On İkinci Sûret'in izahının tamamı On Birinci Hakikat'te geçmektedir. Meselâ, bir kısmını aldığımız aşağıdaki ifadelerden, cüzdan ve defterin ne mânaya geldiği net ifade edilmektedir. Cüzdandan maksat, kalp ve kalbe bağlı latifeler; defterden maksat ise akıldır.
"Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüştük ki: Hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihazatı bize gösterdi ki, o zabit, o muvakkat meydan için değil; belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor."
"Aynen onun gibi, insanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşif müttefiktirler."
"Ezcümle: Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, 'Sana bir milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.' Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, 'Oh' yerine 'Ah' diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor."
"İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur."(1)
İnsanın ruhuna takılan bütün cihazlar, duygular ve latifeler âhirete bakıyor ve oraya işaret ediyor. Meselâ kalpteki aşk-ı beka bu dünyaya sığmıyor. Kalp ebedî yaşamak arzu ettiği halde dünya geçici ve fanidir. Ya da kalbin o kadar çok emel ve arzuları vardır ki bu dünyada binden birisine ulaşamıyor.
Akıl tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. İnsanın aklî melekesini kayıtlayan ve hakikatleri görmesine mani çok sebepler ve perdeler vardır. Demek aklın kemaliyle kullanacağı başka ve daimî bir âlem var.
Anne karnındaki bir bebeğin âzaları nasıl dünyaya işaret ediyorsa, insanın latifeleri, duyguları ve arzuları da âhiret âlemine işaret ediyor. Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait olmadığının en büyük ispatıdır.
Zâbit burada insanı temsil ederken, zabitin görev ve vazifeleri de insanın ebede uzanan duygu ve cihazlarını temsil ediyor.
“İstidadındaki cihazât” ifadesi ise ilim, kudret, irade gibi sıfatlardan, inanmaya, anlamaya, sevmeye kadar insan ruhunun bütün vazifelerini içine alır. Bunları akıl ve kalpten ayrı düşünemeyiz.
Kalp, akıl, ruh, vicdan hep aynı şeydir, ancak yapılan işlere göre farklı isim alırlar. Bir insanın dört ayrı mesleği olsa, her birisi için ayrı bir isimle anılır, ama o yine bir tek kişidir. Ruha verilen bu farklı isimler de bunun gibidir.
Şu var ki, ruh “bu âlemi göz penceresinden seyrettiği” gibi, düşünme fiilinde de beyni kullanmaktadır. Nasıl, gözümüze bir arıza geldiğinde görmemizde aksama oluyorsa, beyindeki bir merkezde rahatsızlık olduğunda da o merkezle alâkalı icraatta aksaklık olur. Ama bu hâl, düşünenin beyin olduğu mânasına gelmez.
Kalbin kendisi bir latîfe-i Rabbaniye olduğu halde, “kalb cüzdanındaki letâif” ifadesine göre onda nice latîfeler vardır.
Latîfe (çoğulu letâif) “cismanî olmayan, ruha ait” gibi mânalara gelir. Buna göre kalb, ruh, vicdan, akıl, hafıza, hayal, beş duyu, sevgi, korku, şefkat, merhamet birer latîfedirler.
Nasıl, “organ” kelimesi “el, ayak, mide, ciğer” gibi bütün maddî cihazlarımızın ortak ismi ise, latîfe (letâif) de öyledir. O da bütün manevî cihazlarımızın ortak ismidir.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.
Kâinatı ve gidişatını dikkatlice tetkik ettiğimizde, her şeyin âhiret hayatına işaret ettiğini görürüz.
Meselâ, insanın duygu ve cihazlarına baktığımızda bu duygu ve cihazlar hâl dili ile bize; "Biz âhiret için tanzim edilmişiz, biz bu gelip geçici dünya ile tatmin olmayız." demektedirler. Hatta insanın en zayıf duygusu hayal bile bu dünya ile mutmain olmuyor, olamıyor.
İnsanın binlerce duygu ve cihazı bu kısacık dünya hayatı ile tatmin olamıyor, umduğunu bulamıyor. Demek bu cihazların tatmin olabileceği bir âlemin, bir âhiretin olması gerekiyor. Her insanın en büyük arzusu ebedî yaşamaktır, ama dünya hayatı fanidir. Demek bu arzunun karşılık bulacağı bir âlem vardır, o âlem ise ahirettir.
Sadece kendimizde ufak bir tefekkür seyri yapabilsek, bu hakikati çok net görebiliriz. Üstadımızın ifadesiyle:
"Elhasıl: ... insanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşif müttefiktirler. Ezcümle:
"Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, 'Sana bir milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.' Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, 'Oh' yerine 'Ah' diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor."(1)
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.
Bir insanın, beş on günlük bir tatile gideceği zaman bile hazırlık yapıp valizler hazırlaması nasıl makul ve gerekli ise, ebedi kalacağı bir mekâna giderken hazırlıksız gitmesi, bir o kadar ahmakça ve düşüncesizce bir tavırdır.
Dünya hayatı, cennet hayatının yanında zindan ve harabe gibi kalır. Dünya ilahi isimlerin geçici ve kararsız bir tecelli merkezi iken, ahiret hayatı ise ilahi isimlerin ebedi ve kararlı bir tecelli merkezidir. İmanlı bir insan ahirette ebedi bir şekilde Allah’ın lütuf ve merhametine mazhar olacak.
"Karmakarışık" ifadesinden dünya hayatında her şeyin fâni olması ve hiçbir şeyin kararında kalmaması, hayır şer, iyi kötü, güzel çirkin, iman küfür, nur zulümat gibi zıtların iç içe olması ve sürekli birbiri ile mücadele ve çarpışma içinde olması gibi haletler anlaşılabilir.
Ahiret hayatında ise her şey sabit, daimi, ebedi, kararlı ve ayrışmış yani iyi, hayır, güzel, iman ve nurlar cennete; şer, küfür, kötü, çirkin ve zulümat ise cehenneme dökülecek ve orada kararlı ve ebedi bir şekilde hayat devam edecek.
Karmakarışık ifadesinden imansız ve küfür gözü ile bakıldığında kâinatın tesadüfün bir oyuncağı olduğu, her şeyin bir tehdit ve düşman gibi göründüğü, ölümün bir yokluk ve hiçlik olduğu dünya hayatının bir azap ve elem yumağı olduğu gibi karmakarışık durumların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu karmakarışık görüntülerin ilacı ve çaresi ise, iman nuru ile kâinata bakmaktır.
Karmakarışık ifadesinin diğer bir anlamı, içtimai ve siyasi hayatın beşerin elinin karışmasından kaynaklı zulümatlı ve karışık olmasına da bir işaret bulunuyor. Yani kâinatta her şey mükemmel bir düzen ve ahenk içinde işlerken, insan iradesinin karıştığı yerlerde bu düzen ve ahenk bozuluyor ki geniş siyasi ve içtimai daireler buna güzel bir örnektir. Dünya üzerinde açlık, sefalet, fakirlik ve adaletsizlik varsa, bunun en büyük sebebi başta imtihan dünyası olmasının yanında insanların hırs, tamah ve kör bakışlarıdır...