de aynı şekilde bu dünyadan göçüp gidiyor. Hakikatin böyle olmadığı, bunun sadece işin zâhiri olduğu ileride izah edilecektir.
d. Diğer arkadaşı ona dedi ki: “Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın.”
İyi arkadaşın bu endişesinin sebebi, kötü arkadaşı sebebiyle bir musibetin gelmesi ve kendisinin de o musibetin içinde olmasıdır. Zira şu âyet-i celile, musibetlerin insanların işlemiş oldukları günahlar sebebiyle gönderildiğine bir delildir:
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Onlara yaptıklarının bazılarını tattıracağız, umulur ki onlar Hakk’a dönerler.” (Rum, 30/41)
e. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar.
Mîrî: Devlete ait, devlet arazisine mensup olan demektir. Vakıf malı ise: Başka bir şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek; menfaati hayır nevilerinden birisine ait olmak üzere bir mülkü ilelebet tevkif etmektir.
f. Fakat intizam şediddir.
Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen Kur’an’ın kendine has hükümleri ve bu hükümleri çiğneyenlere karşı cezaları olduğu gibi, irade sıfatından gelen kâinat kitabının da hükümleri ve bu hükümleri çiğneyenlere cezaları vardır.
Kâinat kitabının bir hükmü de intizamdır. Her şey bir intizam tahtında hareket ediyor; muhteşem yıldızlar bu intizama muhalefet edemiyorlar. Öyle ise sen de başıboş olamazsın. Bu intizamın hükmüne muhalefet edersen tokat yersin.
g. Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir.
Vakıf mallarının fıkhen belirli bir sahibi yoktur. Hatta bu sebeple İmam-ı Azam’a göre vakıf mallarından zekât vermek gerekmez, zira zekât kişiye farzdır; vakıf mallarının ise sahibi yoktur ve o mal kimsenin mülkü değildir. Misaldeki kişi de bu malın sahipsizliğine kastederek, dünyayı bir vakıf malına benzetmiştir.
h. Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olamaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?
Bir köy muhtarsız olmaz: Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de intizam hakikatidir. Madem bu âlemde karışıklık yoktur ve mükemmel bir intizam vardır. Göz önündeki şu hassas intizam, Allah'ın varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez.
Kur’an-ı Kerim, bu hakikate şu âyetiyle dikkat çekmiştir:
"O Allah ki yedi kat gökleri yaratmıştır. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir çatlak görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir ve bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir." (Mülk, 67/3-4)
Şu kâinattaki intizamı anlatmak için ilgili bilim adamlarınca ciltlerle kitaplar yazılmıştır.
Bir iğne ustasız ve bir harf kâtipsiz olamaz:
- Bir odaya bir kalem ile kâğıt koysak, ikisini tam bin sene baş başa bıraksak. Acaba tek bir "A" harfinin yazılması mümkün müdür? Bir tek harf katipsiz yazılamazken, şu kainat kitabındaki sayısız Rabbani mektuplar nasıl kendi kendine olabilir.
Veya, bir kâğıda “güneş” kelimesini yazsak, bunun kendi kendine yazıldığını hiçbir çocuk dahi kabul etmez. O halde sema sayfasında kudret kalemiyle yazılmış bulunan şu Güneş nasıl sahipsiz, Sani'siz, katipsiz olabilir!?.
i. Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi; kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur?
Buradaki şimendifer, seneye işarettir. Evet, bahar mevsimi öyle bir şimendiferdir ki, bir bahar mevsiminde dünyamıza gönderilen yiyecekleri eğer gücümüz olsa da vagonlarda toplayabilseydik, bu vagonların uzunluğu Dünya ile Ay arasındaki mesafenin 130 misli; Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 1/3’ü kadar olurdu. Böyle bir treni, üstüne oturtmak için şu andaki mevcut tren yollarının 40 misli uzunluğunda raylara ihtiyacımız vardır. Bu kadar kıymettar ve sanatlı olan mal, nasıl sahipsiz olur?
j. Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler nasıl mâliksiz olabilir?
