Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Birinci İşaret Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:54    Güncellendi: 21.02.2025 21:54

Birinci İşaret Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Onuncu Söz, Mukaddime, Birinci İşaret hakkında bilgi verir misiniz?

Mukaddimenin Birinci İşaret'inde Cenâb-ı Hakk’ın varlığına dair üç delil sunulmuştur:

Birinci Delil: Bir kitabın kâtipsiz olması nasıl muhal ise, şu kâinat kitabının da kâtipsiz olması mümkün değildir. Hem bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun eder, her kelimesi içinde bir kitap vardır ve her harfinde bir kaside yazılmıştır.

· Kâinat bir kitap olduğunda, dünya bu kitabın bir babı olur.

· Bahar mevsimi ise bu babın bir sayfasıdır. Bu sayfada binlerce kitap yazılmıştır. (Her bir tür bir kitap sayılır.)

· Her bir tür, meselâ bir elma ağacı bu kitabın bir cümlesidir. Bu cümlede binlerce sayfa yazılmıştır.

· Bir türün tek bir ferdi, meselâ bir tek elma ağacı bu kitabın bir kelimesidir. Bu kelimede yüzlerce satır yazılmıştır.

· O ferdin bir uzvu, meselâ ağaçtaki bir elma bu kitabın bir harfidir. Bu harfte onlarca kelime yazılmıştır.

· Meyvenin çekirdeği ise bu kitabın noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki, koca kitabın bütün mânası bu noktada kaydedilmiştir.

İşte kâinat böyle muhteşem bir kitaptır. Böyle bir kitabın kâtipsiz olması elbette mümkün değildir.

İkinci Delil: Nasıl ki bir hane ustasız olamaz. Bahusus öyle bir hane ki, hârika sanatlarla, acayip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş, hatta her bir taşında saray kadar sanat var ve o saray içinde her vakit hakiki menziller teşkil ediliyor, sonra yıkılıp yenisiyle değiştiriliyor; elbette bu sarayın ustasız olması mümkün değildir.

Aynen bunun gibi, şu kâinat sarayının da ustasız olması mümkün değildir. Bu kâinat öyle bir saraydır ki:

· Ay ve Güneş lambaları,
· Yıldızlar mumları,
· Zaman bir ip ve bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösterir.

İşte kâinat böyle muhteşem bir saraydır ve böyle bir sarayın ustasız olması elbette mümkün değildir.

Üçüncü Delil: Bu delilde ismin müsemmasız, sıfatın ise mevsufsuz olamayacağı hakikati anlatılmıştır.

Meselâ, kalem ile bir kâğıda “hikmetli bir cümle” yazdığımızı düşünelim. Şimdi bu cümleye bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu yazan insanı inkâr eder ve "Bu cümleyi bu kalem yazdı." dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve "Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır..." gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız.

Aynen bunun gibi, kâinat kitabını kudret kalemiyle yazan Cenab-ı Hak kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata vermek âdeta onlara bir ulûhiyet isnad etmek gerekecektir. Bir Allah’ı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.



2. "Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla üç hakikatleri var. Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir. İkincisi: Felsefe şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîm tilmizleridir. Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir." İzah?

Birincisi; insan mahiyetindeki mücadele en dar daire olan, kalp ile nefis arasında geçmektedir.

İkinci dairede, felsefe ile Kur'an talebelerinin asırlardır devam eden fikrî mücadelesidir.

Üçüncü daire ise; en geniş dairedir ki, bu da kâfirler ile Müslümanlar arasında her sahada devam eden bir mücadeledir.

Buna göre, sersem adamın sözlerinin üç kaynağı vardır: Nefs-i emmare, felsefe şakirtlerinin görüşleri ve bütün küfür ehlinin batıl inançları.

Emin arkadaşı da kalbin ilhamlarını, Kur’an hakikatlerini ve İslâm ümmetinin inançlarını temsilen konuşmaktadır.



3. "Nefs-i emmârenin en müthiş dalâleti, Cenâb-ı Hakkı tanımamaktadır." deniyor. Bu durum nefs-i emmârenin orjinal hali mi, yoksa bozulduğundan mı bu hale geliyor?

