Bir milyon hanelik bir şehirde bir cömert idarecinin istisnasız her haneye mükellef ve mükemmel bir ziyafet verdiğini, lakin birkaç hanenin “bazı hikmetlere binaen” bu ziyafetten mahrum bırakıldığını farz edelim. Şimdi bu birkaç haneye bakarak ziyafet vereni cimrilikle, merhametsizlikle itham etmek mümkün olabilir mi? Elbette hayır.
Allah yeryüzünde sayısız canlıya şifa dağıtıyor, sağlık bahşediyor. Bu açıdan bakıldığında yeryüzü koca bir eczane dev bir hastane gibi çalışıyor. Bir avuç canlıya da ya bir hikmetine binaen ya âdetullah gereği ya da diğer isimlerinin bir tecellisi olarak şifa vermiyor ve onlar da vefat ediyor. Bu dev gibi istatistiki veriler yanında bir iki istisna, genel geçer kaidelere zarar vermez.
Kaldı ki söz konusu Allah (c.c) olunca en ufak bir yanlış, hata, zulüm, haksızlık, ihmal söz konusu olamaz. Bazı hayvanların, bir kısım insanların düşük, yüzeysel, basit nazarına göre merhametsizliğe uğruyormuş gibi görünmesi altında sayısız incelikler, hikmetler ve güzellikler var.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Haşa, Allah Teala sadist mi, hayvanların parçalanmasına neden izin veriyor?
"Gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali, 'Evet, evet, biz de istiyoruz.' diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar."(1)
Temsildeki ada, Arap Yarım adasıdır. Nutuk okuyan kişi İki Cihan Serveri Peygamber Efendimiz (asm.)'dir. Memleketin eşrafı ise sahabe-i kiram veya sahabeler başta olmak üzere kıyamete kadar iman edecek kişilerdir.
İçtima ise Asr-ı saadet'te insanların akın akın Resulullah Efendimize (asm) iman ile intisap etmeleri ve bununla birlikte, kıyamete kadar imanın nuruna koşan müminlerin imanla bir araya gelmeleridir. "Memleket eşrafı" tâbirinde büyük hisse sahabelerin olsa da her asrın mü’minleri de o tâbirin içinde dahildirler.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz.
Temsilde geçen nişanlar mu’cizelerdir; yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.), nutuk ise ilâhî ferman olan Kur’ân-ı Kerim'dir.
"Haşiye: Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine baliğ olan mu'cizât-ı Ahmediye'dir. (asm.)(1)
"Peygamber olan zâtın da zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Hâlık ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de, bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu'cizelerdir.”(2)
"Haşiye: Nuranî ferman Kur'ana ve üstündeki turra ise i'cazına işarettir."(3)
Temsilde, padişah için kullanılan “şefkat” kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine işaret etmektedir. Şefkat kelimesiyle verilen mesaj şudur: İnsanlık âleminin yokluğa gömülmesine ve hiçliğe atılmasına Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti müsaade etmez. Ahiretin gelmesini O’nun Sevgili Peygamberi (asm.) de bütün insanlık namına istemektedir. En küçük bir canlının en cüz’î isteklerini bile mükemmel olarak yerine getiren Allah, elbette bu küllî, umumî ve çok önemli duâyı kabul edecek ve bu fani dünyanın sakinlerini rahmetiyle ebedî bir âleme sevk edecektir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam.
(2) bk. İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Suresi 21-22. Ayetlerin Tefsiri.
(3) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, On İkinci Burhan.
Ebediyet arzusu, yani “fani olup kaybolmamak, daimî olarak yaşamak” duygusu, her insanın fıtratında vardır. Şu var ki, müminler bu arzularının gerçekleşmesini Allah’tan ister ve beklerler. Peygamberlerin ve İlâhî kitapların haber verdikleri ebedî hayatta, mes’ut olabilmek için bu dünyada ömürlerini Allah’ın rızası istikametinde geçirirler. Helal dairesinde yaşayıp haramlardan uzak dururlar.
“Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insanı ve bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten a'lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor.”(1)
Onların bu arzusuna bütün mahlûkat da iştirak etmektedirler. Çünkü ancak ahiretin gelmesiyle şu kâinat fabrikası hikmetsizlikten, faydasızlıktan kurtulacaktır. Aksi hâlde, atomlardan sistemlere kadar sonsuz bir hikmetle çalışan ve yine her faaliyetlerinde rahmeti netice veren bu âlem, hiçliğe çalışmış, yokluğa hizmet etmiş olacaktır.
O Yaver-i Ekrem’in (asm.) duâsına inanmayan insanlar iştirak etmiyor gibi görünseler de onlar da ölümü düşünmekten kaçmakla, fazla yaşamanın yollarını arayıp en küçük bir acı ve ağrılarında hemen doktora koşmakla, ebedî hayatı istediklerini göstermiş olurlar. Ne var ki, inançsızlıkları onlara âhiret kapısını kapadığı için, bu dünya hayatına hassasiyet göstermekle kendilerini bir derece tatmin etmek isterler.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
"Gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali, 'Evet, evet, biz de istiyoruz.' diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:"
'Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme.'
diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun."(1)
Bu paragraf hadis değildir, Üstad Hazretlerinin temsilde Peygamber Efendimize (asm.) izafe ettiği bir duâsıdır. Allahua'lem bu ifadeler hadisten beslendiği için, Peygamberimizin (asm.) duası olarak temsilde gösterilmiştir.
Aslında bu duâdaki "nimet" kavramı, bütün nimetler için söylenmiştir, ama yemek için de hususî kullanılmaktadır. Yani direkt bir yemek duâsı değildir. Onuncu Söz'deki temsilde mânasını bulan bir paragraftır.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret.
Üstadımız, “vahdetü’l-vücud” bahsinde Allah’ın vacib, ezelî ve ebedî varlığına nisbeten, mümkinatın varlığının zayıf bir gölge olduğunu ve Muhyiddin-i Arabî gibi zatların bu varlıkların “vücud” ismine layık olmadıklarını ifade etmek manasında “La mevcude illa hû”, yani “O’ndan başka mevcut yoktur.” dediklerini kaydeder.
Elbette ki mümkin varlıkların da hakikatleri esmâ-i ilâhîyeye dayanmaktadır. Onların varlıkları inkâr edilemez, ama Allah’ın vacib, ezelî ve ebedî olan varlığına nisbet edildiklerinde zayıf gölgeler gibi kalırlar.
Aynı mâna dünya ile âhiret arasında da geçerlidir. Dünyadaki nimetlerin varlıkları münakaşa götürmez, herkesçe bilinir ve kabul edilirler. Ancak âhiret nimetleri yanında bunlar gölge kadar zayıf, nümûne kadar azdırlar.
Bu mânayı ders veren bir hadis-i şerif:
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”(1)
Bu hadisi, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(2) hadisiyle birlikte düşündüğümüzde zihnimizde şu mâna canlanır: Bir mü’min öldüğünde, kendini cennet bahçesi gibi güzel bir âlemde bulacaktır. Dünyadaki bahçeler o cennet bahçeleri yanında uykuda dolaşılan bahçeler kadar geri kalacaktır.
Rüyada gördüğümüz bahçeler de o âlemde bir çeşit varlığa sahiptirler. Uyanıncaya kadar o bahçelerden istifade ederiz. Ama o bahçeler dünyadaki gerçek bahçeler yanında birer gölge gibidirler; o kadar zayıftırlar. Dünya bahçeleri ile cennet bahçeleri arasındaki fark da böylesine büyük, böylesine azimdir.
Dipnotlar:
(1) bk. Aclunî, Keşfu'l-hafa, 2/312.
(2) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26.
Gölge, “asıldan haber veren, fakat aslın özelliklerini taşımayan, varlık mertebesi yönünden asla göre çok sönük kalan” mânasında kullanılmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın varlığı “vacib”dir; yani olması zarurî, olmaması ise imkânsızdır. Bu varlık mertebesi ancak Allah’a mahsustur. Bütün mahlûkatın varlıkları ise “mümkin” sınıfına girer. Bir zamanlar yok idiler, ilâhî irade ile varlığı tattılar. Yine aynı irade ile hayatlarına son verilebilir ve yeniden varlık sahasından göç ederler.