Buradaki ilannameler, beyannameler,…, bayraklar ile kastedilen mâna, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine işaret eden delillerdir. Demek her bir delil bir ilanname, bir beyanname, ilahî bir turra, bir sikke, bir damga hükmündedir.
k. Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun.
Bu cümle ile kastedilen mana şudur: Mahlukların üzerindeki, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine ait bütün deliller, ancak iman sayesinde okunabilir ve görülebilir. Yani bu delilleri okumak isteyen ilk önce iman gözlüğünü takmalı ve eşyaya o gözlük ile bakmalıdır. Mahluklar üzerinde yazılan onca delil ancak bu şekilde okunabilir.
Demek, “Firengî okumuşsun!” sözü ile kastedilen mana, kişinin İslam yazıları olan ilahî delilleri görememesinden kinayedir ve eşyaya felsefe nazarı ile bakmayı temsil etmektedir.
l. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.
Buradaki “en büyük ferman” ile kastedilen “Kur’an-ı Kerim’dir.”
m. Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.
Hikâyedeki kişinin küfrü, küfr-ü mutlaktan küfr-ü meşkûka dönmüştür. Yani temsildeki kişi işin başında mutlak olarak kâfirdi ve Allah’ın varlığını inkâr ediyordu. Ancak daha sonra diğer arkadaşı ona Allah’ın varlığı hakkında izahlar yaptı ve deliller sundu. İşte bu izahları dinleyen o kişi, küfr-ü mutlakı bırakarak küfr-ü meşkûk olan şüpheli küfre döndü; yani Cenâb-ı Hakk’ın var olma ihtimalini kabul etti ve arkadaşına: “Benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder?” sualini yöneltiyor.
n. Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhâneleridir.
Burada zikredilen üç cümle de haşrin varlığına dair birer delildir. Şöyle ki:
Şu görünen memleket bir manevra meydanıdır: Manevra: Öğrenmek ve öğretmek maksadı ile nazarî bilgilerin tatbikini görmek gayesi ile yapılan muharebe oyunudur. Bu âleme bir manevra meydanı gözü ile bakıldığında, haşrin varlığının nasıl ispat edildiği “Altıncı Hakikat”te anlatılmaktadır.
Sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir: Bu cümlenin haşre olan delâleti “Dördüncü Hakikat”te anlatılmaktadır.
Muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir: Bu cümlenin haşre olan delâleti ise, “Altıncı Hakikat”in temsilinde anlatılmaktadır.
İnsan, kendine emânet olarak verilen duygu ve organlarını Allah için kullanırsa, değeri birden bine çıkar. Kendi hevâ ve hevesine göre kullanırsa, onları gasp etmekle emanete hıyanet etmiş olur.
Allah’ın yarattığı hârika eserleri sebeplere veren, balı arının, sütü ineğin yaptığını söyleyen insan da bu mucize eserleri gasbetmiş gibi olur. Zira, tabiata yahut tesadüfe verdiği bu eserlerin hepsi Allah’ın mülküdür, O’ndan başkasına isnat edilmeleri bir gasp ve hırsızlıktır.
Allah’ın yasakladıklarını yapmak, emrettiği şeyleri yapmamak da bir başka tür gasp ve hırsızlıktır. Burada insan Allah’ın birer emaneti olan kendi organlarını veya duygularını çalmış gibi olur. Meselâ, gözünü haramda kullanan insan gözü gasp etmiş demektir.
“Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarfedemezsin. Ve hâkeza kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazatı harama sarfetmekle manen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tazib edip katledemezsin.”(1)
(1) bk. Barla Lâhikası, 251. Mektup (On Beşinci Notanın Üçüncü Meselesi).