İnsan bu dünyaya imtihan olmak üzere gönderildiğinden, onun fıtratına kötülüğü emreden bir nefis ve iyiliği ilham eden bir kalb ve vicdan birlikte konulmuştur. Yine insana iyiyi ve kötüyü tercih etmeye yetkili bir irade sıfatı da verilmiştir.

Nefis, şeytan, kötü arkadaşlar, zararlı fikirler insanı cehennem yoluna sokarken, semavi kitaplar, peygamberler ve onların varisi olan büyük alimler ve mürşitler de ona cennetin yolunu gösterirler.

Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurur: 

“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.”(1)

Bu hadîs-i şerifte, İslâm fıtratı üzere doğan yavruları batıl inançların, menfi ideolojilerin yahut sefahet mihraklarının eline düşmekten koruma konusunda, anne babaya düşen büyük vazife ve mesuliyetleri ihtar edilmektedir.

Her insan yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm'a en müsait bir mahiyettedir.

İnsan tam tekemmül etmiş de dünyaya öyle gelmiş değildir, ama doğruyu bulacak, hayır ve şerri birbirinden ayıracak istidat ve kabiliyet ruhunda dercedilmiştir.

Bu ölçüler ışığında meseleye baktığımız zaman, nefsin dalâletini sadece fıtrî ahvaline vermek uygun olmadığı gibi, tamamen dış tesirlere vermek de mümkün değildir.

Küfür ve inkâr yoluna giren insan, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah'ın (cc.) sevmediği kara lekeler sürmüş olur. Buna karşılık, insan iman ve salih amelle fıtratını muhafaza eder ve safvetini korur.

Dış sebeplere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını kirletmiş olur. Fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalıp, bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz duruma düşer.

Nefs-i emarenin daima kötüyü emretmesine karşılık vicdan daima doğrudan, güzelden yana olur. Bunun misalleri çoktur. Birkaç misal vermekle yetinelim:

Kendini beğenmiş, gururlu kimseleri kimse sevmez. Mütevazı, hayırsever insanlar ise toplumun sevgisini kazanırlar.

Zalimlere düşman olmak, mazlumlara acımak da vicdanın bir emridir.

Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratılışının ve fıtratının gıybeti reddetmesi demektir.

Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.

Misaller çoğaltılabilir.

Demek ki, insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî kitaplarda konulmuş ve peygamberlerce (as.) insanlık âlemine tebliğ edilmiştir.

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”(2) 

hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerek.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.
(2) bk. Muvatta, Husnü'l-Halk, 8.



4. "Nasıl ki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile muntazam bir kasîde yazılmış..." İzah eder misiniz?

Ağaç bir kitap, ağacın bir dalı kelimesi, dalın ucundaki meyve ise bir harfidir. Ağaç, dal ve meyveyi inceleyen fen ilmi, her birisi içinde sayısız hikmet ve mânâların olduğunu keşfediyor. Meselâ, bir elma besin değeri ile sanat ciheti ile incelendiğinde, hakkında ciltlerle kitap yazılabiliyor.

Kâinatta atomlardan tut ta galaksilere varana kadar, her şeyin kitaplar yüklü mânâlar ifade ettiğini fen ilimleri ispat edip ortaya koymaktalar.

Meselâ, insan bir kitap, insanın bir organı olan gözü bir kelime gibidir. Gözün içindeki sistemler ise birer harf mahiyetindedir. Bu birkaç gramlık yağ parçasına yerleştirilen o akıl almaz ilim ve hikmetler hakkında ciltlerle kitap yazılmış, gözü anlamak ve hastalıklarını tedavi etmek için nice öğretim üyeleri yetişmiştir.

Bir kelime olan dişi tanımak, tedavi etmek veya diş yapmak için "Diş Hekimliği Fakülteleri" kurulmuş, çeşitli dallara ayrılmış, onun hakkında da ciltlerle kitaplar yazılmış ve o sahada binlerce profesör yetişmiştir.

Misalleri çoğaltmak mümkün...

Burada “kaside” kelimesi özellikle kullanılmıştır. Bilindiği gibi, kaside bir şiir türüdür ve şiir denilince de vezin ve kafiye hatıra gelir. Her mahlukun her yönüyle nizamlı yaratılması onu bir kaside haline getirmiştir.