İşte bu mümkinin varlık sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın vacib olan varlığına göre zayıf bir gölge gibidir.
“Umum kâinattaki umum kemâlât, bir Zât-ı Zülcelal’in kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işaratıdır. Belki hakikî kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zaîf bir gölgedir.”(1)
Eşyanın varlığının gölge kadar zayıf olduğunu bilen bir insan, kalp âleminde ona gölge kadar kıymet verir. Bunlarla oyalanmaz, o gölgelerde esmâsını tecellî ettiren Vacib-ül-Vücud’un marifetinde, muhabbetinde mertebeler katetmeye çalışır.
İşarat (işaretler) kelimesi de gölge mânâsını ders vermekle birlikte, hayale ayrı pencereler de açar.
Haritada, üzerinde İstanbul yazılı bir nokta görürüz. Bu nokta ve bu isim İstanbul’a işaret eder, ama o nokta İstanbul değildirler. Onda İstanbul’un hakikî güzelliğini ve gerçek kemâlini görmek, hissetmek mümkün değildir.
Mahlûkat için “esmâ-i ilahiyenin gölgelerinin gölgeleri” denilmekte ve “gölgenin gölgesi” için şöyle bir misâl de verilmektedir:
Güneş'in aynadaki aksi, onun gölgesi makamındadır, yani ondan haber verir ve varlık mertebesi itibariyle onun varlığına nisbetle gölge gibi zayıf kalır. O aynayı bir başka aynaya karşı tuttuğumuzda bu ikinci aynada birinci aynadaki “gölge güneş” tecellî eder. İşte bu ikinci tecellinin varlık derecesi ise “gölgenin gölgesi” kadardır.
Eşyanın, ilm-i ilahideki mahiyetleri “esma-i ilahiyenin gölgeleri”, bunların yaratıldıktan sonraki halleri (hakikatleri) ise esma-i ilahiyenin gölgelerinin gölgeleridir.
Gölgenin varlığı, aslın varlığı yanında çok sönük kalır; derece itibariyle onun çok aşağılarında bulunur. Bir de o gölgenin gölgesini düşünelim, bu ikinci gölgenin varlığı ile birinci gölge arasındaki farklılık, asıl ile birinci gölge arasındaki fark kadardır. Yani bu ikinci gölge ilk gölgeye göre çok daha aşağı bir varlık mertebesine sahiptir.
Bir varlığın mesela bir meyvenin henüz yaratılmadan Allah’ın ilmindeki haline mahiyet denilir. Bu mahiyetler esmâ-i ilahiyenin gölgeleridirler. Allah’ın ilmindeki bir meyve, Rezzak isminin gölgesidir; yaratıldığında hakikat olur. Bu hakikî meyve esmâ-i ilahiyenin gölgesinin gölgesi kadar bir varlık mertebesine sahiptir.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.
Bir önceki cümle, “Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme” idi. Bu cümle de aynı mânayı te’yid için kullanılmış oluyor. Cenâb-ı Hak, bu dünyada hadsiz nimetleriyle beslediği, onlara akıl vererek marifet ve muhabbet kapısını açtığı insanları, husûsan bu nimetlere karşı itaat ile ibadet ile mukabele eden muti raiyetini zevale mahkûm edip beka nimetinden uzak kılmayacak, onları “müştak oldukları ve layık oldukları saadet-i ebedîyeye” mazhar kılacak, adem zulmetine (yokluk karanlığına) mahkûm etmeyecektir.
“Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebedîyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.”(1)
(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.
"Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak."(1)
"Marzî" ifadesi, genel manasıyla razı olmak ve bir şeyi isteme ve irade etme anlamındadır.
Risalelerde genel anlamda Cenâb-ı Hakk’ın, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'den, peygamberlerden ve onların yolunu takip edenlerden razı ve hoşnûd olması anlamında kullanılır.