Zulüm, başkasının mülkünde onun rızası olmaksızın tasarruf etmektir. Mülk Allah’ındır. Hayra rızası var, şerre yoktur. O halde, haram dairesinde yapılan bütün işler “zulüm” kavramı içine girer. Şu var ki, insan bu dünyada işlediği zulümlerin cezasını ahirette çekeceği için, yaptığı bütün gayrimeşru işlerde kendi aleyhine çalışmış, kendi nefsine zulmetmiş olur. Altıncı Söz'de geçen “En kıymettar aletleri en kıymetsiz yerlere sarf edip nefsine zulmettin.” cümlesi bu gerçeği ders vermektedir.
Allah’ın birer memuru, birer askeri olarak O’ndan gelen emirleri harfiyyen yerine getiren bu mahlûkatın, zalim insanlara ilişmemeleri, emir altında hareket etmelerinden ileri gelmektedir. Yani, dünyada âhiret namına bir imtihan geçiren insana, cüz’î irade verilmesi ve işlerine müdahale edilmemesi, bu imtihanın bir gereği olduğu için mahlûkat o zalimlere ilişmemekte, işlerine müdahale etmemektedir. Yoksa Nuh tufanında arza ve semâya verilen emirler gibi her varlığa da emir verilmiş olsa idi, bu dünyada hiç kimse haram işleyemez, zulme giremezdi. O takdirde, insan kendi iradesini şerre sarf etmekten menedilmiş olacak ve bu dünya imtihanında ister istemez sadece hayır işleyecekti.
Örnekteki masumun belaya maruz kalmasını iki şekilde anlamak mümkün. Birisi, "Senin yaptığın bu hata ve zulümler buradaki düzeni bozuyor, dolayısı ile bizimde rahatımıza ilişiyor." Mesela, trafik kuralına uyulmadığı zaman bu hata karşıya da zarar verir, şahsi kalmaz. Kafirlerin dünyayı fesada vermesinden en çok müminler zarar görüyor.
Risalelerde bu konuya açıklık getiren çok manidar ve güzel bir rivayet nakledilir:
"İkinci Nokta: Hadîste var ki: 'Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır.' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler."(1)
Diğer bir mana, Allah bazen umumi hataları umumi cezalarla cezalandırıyor ki bu ceza esnasında ehli iman da zarar görüyor. Bu husus ayette şu şekilde belirtiliyor:
"Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir." (Enfal, 8/25)
(1) bk. Emirdağ Lahikası-I, 14. Mektup.
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, Aziz ve Hakîmdir." (Fetih, 48/7)
Âyette geçen “cünûdullah”, Allah’ın orduları -askerleri- demektir. Asker ve memur kelimelerinin ortak yanı, her ikisinde de bir makamdan emir alınması ve ona göre hareket edilmesidir. Asker, kumandanının, memur da amirinin emri altındadır.
Sualde geçen “ahâli” kelimesi, yeryüzünde vazife yapan varlıkların tümünü içine alır. Her varlık Allah’ın emri ile vazife görmektedir. Her varlığın Allah’ı tesbih etme, O’nun isimlerine ve sıfatlarına ayna olma gibi birinci dereceden vazifeleri yanında, insanlara hizmet etme, onların ihtiyaçlarına cevap verme gibi ikinci derece vazifeleri de vardır. Bu vazifeler, bir askerin kendi vazifesi dışında, kumandanının emriyle, icra ettiği sivil işlere benzetilmiştir.
“ وَ ِللّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i küllîyenin vücuduna delalet ederler.”(1)
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua (Ayetü’l-Kübra).
Bu temsildeki “telefon ve memurlar”, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkatı murakebe etmesine kinayedir. Evet, Allah “basar” sıfatı ile her şeyi gördüğü gibi, sonsuz ilmi ile de her şeyi bilmektedir. Hiç kimse O’ndan saklayıp gizleyemez.
Temsildeki telefon ve memurlar bu muazzam “basar” hakikatinin hizmetçilerine işaret ediyor. Meselâ, sağ ve sol omuzlarımızda iki memur olan “Kirâmen Kâtibin” melekleri her fiilimizi ve her amelimizi kaydediyorlar.
