Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Altıncı Suret Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:49    Güncellendi: 21.02.2025 21:49

Altıncı Suret Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Mahlukatın bir bayram ve bir şehrayin sûretinde nişan ve formalarını takıp resmi geçit yaptıkları ve bunun perde arkasındaki İlâhî saltanatın bir nevi tezahürü olduğu nazara veriliyor. Bunların ölümlerinin ızdırap ve çilelerini bayram manasıyla izahı?

Bu temsilde, canlıların anne rahimlerinde yahut yumurtaların içinde, bitkilerin de toprak altında geçirdikleri dönem resm-i geçit törenine hazırlığa benzetilmiş oluyor. Yeryüzünde boy göstermeleriyle bayram yerine gelmiş oluyorlar ve resm-i geçit başlıyor. Ölüm kanunuyla bu bayrama son veriliyor ve yeni bir grup bayram yerine alınıyor.

Bayramda takılan formalar, nişanlar o varlıkta tecellî eden İlâhî isimlere işarettir. Her canlı, Muhyi isminin tecellisiyle hayata kavuşur. Canlı olmak en büyük nişan, en ileri formadır.

Musavvir isminin tecellisiyle her varlığa kendi mahiyetine en uygun bir şekil veriliyor, bir sûret takılıyor. Bu da ayrı bir nişandır.

Diğer esmâ-i İlâhîye de aynı şekilde değerlendirilir. Bu canlılar bir ömür boyu kendilerinde tecellî eden İlâhî sanatları, Rabbanî ihsanları, nimetleri, hikmetleri, inayetleri sergilemekle kendilerine mahsus bir ibadet ve tesbihle meşgul oluyorlar.

Hayatlarının son bulmasıyla da Allah’ın Mümit (ölümü verici)  ismine ayna olduktan sonra, cenazelerinin başka canlılara rızık olması cihetiyle Rezzak ismine ayrı bir şekilde mazhar olarak bu dünya hayatlarını tamamlıyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri, On Yedinci Söz’de bu konuyu teferruatlı bir şekilde ele alır. İnsanların bu dünyada bütün esmâya mazhar olmakla en büyük nişanları taktıklarını anlatır. Dünya imtihanını kazananlar ise âhirette ebediyen saadetli bir hayat süreceklerdir.

Hayvanlar âlemi de bu dünyada yaptıkları ibadet ve tesbihlerin karşılığını âhirette bulacaklar ve ebediyen zevk edeceklerdir. Şu farkla ki, onların saadetleri ruhanî ve manevî olacaktır. Bütün ruhlar baki olmakla birlikte, insan nevi ahirette bedenlerine de kavuşacaklardır. Salih aleyhisselamın devesi ve ashab-ı Kehfin köpeği gibi belli hayvanlar dışında, diğerlerinin zevkleri ise ruhanî olacaktır. Söz konusu bahisten sadece bu hüküm cümlesini nakletmekle iktifa edeceğiz:

“ … Öyle de sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i manevîye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın.”(1)

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz.



2. Altıncı Sûret'te her gün misafirhanenin dolup boşaldığı söyleniyor. Halbuki, her gün değil kısmî bir dolup boşalma söz konusu. O halde burada bir başka mana mı kastedilmektedir?

Dünya misafirhanesine her gün yeni misafirler gelmekte ve bir o kadar misafir de dünyayı terk etmektedir. Dolma ve boşalma hâdisesi her gün tekrar edilmektedir. Ancak burada geçen “dolup boşalma” ifadesini, bütün canlıların bir anda yeryüzünü doldurup yine bir anda çekilip arzın boş kalması şeklinde anlamamak gerekiyor. Dünya hikmet dünyası olduğundan, dolup boşalmalar da tedricî olarak, safha safha cereyan etmektedir.

Aynı mâna insanın bedeninde de söz konusudur. Bütün hücreler bir anda ölüp gitmezler ve yerlerine gelenler de yine bir anda gelmezler. Ama insan vücudu her gün yeni misafirlerle dolup taşar ve yine her gün bu vücuttan nice misafirler ölüp göç ederler. Bilim adamlarımız insan vücudunda bir saniyede yaklaşık elli milyon hücrenin öldüğünü, bir o kadarının da aynı anda yaratıldığını söylüyorlar.