Marziyat-ı İlahiye, Allah'ın razı olduğu ve istediği şeyler...
Burada ise Cenab-ı Hakk’ın “ahireti yaratma iradesi” manasında kullanılmıştır.
Allah, kâinattaki en basit bir mahlûkunun en basit bir arzusunu ve ihtiyacını görüp temin etsin, ama "Sen olmasaydın eflaki yaratmazdım.”(2) dediği Habib’inin (asm.) en büyük arzusunu, en şümullü ihtiyacını ve en azim talebi olan bekayı vemesin, ahireti yaratmasın; mümkün değildir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz.
(2) bk. Acluni, II, 164; Hakim el Müstedrek, II/615.
"Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur."
"Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakiki hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak." (Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret)
Allah için ahireti inşa etmek, gözümüz önünde her yıl öldürülüp tekrar diriltilen bahar mevsimini inşa etmekten daha ağır, daha zor değildir. Buradaki baharların ve içindeki varlıkların yaratılışındaki kolaylık gösteriyor ki, onlar sonsuz bir kudret ile yaratılıyor. İşte bu hikmet dünyasında bu dar bir zeminimizde bu kadar varlıkları hikmet ve güzelliklerle kolay yaratan Rabbimize, Kudret dünyası olan ahiretin yaratılması zor gelmez. Zira sonsuza göre bütün sayılar birdir.
Allah (c.c), bu dünya hayatında bağları bahçeleri birkaç hafta içinde nasıl yeşertiyor ise, ahirette de sonsuz cennet bahçelerini aynı şekilde yaratıp insana bir ihsan olarak takdim edebilir; bu onun sonsuz kudretine asla ağır gelmez.
"...Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makul ve lazım ve kati ise, haşrin sabahı da berzahın baharı da o katiyettedir." (bk. age., Dokuzuncu Söz)
Kâinatta bulunan her bir varlığın meydana gelmesi için sonsuz kudret gerekmektedir. Bu nedenle bir çiçek ile bahar arasında hılkatçe bir fark yoktur; aynı şekilde bir bahar ile kainat arasında da yaratılış itibariyle bir fark söz konusu değildir. Fark sadece büyüklük ve küçüklüktedir.
Aynı şekilde haşir ile kâinat arasında da meydana getiriliş açısından bir fark yoktur. Bu dünyada Hakim ismi galip olduğu için, zaman ve müddetle yaratılış söz konusu iken, ahirette ise Kadir ismi galip olduğu için orada zaman ve müddet yoktur, bir anda yaratma olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Seyrangâh tâbiri, iki mânada izah edilebilir. Birisi, dünya hayatının kısalığını ifade etmesidir. Bilindiği gibi, insanlar haftanın büyük çoğunluğunu çalışma ile geçirirler, belli günlerde de dinlenmek üzere güzel manzaralı seyrangâhlara, mesire yerlerine giderler. Ruhlar âleminden başlayıp ebede kadar devam eden yolculuğumuzda, bu dünya hayatı birkaç günlük seyir zamanı gibidir.
Seyrangâhın diğer manası ise, bu güzel dünyanın muhteşem bir tefekkür mekânı olmasıdır. İnsan bu dünyada hem kendi nefsine takılan ve her biri ayrı bir mu’cize olan organlarını, duygularını, hem de haricî âlemde onun istifadesine sunulan sonsuz mu’cizeleri tefekkür ile ve ibretle seyir etmekle görevlidir.
Altıncı Söz'de “göz” için, “rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı” tâbiri kullanılır. Arının çiçekleri dolaşması gibi, insan gözü de bu dünyadaki güzel ve hârika sanatları seyir ederek, marifet ve muhabbet balı yapar. Seyrangâh kelimesi bize bu dersi de verir.
Beş altı gün, ifadesi, dünya hayatının kısalığını ifade etmekle birlikte, semâvât ve arzın altı günde yaratıldığını bildiren âyet-i kerîmeye de bir işaret taşımaktadır.