Taberâni'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte; “Her insana üç yüz altmış meleğin nezâret ettiği ve insanı koruma altına aldıkları kaydedilmektedir.”(1)
Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmektedir:
"Muhakkak sizin üzerinizde gözetici (hafız) çok şerefli yazıcılar vardır ki, bunlar yaptığınız amel ve işlerin hepsini bilirler." (İnfitâr, 82/10-12)
"Hatırla ki insanın hem sağında hem solunda oturan ve onun amellerini tesbit etmekte olan iki de (melek) vardır. O bir söz atmaya dursun mutlaka onun yanında hazır olan gözcü (melek) vardır." (Kâf, 50/17-18).
“Ve keza dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a'mallerini, ef'allerini, hizmetlerini, hacetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden her bir hâdise ve her bir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfzederse; elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücazatın vukua geleceğine kat'î bir surette delalet eder.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Süyûti, ed-Dürrü'l-Mensur, 4/615.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar.
Miri malı, devlete ait olan ve devletin işlettiği binalar, araziler ve işyerleridir. Şahıslar bu mallarda devletin izni olmadan veya belli bir ücret ödemeden tasarruf edemezler.
Vakıf malı ise, hayır için vakfedilmiş ve özellikle fakir insanların ihtiyaçlarına arz edilmiş şeylerdir. Bu mallardan faydalananlar karşılığında bir ücret ödemezler.
Misaldeki şahıs, bu dünyada onun istifadesine sunulan mahlukatı vakıf malı gibi görür, yani onları kullanmasına, onlardan faydalanmasına karşılık kendisine hiçbir görev düşmediği zannındadır. Onun için dünya nimetlerini şükür ve ibadet etmeksizin istediği gibi tüketebileceği vehmine kapılmıştır. Arkadaşı kendisini ikaz ederek, bu nimetlerin karşılıksız tüketilemeyeceğini, ücretlerinin de Birinci Söz'de ifade edildiği gibi “Zikir, fikir ve şükür” olduğunu kendisine anlatır.
Bu üç meselenin tam izahı Nur Külliyatının tamamıdır. Şöyle ki;
"Bir köy muhtarsız olmaz.” cümlesi, “Sultan-ı Kâinat birdir.” hakikatini ders vermekte ve bu konudaki bütün devhid derslerini hatırlatmaktadır.
“Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz.” cümlesi, eşyanın kendi kendine olamayacağına, sebeplerin ve tabiatın müessir olmadıklarına dair bütün derslerin çekirdeği gibidir.
“Bir harf kâtipsiz olamaz.” cümlesi, kâinatı bir kitab-ı kebir, varlıkları mektubât-ı Rabbaniye olarak takdim eden bütün Nur derslerini hatırlatmaktadır.
Şöyle bir misal verelim:
Evinize gittiğinizde mutfakta çok güzel bir yemek ve yanında da mükemmel bir pasta varsa, aklınıza ilk ne gelir; annenize, eşinize teşekkür etmek değil mi?
Ama yanındaki arkadaşınız dese ki, "Ya annene boşuna teşekkür etme, bence bu yemek ve bu pasta ya kendiliğinden olmuş ya da şu mutfak içindeki araç ve gereçler kafa kafaya verip bu yemeği pişirip bu pastayı hazırlamışlar."
Senin arkadaşına tepkin ne olur? "Be ahmak arkadaşım, böyle güzel bir yemeğin, böyle enfes bir pastanın elbette usta bir aşçısı, beni düşünen şefkatli bir hazırlayıcısı vardır!.." demez misin?
Hele ki ocağın, kaşığın, bıçağın, tuzun, şekerin kafa kafaya verip yemek ve pasta olmaları daha mantıksız daha komik bir iddiadır.
Şayet sen de ahmak arkadaşın gibi, o yemeği ve o güzel pastayı tesadüfe ya da mutfak araçlarına verirsen, annen sana gücenmez mi, sana gönül koymaz mı, hatta nankörlüğünden dolayı seni cezalandırmaz mı?
