Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Dördüncü Suret Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:48    Güncellendi: 21.02.2025 21:48

Dördüncü Suret Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Dördüncü Suret'te, hadsiz sehavet ve hesapsız hazineler ve antika sanatların; Cenâb-ı Hakk'ın kemalatını, cemal-i manevîsini ve hüsn-ü mahfisinin letaifini gösterdiği ifade ediliyor. Bu cümleyi misallerle açar mısınız?

Kemal, “üstün olma, en ileri derecede bulunma, noksansız olma” gibi mânalar ifade eder. Cemâl ve hüsün kelimelerinin her ikisi de “güzellik” olarak tercüme edilir. Çoğu kez birbirinin yerine kullanılırlar.

Ancak, uygulamada "cemâl" kelimesi genellikle, sima güzelliği için, "hüsün" ise ahlâk ve mâneviyat güzelliği için kullanılır. Hüsn-ü ahlâk denir de cemâl-i ahlâk denilmez. Öte yandan Kur’an-ı Kerim'de, ilâhî isimler için esmâ-i hüsna tâbiri kullanılır. Bu isimlerin hepsi cemildir de.

“...Onun ile bütün esması cemîle bir Cemil-i Zülcelâl'i ve bir Mahbub-u Lâyezalî'yi ve bir Mâbud-u Lemyezel'i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.”(1)

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi Cemîl’dir. Cemil güzel demek. O’nun mukaddes Zât’ı mahlûkata benzemediği gibi güzelliği de mahlûkatın güzelliğine benzemez ve idrak edilmez.

Manevî güzellikler ancak tezahürlerle bilinebilir. Sehâvet yani cömertlik güzel bir sıfattır ve manevîdir. Muhtaçlara yardım edilmesi bu sıfatın bir tezahürüdür. Biz o yedirilip içirilen ve bütün ihtiyaçları görülen fakirlere bakarız da onlara bu yardımda bulunan zâtın sehâvetini görürüz. Yani, o manevî güzellik bu maddî elbiselerde, yiyeceklerde kendini gösterir.

Üç milyondan fazla bitki ve hayvan türü olduğundan söz ediliyor. Bunların da birçok cinsleri var. Hurma bir türdür, yetmişten fazla cinsi olduğu söyleniyor. Bu cinslerin fertlerini ise saymak mümkün değil. İşte, hayvan olsun bitki olsun, bu kadar çok muhtacı her gün rızıklandırmak sonsuz bir rahmet ve sehâvetten haber verirler. Bu ise bir cemâl-i manevîdir, hüsnü mahfidir, yani gizli güzelliktir.

Maddeden münezzeh olan Allah’ın Zât’ının güzelliği gibi, sıfatlarının, isimlerinin güzellikleri de mânevî güzellik tâbiriyle ifade edilir.

Bütün canlılarda kendini gösteren rahmet ve sehâveti, bir de zaman boyutunda ele alalım. Bu kadar varlıklar, tâ ilk atalarının yaratıldığı günden beri rızıklanıyorlar, bütün ihtiyaçları en mükemmel şekilde görülüyor. Meselâ, her birine ikişer göz takılıyor, ikisi de mükemmel. Ayakları, kanatları, sindirim ve solunum sistemleri mükemmel. Ciğerleri, mideleri mükemmel. Bunların her biri hem en büyük bir ihsan, hem de en antika bir sanat ve taklidi mümkün olmayan birer mu’cizedirler.

Her akıl şüphesiz tasdik eder ki, kıyamet kopmasa bu sehâvet ebediyen devam eder, bu antika sanatların da sonu gelmez. Yani “sonsuz bir sehâveti, sonsuz hazineleri, sonsuz antika sanatları” her akıl kabul eder. Bunlar ise sonsuz bir kemalden ve yine sonsuz bir rahmetten haber verirler.

Haşirle yeniden diriltilip mahşer, mizan ve sırat safhalarından sonra ebedî saadete erecek mü’minler ise sonsuz değil, sınırlıdırlar, sayısız değil, mahdutturlar. Sonsuza rahatlıkla “evet” diyen akılların, bu sayılı fertlerin yeni bir hayata kavuşup Allah’ın âhiretteki sayısız nimetlerinden faydalanmalarını da rahatlıkla kabullenmeleri gerekir.