Diğer taraftan, bu dünya misafirhanesine gelenlerin ömür müddetleri de birbirinden çok farklıdır. Mesela, alyuvarın ömrü 120 gündür.

Ömrü bir gün olan, bu gün içinde gelip misafir olup göçen misafirler olduğu gibi, bir asır içinde konup göçen misafirler de vardır. Yine, çınar ağaçları gibi ömrü asırlar boyu süren misafirler yanında mikroplar gibi çok kısa süreli misafirler de vardır.

Bütün bunlar dikkate alındığında, her gün dolup boşalma ifadesini “yirmi dört saat” şeklinde anlamak yerine, “sürekli olarak dolup boşalma" şeklinde değerlendirmek daha yerinde olur.



3. "Bütün raiyyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar; meydan ise, her saat tebdil ediliyor. Şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor." Misafirhane, gün, meydan, saat, meşher, dakika ne demektir?

Burada misafirhane, şu kâinat ve dünyadır. Meşher, yani sergi ise, bu kâinatta ve dünyada Allah’ın bin bir isminin mânasının sergilendiği nakış ve sanatlardır.

Meydan ise, dünyadır. Saat, dakika, gün gibi zaman kavramları ise, kâinata ve içindeki misafirlere verilen müddete işaret eder.

Her bir sanatlı mahlûk bu dünyada mânasını ifade edip gösterdikten sonra gider, yerine başkaları gelir. Bazı sanatlar çok kısa sergilenir, bazıları uzun müddet sergilenir. Zaman farkı buna işaret ediyor. Mesela, fil uzun süre yaşar, sinek ve arı gibi mahlûklar az yaşarlar.

Meşherin her dakika değişmesi, kâinatta olan umumî faaliyete bakar. Allah, her şeye bir hareket ve faaliyet vermiştir. Atalet ve yeknesaklık gibi durumlara müsaade etmemiştir. Onun için kâinatta her şey daima değişmektedir.



4. Meşherin her dakika tahavvül etmesini biraz açar mısınız?

Meşher; “teşhir mekânı, sergi, fuar” mânasına gelir.

Tebeddül, tahavvül ve tağayyür kelimelerinin her üçü de değişim ifade etmekle birlikte, aralarında ince bir fark vardır.

Tebeddül, daha çok, yer ve şekil değişimi gibi o şeyin mahiyetine fazla dokunmayan farklılaşmalar için kullanılır.

Tahavvülde ise, hal değiştirme, başka bir hale girme söz konusudur, daha köklü bir değişim ifade eder.

Tağayyür ise, bir şeyin kendi gayrına inkılap etmesi, başka bir şey olması demektir.

Bu dünya denilen ilâhî meşher topyekûn bir hareket ile ayları, mevsimleri dolaştığı gibi, üzerinde sergilenen eserler de devamlı bir değişim halindedirler.

“Her dakika” ifadesi "devamlılık" manasınadır. Her an insan vücudunda çok tahavvüller oluyor. Yediği yemek, bir süre sonra kan oluyor, et oluyor, yağ oluyor, hücrelere gıda oluyor, saç oluyor, tırnak oluyor. Bütün bunlar birer tahavvüldür.

Buharın yağmur olması bir tebeddül, yağan yağmurlarla yeryüzünün yeşillere bürünmesi bir tahavvüldür. Atomların parçalandıklarında enerjiye dönüşmeleri, tagayyüre bir misal olabilir.

“ … Şu mahlukatın şu seyelanı, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde ve şu seyeranı, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde ve şu cereyanı, gayet Rahîmane şefkat ve mizan dairesinde baştan aşağıya kadar hikmetlerle maslahatlarla neticelerle ve gayelerle yapılıyor.”(1)

(1) bk. Mektûbat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.



5. "Giden gelmez ve gelen gider." cümlesi üzerinde biraz durur musunuz? Çünkü bazıları, "Ahirete gidip gelen var mı ki?" diyerek çokların kafasını karıştırabiliyor.

Burada açıkça cerbeze yapılıyor. "Âhir"; "sonraki, sonra gelen" demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçup denizlerin yanmasından,.., sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu sual sahibi de çok iyi bilmekte, ancak sualde de geçtiği gibi, insanların kafalarını karıştırmak için bu inanmadığı dâvayı savunmaktadır.