Basit bir yemek ve pastayı tesadüfe ve sebeplere veremezken, kâinattaki o muazzam eserleri, sanatları, düzeni, sebze ve meyveleri tesadüfe ya da sebeplere vermek ahmaklık değil de nedir acaba!
Ayrıca Üstad Hazretleri,
"Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?"(1)
gibi ifadelerle aynı manayı, benzer kelimelerle Risalelerin çok yerlerinde açıklığa kavuşturmuştur.
İşte bu cümleler ile "Şu kâinat ve içindekilerin bir ustası bir sahibi bir yaratıcısı vardır." denilmektedir.
(1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, Beşinci Burhan.
Öncelikle şunu ifade edelim; temsil, teşbih, analoji gibi edebî sanatlar, hakikatleri akla yaklaştıran ve daha iyi anlaşılmasını sağlayan birer vasıtadırlar. Bu vasıtaların her noktasını hakikate aynen tatbik doğru değildir.
Meselâ, "Aslan gibi adam." denildiğinde, aslan benzetmesi ile bu adamın güçlü ve cesur olduğuna dikkat çekilir. Birisi kalkıp "Ama aslan yırtıcıdır." diyerek bu benzetme sanatına itiraz edemez. Çünkü benzetme sanatında asıl maksad belli bir noktanın nazar-ı dikkate sunulmasıdır, birebir mukayese yapmak değildir.
"Bir köy muhtarsız olmaz." misali, bir yerde mükemmel bir ahenk varsa ve bunun emareleri her yerde görülüyor ise, o yerin mükemmel bir idareci tarafından yönetildiğine işaret eder. "Ama aslan yırtıcıdır." demek, cerbeze yapmaktır.
Teşbihin asıl noktası ve ana teması bu münasebet ve alâkadır...
İnsanların inkâr etmelerinin birçok sebebi vardır, biz bazılarına kısaca işaret edelim.
İkinci Lem’ada güzelce izah edildiği gibi “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”(1) Günahlara, terkine imkân bulamayacak derecede müptela olmak küfrün en birinci sebebidir. Günahı terketmeye yanaşmayan nefisler küfrü kabule hazır hale gilmişlerdir. Bu konuda İkinci Lem’ada üç önemli misal verilmiştir.
Bir kısım insanlar ise, iman ve ibadetteki cüz’î külfeti gözünde büyütüp, nefsin yalancı ve geçici hürriyetine aldanarak imâna yanaşmıyorlar.
İnsanların bir kısmı, ya inat ya menfaat gibi sebeplerle imana yanaşmak istemezler. Meselâ, Ebu Talib'in Mekke eşrafı tarafından ayıplanma korkusu iman etmesine mani olmuştur. Hâlbuki o, birçok delili ve mu’cizeleri gözleriyle görmüştü.
Bir kısım insanlar ise, kendi örf ve âdetlerine körü körüne tabi oldukları için, hak ve hakikati kabullenmekte zorlanıyorlar. Yani atalarının dinini Allah’ın dinine tercih ederler.
Yeryüzünde yaşayan her insanın inkâr etme sebebi birbirinden farklı olabiliyor. Hâlbuki imanın gerekçesi tek ve birdir ve hiçbir yerde değişmez.
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, ... ”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, İkinci Lem’a.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz.
Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri manevî birer hazinedirler. Esmâ-i hüsna için “künuz-u mahfiye” tabiri kullanılır. Meselâ, Rezzak ismi bir hazinedir, bütün rızıklarda o isim tecelli etmekte, dolayısıyla bütün rızıklar o gizli hazineden gelmektedir.
Bütün bu isimler gaybîdirler, yani maddî gözümüzle görünmezler.
Bu dünyada muhtaç olduğumuz şeyler fabrikalarda imal ediliyor, daha sonra çeşitli nakil vasıtalarıyla bize ulaştırılıyorlar. Burada nakliye için “şimendifer” örnek olarak verilmiş.
Dünya nimetlerinin var edilmeleri buna benzemez. Bunlar başka ülkelerden değil, Allah’ın gaybî hazinelerinden gelmektedirler.
“Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara...”(1)
Bütün taifelerin, yani canlı türlerinin muhtaç oldukları gıdalar bahar vagonuna, herhangi bir istasyondan yahut limandan yüklenmiyorlar. Bahar, bir ilâhî kanun. O mevsim geldiğinde ağaçların içinden yapraklar çıkmaya başlıyorlar; bunu çiçeklerin açması ve meyvelerin çıkması takip ediyor. Ne yapraklar, ne çiçekler, ne de meyveler ağacın gizli bir bölmesinde depo edilmiş değiller. Bunlar Allah’ın gaybî hazinelerinden geliyorlar, yani ilâhî fiillerin icraatıyla ve ilâhî isimlerin tecellisiyle bu nimetler yeniden yaratılıyorlar.
(1) bk. Şuâlar, On Birinci Şua, Altıncı Mesele.
Kur’an'ın ilk emri “Oku”dur. Bu emrin verildiği ayette okumanın nasıl yapılacağı da açıklanmıştır: “Allah’ın adıyla.”
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 96/1)
Nur Küllîyatı'nda Kur’an için “Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezelîyesi,..”(1) ifadesi kullanılır. Kâinatı, “Yaratan Rabbinin emriyle” okuyanlar, ondaki esmâ ve sıfat tecellilerini, ilâhî hikmetleri ve rahmetleri okurlar.
Bu muhteşem ve muntazam âlemi, yaratıcısını hiç nazara almadan okumaya kalkanlar, ondaki gerçek manadan çok uzak kalırlar. Sadece, eşyanın insana ne gibi faydalar sağladığıyla ilgilenir ve mahlukata menfaatleri derecesinde değer verirler.
"Firengi okumak" ifadesiyle, sadece Latin alfabesini bilen ve onunla yazılmış kitapları okuyabilen kişiler kastediliyor. Bu kişiler, İslâm yazılarını okuyamadıkları gibi, inançsız, materyalist, tabiatperest,., kişiler de bu kâinat kitabını gerçek manasıyla okuyamazlar. Onu ve içindeki olayları “madde, tabiat, kuvvet, kanun, tesadüf” gibi şeylere verirler. İşte onların bu hali, “Firengi okuyup İslâm yazılarını okuyamamak”(2) şeklinde ifade edilmiştir. Yani, bu kimseler, bu varlık âleminin ifade ettiği İlâhî hikmetleri anlamaktan uzak kalmışlardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Mukaddime.
(2) bk. age., Onuncu Söz.
Bu gibi temsillerin her köşesini ve noktasını Üstad Hazretleri bizzat açıklamayıp akla kapı açıyor ve okuyanın tefekkür kuvvesine havale ediyor. Bunun sebebi, okuyan kişinin düşünce ve tefekkürünü geliştirmek ve faal (etkin) okuyucu olmasını temin etmektir. Yani Risale-i Nurlar muhatabının fikir ve düşünce dünyasını tahrik ve etken kılıyor ki, hareketli ve bereketli olsun.
Bazı mutaassıpların iddia ettiği gibi, Risale-i Nurlar düz okunup geçilemez ve vird gibi telakki edilemez. Üstad Hazretleri bu hususa çok yerlerde şöyle işaret ediyor:
"Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettinse, hakikat-i dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac et."(1)
"Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaiki fehmettinse, hakikati ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini de sen istihrac et."(2)
"O sersem döndü, dedi: 'Haydi, padişah var. Fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor."(3)
Bu ibareler aslında bütün Onuncu Söz'ün genel sorusu ve bütün Risale de bu sorunun cevabı gibidir. Zira insan şu dünya hayatında başıboş ve gayesiz değildir. Halbuki “Fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder?” ibaresi ve itirazı, başıboşluğa ve gayesizliğe işaret ediyor. Yani zımni olarak maddeciliğe ve ahireti inkara atıfta bulanan bir soru ve itirazdır. Zaten bu soru ve itirazın akabinde, cevap olarak suretler geliyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.
(2) bk. Nurun İlk Kapısı, İkinci Ders.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz.