Son olarak şunu da ilave edelim:

Bütün bu nimetler ve ihsanlar “hesapsız  hazineler”den geliyorlar. Bu hazineler ise bildiğimiz maddî hazineler gibi değil. Allah’ın her bir ismi bir manevî hazine gibidir. Bu “künuz-u mahfiye”den (gizli hazinelerden) sonsuz varlıklar  yaratılmaktadır. Meselâ, Muhyi (hayat verici) ismi bir hazinedir, insanların hayatından, meleklerin hayatına, hayvanların hayatlarından, bitkilerin yarı canlılıklarına kadar bütün hayatlar o hazineden gelir.

Diğer isimler de aynı şekilde değerlendirilebilir.

Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz ismi hadis-i şerifte sayılmıştır. Cevşen-i Kebir'de bin bir isim zikredilmiştir. Bazı zatlar, ilâhî isimlerin sonsuz olduğunu söylerler. Üstad'ın, “hesapsız hazineler” demesi bu görüşün desteklenmesi olarak da kabul edilebilir.

(1) bk.  Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Altıncı Pencere.



2. "Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, 'Maşaallah' deyip müşahade edicilerin başlarında teşhir ister..." cümlesini açar mısınız?

"Gizli, kusursuz kemal ise, takdir edici, istihsan edici, 'Maşaallah' deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle görmek; biri muhtelif aynalarda bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister."(1) 

Allah’ın zatı, şuunatı, sıfatları ve esmâsı sonsuz kemaldedir. Bu sonsuz kemal ise sonsuz bir şekilde görünüp takdir edilmek ister. Bu takdir, tahsin ve hamd manalarını melekler alemi daima ifa etmiş olsalar da bu noktada insanın o üstün istidadının ayrı bir yeri vardır. Bütün melekler bir araya gelseler, bu üstün görevi bir peygamberin yaptığı kadar yerine getiremezler.

Hâl böyle olunca, Allah insan nevine, özellikle de kâmil insanlara, ebedî bir hayat bahşediyor ki, daima O’nun kemal ve cemalini takdir ve tahsin etsinler.

Bu da ancak âhiretin vücudu ve kurulması ile mümkündür.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dördüncü Suret.



3. Cenab-ı Hakk'ın kendi cemalini iki vecihle görmek istemesinden, yani biri muhtelif ayinelerde bizzat müşahede etmesinden, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmesinden maksat ne olabilir?

Allah, “Ganiyyün-anil-âlemîn”dir. (bk. Âl-i imrân, 3/97). Bütün âlemlerden müstağnidir. Yani yokluktan varlığa çıkardığı, yaratıp terbiye ettiği, her türlü ihtiyaçlarını gördüğü şu mahlukatın hiçbir şeyine Allah’ın muhtaç olmadığı açık bir gerçektir.

- Allah, Samed'dir. Yani, her şey ona muhtaçtır, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir.

- Allah, Vücibü’l-Vücud’dur. Mahlukatın vücutları (varlıkları) mümkin sınıfına girer; yani olmalarıyla olmamaları müsavidir. Allah’ın irade etmesiyle yokluktan kurtulup varlık nimetine kavuşurlar. Mümkinin varlığı vacibin varlığına nisbeten zayıf bir gölgedir. Bu zayıf gölgelerin varlıkları gibi, tefekkürleri, temaşaları, takdir ve tahsinleri de Cenab-ı Hakk'ın kendi cemal ve kemalini bizzat müşahede etmesi yanında gölge makamında kalırlar.

- Allah’ın zatı mahlukata benzemediği gibi görmesi, temaşası, sevmesi, gazap etmesi, takdir etmesi de mahlukatınkine benzemez.

Bu gerçeklerin ışığında, “Cenâb-ı Hakk'ın kendi cemalini iki vecihle görmek istemesi” bir ihtiyaç olarak değerlendirilemez.

Şu var ki, Allah’ın zatı hiçbir şeye muhtaç olmamakla birlikte isimleri tecelli isterler. Buradaki istemek ifadesi “esma” içindir.

"Şâfi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor." (Lem’alar, İkinci Lem’a.)

Hadis-i kutside haber verildiği gibi, “Allah vardı, hiçbir şey yoktu.” (bk. Buhari, Bed’u’l-halk, 1; Megâzî, 67.)

Hiçbir canlı yok iken, hiçbir rızık yaratılmamış iken de yine Allah Rezzak’tı, rezzakiyet onun bir şe’niydi. Ancak bu isim henüz tecelli etmemişti. İşte Rezzak ismi, tecelli etmek için rızıkların yaratılmasını, onlara muhtaçların da yaratılmasını ve bu rızıkların o muhtaçların imdadına gönderilmesini istedi. Cenab-ı Hakk'ın Rezzak ismine sahip olmasıyla tecelli etmemesi ayrı şeylerdir.