Eğer insanın âhiretten dünyaya yeniden dönmeye gücü yetseydi, bu gücünü bu dünyada henüz sağ iken ve iradesi elindeyken kullanırdı. Meselâ, genç iken ihtiyarlamazdı. İhtiyar ise gençliğe geri dönerdi; ölmezdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mizan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zaten ölümle insanın cüz’î iradesi son buluyor, her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor. İnsan ahirete gittikten sonra ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir hakikattir. Ancak, söylediğimiz gibi bu hakikati bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

İmangayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak âhirete iman etmeyebilir, ama âhiretin olmadığını iddia edemez. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

"Nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır?.."(1)

"'Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatleri gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez.' diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler."(2)

Birisi, "Falan evde buzdolabı yok." diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görülmesi sonunda buzdolabına rastlanmadığı takdirde bu nefiy, yani bu inkâr ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, "Falan şehirde buzdolabı yok." diye dâva etse, dâvasını ispat edebilmesi için o şehrin tamamını gezip dolaşması gerekir.

Ahiret, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, "Ahiret yoktur." denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve âhiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Dipnotlar:

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a. 
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Yedinci Mesele.



6. Daimî saraylar ve müstemir meskenler ifadesi kullanılıyor. Bu “daimi ve müstemir” kelimelerini nasıl anlamalıyız?

Cennet ehlinin köşkleri, sarayları, meskenleri daimîdir. Yani, onlar bu yerlerde ebediyen kalacaklardır. Bu nimetleri kaybetmeleri, bu meskenlerden çıkarılmaları söz konusu değildir.

Diğer taraftan, bu mekânlar müstemirdir. Müstemir kelimesi hem “devam eden, sürekli, aralıksız” mânasına geliyor hem de “kuvvetli, sağlam” mânasınadır. Yani, bu saraylarda “bozulma, yıpranma, eskime, tamir, bakım” söz konusu olmayacaktır.

“…Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza...”(1)

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a, İkinci Bab.



7. "Burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var." Buradaki faaliyetler istikbale yatırım ve hazırlık için midir?

On Yedinci Söz'deki dünya tariflerine baktığımızda, bu sorunun çok yönlü cevaplarını bulabiliriz.

Meselâ, dünya için mezraa (tarla) tâbiri kullanılıyor. Hadis-i şerifte de “Dünya ahiretin tarlasıdır.”(1) buyrulmuş. Tarlada çalışmak, tarla ötesi içindir, yani köy içindir, pazar içindir. Bizim bu dünya hayatında tattığımız her türlü lezzet, bir “tarla ziyafetidir.” Asıl lezzet ve saadet yeri dünya ötesidir; kabirdir, cennettir.

Keza, dünya bir imtihan meydanıdır. İmtihan, okul sonrası içindir. İmtihan salonu, zevk ve safa yeri değildir, yeme içme yeri de değildir. Orada mide değil, beyin ve kalem çalışacaktır. Mide bu çalışmanın bir hizmetçisi gibidir.

Dünya bir yönüyle de ticarethanedir. Mağazada kazanılanlar yine mağazada tüketilmezler. Birçok ticaret erbabı işyerlerinde orta yollu bir şeyler atıştırır ve çalışmalarını aralıksız sürdürürler. Yeme içmeyi eve dönüşlerine bırakırlar.

Dünyanın ticaret yeri olmasını Altıncı Söz’ün ışığında değerlendirmek gerekiyor. Bu Söz’ün başında bir âyet-i kerime yer alır ve Söz'ün tamamı bu âyetin manevî bir tefsiridir. Yani âyette verilen İlâhî mesajın hârika misallerle kalplere, akıllara ve bütün his dünyasına yerleştirilmesidir. Söz konusu âyet-i kerimede meâlen şöyle buyrulmaktadır:  

“Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın aldı...” (Tevbe, 9/111)

İşte gerçek ticaret budur. Nefsimizi, yani ruh ve bedenimizi, bütün benliğimizi Allah’a satmak, O’nun rızası istikametinde kullanmak ve karşılığında cennete kavuşmak.

وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim'lerine kavuşacaklar.”(2)