"Temelsiz" ifadesi burada, devamı olmayan ve gelip geçen anlamında kullanılıyor, yoksa esası ve hakikati olmayan anlamında değilr. Zaten muvakkat (gelip geçici) kelimesi bu mânayı tekid etmektedir.
Misafirhane kelimesi de temelsizliğe işaret eder, yani insan bir misafirhanede temelli olarak kalıcı olamaz.
Ayrıca âhireti inkâr ederek sadece dünya hayatına hasr-ı nazar edenler, temeli ve esası olmayan bir şeye bağlanmış oluyorlar; sonları hüsran olmaktan başka bir şey değildir. Halbuki dünya, âhiret ile mâna kazanan bir memlekettir. Dünya ile âhireti beraber mülahaza etmeyenler için, dünya esassız ve temelsizdir.
Bir hadis-i şerifte, “Dünya ahiretin tarlasıdır.”(1) buyrulur. Buna göre dünya tarlasına “zaman” ekilmektedir. Bu dakikalar hayırlı işlere harcandıklarında değer kazanacaklar ve cennet meyveleri vereceklerdir.
(1) bk. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 412.
"Dolar" kelimesi, mahlûkatın hiçten ve yoktan, varlık âlemine çıkmasını ifade ediyor. "Boşanır" kelimesi ise, varlık sahasına çıkan, manasını ifade eden ve vazifesini bitiren mahlûkatın dünya hayatından terhis olmalarını ifade eder.
Bahar mevsimi ile varlık sahasına "dolan" nebatat ve hayvanat taifeleri, sonbahar mevsiminde tekrar ölüm vasıtası ile "boşalır" giderler, tâ ki, arkadan gelenlere yer açılsın.
İşte zaman nehrinde, varlık sahasına gelen mahlûkat, kâinatı doldurur, vazife ve mânasını ifade ettikten sonra, tekrar başka varlık âlemlerine boşalarak, kâinat sahasını arkadan gelen varlıklara devrederler.
Bu tâbir iki türlü anlaşılabilir: Birincisi; bu dünyadaki mahkemeler “mahkeme-i suğra” kabul edilmiş ve mahşerde, o büyük hesap gününde, sonu ebedî cennet yahut ebedî cehennem olan o büyük mahkeme ise “mahkeme-i kübra” olarak isimlendirilmiştir.
Diğer mana ise; insan, kabir âleminde sorguya çekilecek ve o âlem kendisi için, hadis-i şerifte haber verildiği gibi, “ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukur”(1) olacaktır. Bu ilk sorgu da bir nevi mahkemedir ve “mahkeme-i suğra” olarak düşünülebilir.
(1) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26; el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76; el-lalekâî, İtikadu ehli’s-sünne, 1/156, 158, 166-Şamile.
Risalenin tümünü sırayla okurken, böyle bir yolu takip etmeyi şahsen tavsiye etmeyiz. Eser nasıl yazılmışsa, o sıraya göre okunmalı.
Ancak, bir sûreti mütalaa ederken, onda daha ne gibi ince mânalar bulunduğunu öğrenmek üzere o sûretin hakikatine bakılabilir. Bununla da yetinilmeyip konuyla alâkalı başka Risalelere de müracaat edilebilir. Ancak, bu müracaatların muvakkat olması, asıl konuya hemen dönülmesi gerekir.
Önce şunu ifade edelim: İman gayb için söz sonusudur.
Bakara Suresinin ikinci âyetinde Kur’ânın muttakiler için, yani Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol gösterici olduğu beyan edildikten sonra bir sonraki ayette, “Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.” (Bakara, 2/3) buyurulur.
İmanın bütün rükünleri gibi ahirete iman da gayba imandır. Ancak, imanın diğer rükünleri gibi ahireti iman kanusunda da insan aklını kabule sevkedecek sonsuz deliller vardır. Bunlara iman edenler dünya imtihanını kazanarak cennete layık bir kıymet alırlar. Şahsi fikrini ve batıl inancını ölçü alarak iman etmeyenler ise ebedî azaba müstehak olurlar. Bu konuda tercih insana bırakılmıştır.