Yani Allah zatında ve ezeli olarak rezzakiyete sahip olmakla birlikte mahlukatın ve rızka muhtaç olanların ortada bulunmaması, bu ismin halk âleminde görünmemesine ve başkaları tarafından da okunmamasına yol açar. Oysa Allah -aşağıda da meşhur bir hadisi kudside ifade edileceği üzere-  bilinmeye muhabbet ettiğinden bütün isim, sıfat ve şuunatının da bilinmesini irade etti. Böylece rızka muhtaç varlıkları da Rezzak ismiyle rızıklandırıp, bu ism-i şerifin tecellisine de yol açmış olsun. Mesela bir marangoz ustasının çok güzel mobilya yapabilecek sıfata sahip olduğu hâlde, mobilya yapmamasıyla o ünvanının görünmemesi gibi. Marangozluk sıfatı var, ama tecelli olmadığı için görünmez ve okunmaz. 

Aynı şekilde, Müzeyyin ismi de tecelli istedi. Böylece ziynetli, süslü varlıklar yaratıldı.

Hakîm isminin tecellisiyle mahlûkat âlemine hikmetler, mânalar, faydalar takıldı.

Allah, rızka muhtaç canlılar yarattığı gibi, güzellikten, hikmetten, faydadan anlayan idrak sahibi varlıkları da yarattı. Canlıların rızıklanmaları gibi idrak sahiplerinin anlamaları da onların kendi menfaatlerinedir ve Allah’ın kendilerine bir lütfu, bir ihsanıdır. Allah; “Lâtif ve Muhsin” isimlerinin tecellisiyle bu varlıklara bu ikramlarda bulundu.

Bunların hiçbirine Allah’ın, zatı itibariyle muhtaç olmadığı her aklın rahatlıkla tasdik edeceği açık bir hakikattir. Esmanın tecelli istemesi ise ayrı bir meseledir; bunları birbirine karıştırmamak gerekir.

Şimdi aklımızla vicdanımıza birlikte seslenelim:

Rezzak olan Allah, rızıkları yaratmasaydı mı daha iyi olurdu, yoksa yaratması mı iyi oldu?

Muhyi olan Allah, hayat sahiplerini yaratmasaydı mı iyi olurdu, yoksa yaratması mı iyi oldu?

Allah, lütfuyla bu ikinci şıkkı irade etti ve mahlukatı yarattı.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de mahlûkatı yarattım.” (bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2/132.)

hadis-i kutsisi bu hakikatin en güzel ifadesidir.

Bazı Hak dostları, bu hadis-i kutsî ile “Rahmetim gazabımı geçti.” (bk. age., 1/448.) hadis-i kutsisini birlikte değerlendirir ve derler ki, “Allah bu âlemi yaratmasaydı esmasını tecellisiz bırakmış ve o tecellilerle varlık sahasına çıkacak nice varlıkları da yokluğa mahkûm etmiş olurdu.” Rahmeti gazabını geçtiği için, bilinmek istedi ve bu mahlukatı yarattı.

İnsan, nasıl kendi güzelliğini görmek ve göstermekten bir lezzet alırsa, aynı şekilde -ama kutsi olarak- Allah da Zat-ı Akdesine münasip bir keyfiyette, kendi sonsuz kemal ve cemalini görmek ve göstermekten mukaddes bir lezzet alır.

Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’ndir. Allah da mahlukatını sever ama bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu ilahi muhabbeti, mahlukatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur; ama bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı ilahiyedendirler. Allah’ın bütün mahlukatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.

“Her bir faaliyette bir lezzet nevi vardır.” hakikatından hareket ederek, kâinata nazar ettiğimizde, Cenab-ı Hakk’ın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira akıl ancak mahlukat sahasında düşünebilir.



4. Allah; ihtiyacı olmadığı halde, isim ve sıfatlarını müşahede edebileceği halde, insanın var olup olmamasının zatında bir eksikliğe sebep olmayacağı halde, insanı neden yarattı?

On Birinci Söz’de işlenen üç önemli konudan birisi “Hilkat-i insanın muamması”dır. O Söz’de insanın yaratılış hikmeti, çok yönlü olarak, mükemmel şekilde anlatılmıştır. Bu sorunun gerçek cevabı o bahsin tamamıdır.