Ahirete imanı akla zıt görenler için www.sorularlaislamiyet.com sitemizde yayınlanan “Din ve akıl arasında bir çelişki söz konusu mudur?” yazısından sadece bir bölüm naklediyoruz. Tümüne bakılmasını tavsiye ederiz.
“Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet, aklın tek başına idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme yeteneğine sahip olduğu gibi Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşfedemediği noktalar da çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile her şeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir."
"Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin."
"İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir. Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:
"Fikrin sönük ise; Kur'an'ın güneşi altına gir, imanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir."
"İslâmiyet'in temel fikir olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir."
Haşir Risalesi olan Onuncu Söz, Cenâb-ı Hakk’ın isimleriyle âhiretin varlığını ispat ediyor.
Bu risalede, "Allah’ın her bir isminin âhireti iktiza edip istediği" fikri ile âhiret ispat ediliyor. Bazı isimlerin numune olarak takdim edilmesi, diğer isimlerin âhiretin varlığını gerektirmediği ve ona işaret etmediği mânasına gelmez.
Bazı isimlerin âhireti iktiza etmesi dolaylı ve üstü kapalı olduğu için, kuvvetli bir tefekkür ve dikkatli bir nazarla bakmak gerekiyor. Mânalar bir örgü gibi zincirleme gittiği için, onu takip etmekle neticeye varılır. İsmin böyle olması, o ismin âhireti iktiza etmediği mânasına gelmez.
Bu konuda şöyle düşünebiliriz: Cenab-ı Hakk'ın zati isimlerinin ahirete delaletleri fiili isimlerin delaletleri kadar açık değildir. Mesela, Rezzak fiili bir isimdir, terzik yani rızıklandırma fiiline dayanır. Bu isim ebediyen tecelli edecektir ve ahiretin vücudunu gerektirir. Ama, Kadim isminde bu manayı açıkça göremeyebiliriz. Allah Kadim’dir, yani evveli yoktur. Ondan başka her şey hadistir, sonradan yaratılmıştır. Dünya ve ahiret yaratılsa da yaratılmasa da Allah’ın Kadim ismi noktasında bir fark olmaz. Zira, bu isim hiçbir şeyde tecelli etmez ve O’ndan başka kadim yoktur.
Ancak Üstad'ın “Biz fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz.”(1) cümlesiyle ifade ettiği ve İnsan Penceresinde de güzelce işlediği gibi, bazı isimler zıtlarla bilinir. Kadim ismi doğrudan tecelli etmemekle birlikte, hadis olan yani sonradan yaratılan bütün varlıklar o isimden haber verirler. Bu ise hem dünyada hem de ahirette ebediyen tahakkuk edecek bir hakakittir.
(1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.
Cennet ve cehennemin vücudu; Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz'de çok geniş bir şekilde izah ve ispat edilmiştir. Konunun uzunluğundan dolayı hepsine cevap vermemiz mümkün değildir. Lakin özet olarak birkaç misali ifade edelim.
Âhiret, yani cennet ve cehennem hayatının yaratılmasının en büyük sebebi Allah’ın isimlerinin iktiza etmesidir. Yani Allah’ın her bir ismi âhiretin varlığını iktiza ediyor.
Meselâ: Allah’ın Adl ismi kâinattaki sonsuz adâlet tecellisi ile hem Allah’ın varlığını ispat eder, hem de âhiretin vücudunu iktiza eder. Zira bu dünyada mazlum hakkını almadan, zâlim de cezasını çekmeden göçüp gidiyorlar. Hâlbuki nihayetsiz adâlet bu haksızlığa müsaade etmez, demek bunların hesabının görüleceği başka bir diyar vardır. Yani Allah’ın sonsuz adâleti ahiretsiz olmaz.
Cenâb-ı Hakk’ın diğer bütün isim ve sıfatları da ahiret hayatının lüzumunu ve varlığını ispat etmektedir.