“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (1)

Allah ezelde, kendi Zât’ını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zât’ını, ulûhiyetinin şanına uygun bir sûrette hamd, tenzih ve takdis ediyordu ve ayrıca ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim ettiği de ifade edilmiştir.

Allah'ın gerek kendi Zât’ını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi, zaman içinde değildir. Yani bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez.

Ezeldeki bu müşahedeyi, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın mâlumudur.

Allah, ihtiyaçtan münezzeh ve mukaddes olarak, eşyayı ve insanı kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek için yaratmıştır. Ve bu yaratmaktan yine ihtiyaçtan ârî ve pak olarak büyük bir lezzet-i mukaddese almıştır ve almaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cenâb-ı Hakk'ın kendi cemalini iki vecihle görmek istemesinden, yani biri muhtelif ayinelerde ...müşahede etmesinden maksat ne olabilir?

(1) bk. Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.



5. "Daimî bir cemal, zail müştaka razı olamaz." İzah eder misiniz?

"Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise ahiretin  vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müştaka razı olmaz, onun da devamını ister. Bu da ahireti ister." (Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar)

Sonsuz ve daimî bir güzellik, kendisini daimî bir şekilde sevecek bir aşık ister. Daimi ve sonsuz bu güzelliğe perestiş edip aşık olan insanın, zail ve fani olması düşünülemez. 

Güzellik sevilmek içindir, güzelliğin olup seveninin olmaması düşünülemez. Dolayısıyla sonsuz cemal sahibi olan Allah, kendi cemaline meftun, âşık ve perestiş eden insana bir an güzelliğini gösterip sonra sonsuza dek yokluğa ve hiçliğe atması Allah’ın kemal sıfatları ile bağdaşmaz. 

Bu sebeple Allah’ın daimî olan cemali, çabuk sönüp giden bir âşığa razı olmaz. Kendini seven kendine perestiş eden âşığını daimî bir hayata mazhar eder ve o sonsuz cemalinden mahrum etmez.

"Çünkü daimî bir cemâl, zail müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Hâlbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor." (Sözler, 10. Söz, Dördüncü Suret)



6. "Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır." cümlesini izah eder misiniz?

İnsan fıtratında; bilmediği ve eli yetişmediği şeylere karşı bir düşmanlık hissi vardır. Şayet insan, Allah tarafından ebedî olarak yokluğa mahkûm edilseydi, insandaki bu yaşamak ve cemale ve kemale olan sonsuz iştiyak ve sevgi, sonsuz bir düşmanlığa dönüşürdü.

Üstad, Onuncu Söz'ün Dördüncü Hakikat'inde, bu hakikati şu misallerle izah ediyor:

“HAŞİYE-2: Evet, dürub-u emsaldendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, 'Tuh, ne kadar çirkindir!' der, o güzelin güzelliğini nefyeder."

"Hem, bir vakit, bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer, üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi lisanıyla 'Ekşidir.' der, gümler gider.”(1)

Kendini beğenen ve kendine güvenen insan şahsî ilmiyle erişemediği hakikatleri kabullenmek istemediği gibi, yine şahsî kuvvetiyle elde edemediği şeylere de zıt düşer, düşman olur.

Mü’min insan, kendisini kul ve kendindeki bütün maddî ve manevî sermayeyi de Allah’ın ihsanı bilir. Maksadına ermek için kendine düşen vazifeyi noksansız yerine getirdikten sonra Allah’a tevekkül eder. Çıkacak her türlü neticeyi rıza ile karşılamakla dünyada huzur ve rahat bulur. Üstad'ın ifade ettiği gibi, “İmanı ona bir emniyet-i tâmme verir.”(2)

Kâfir bu emniyet ve huzurdan mahrumdur. Ölümü hiçlik karanlığı bildiği ve âhirete inanmadığı için teselliyi “gaflette, sefahatta ve iman cephesine düşman olmakta” bulur.

Kâfirler Allah’a inanmadıklarına göre onların Allah’a düşman olmalarını, imana ve İslâm’a düşmanlık şeklinde yorumlamak gerekir. Veya iman etmediklerini zannettikleri, fakat derinden derine varlığını kabul ettikleri ve sadece bu dünya için eğlence olsun diye kendilerini yaratan ve sonrasında kendilerini ebedi bir yokluğa mahkum eden bir İlah'a düşmanlık etmeleri anlamında da anlaşılabilir.