Öte yandan, kasideler genellikle padişahları medih için yazılan şiirlerdir. Kainattaki her varlık da taşıdığı engin mana ve hikmetlerle Allah’ı medih ve sena eden bir kaside hükmündedir.



5. "Bâhusus, o saray içinde, sinema perdeleri gibi, her saatte hakiki menziller teşkil edilip, kemâl-i intizamla, elbise değiştirir gibi değiştiriliyor..." cümlesini açıklar mısınız? Levh-i mahfuz hakkında kısa bir bilgi verir misiniz?

Kâinat mükemmel bir saraydır. Bu saraydaki her varlık çok sanatlı yapılmıştır ve sanatkârını ispat etmektedir. Bu mükemmel, sanatlı saray, her daim tazelenir ve yeniden inşa edilir. Üstad bu manayı ifade için, "sinema perdeleri"ni misal veriyor.

Sinemanın her perdesinde ayrı bir mâna ve tazelik vardır. sürekli değişmesiyle de izleyene bir lezzet verir ve dikkatleri çeker. Aynen bunun gibi, Allah da kâinatı daima değiştirip tazelendiriyor. İnsanları tefekküre, hayrete ve şükre davet ediyor.

Kâinat bir saray, bahar mevsimindeki milyonlarca bitki ve hayvan türleri, Allah’ın isim ve sıfatlarını bize ders veren birer menzildirler. Dünyadaki tebeddülatın ve değişimin çok hikmetleri var. Bunlardan en önemlisi, Allah, isim ve sıfatlarının tecellilerini gösterip ilan etmek için, mevcudatı zaman nehrinde sürekli akıtarak değiştiriyor, tazelendiriyor, tâ ki varlık sahnesine girmeyi bekleyen mevcudata yer açılsın.

Levh-i mahfuza gelince:

Levh-i mahfuz, bir kader defteridir ve Allah’ın Hafiz isminin en büyük tecellisine mazhardır. Levh-i mahfuzda her şey istisnasız ve son hâli ile yazılıdır. Burada bir değişiklik ve bozulma söz konusu değildir.

İşte Allah’ın ilmindeki bu varlıklar daire-i mümkinata intikal edince, yani zaman ve mekân kaydına girince, vücut kazanmış oluyorlar. Zaman ve mekân ise sürekli hareket halinde olduğundan, eşya burada kalıcı olamıyor. Bir müddet kendini gösterdikten sonra zevale gidiyorlar.

Allah’ın ilim dairesindeki eşya, kudret dairesine geçmek üzere yaratılmakta ve bu alemde üslendiği vazifeleri yaptıktan sonra ölüm ve zeval ile varlık sahnesinden çekilmekte, varlığını ilim dairesinde sürdürmektedir. Biz o eşyanın varlık sahnesinde geçirdiği safhaların tümüne “zaman” diyoruz.



6. "O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdit ediyor, kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor." İzah eder misiniz?

“Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki: Ay, Güneş lambaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni'-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdit ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor.(1)

Üstadımız burada üç yüz altmış tabiri ile bir sene ve sene içindeki günlere işaret ediyor burada beş gün altı saati yuvarlayarak ifade etmiş. 

Her gün yeni bir tecdid, bir tazelenme ve yeni bir zaman dilimi olduğu için Allah bir yılda üç yüz altmış beş gün bu işlemi gerçekleştirerek haşrin yani yenilenme ve yeniden dirilmenin provalarını gözler önünde sergileyip gösteriyor. 

Mesela, insan her gece uyku ile ölür sabah uyanmak ile yeniden dirilir. Bu da haşrin bir misali tecdid ve yenilenmenin bir örneği niteliğindedir. “O taktığı âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor.” cümlesi ile bu gibi inceliklere işaret ediyor. 

Bir asırda bir nesil ölür, yeni bir nesil dirilir. Bir yılda bir bahar ölür yeni bir bahar dirilir. Bir ayda bazı canlı türler doğar ve ölerek haşre numune olurlar. Bir günde de benzer haşir örnekleri vardır, hatta bazı canlılar bir saat gibi (mavi sinekler) kısa bir zaman diliminde ölüp dirilirler.

1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.



7. "Nihayet ihtilat içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor." Ne demektir?

Mesela bitkilerin, hayvanların, insanların ilk çıkış noktaları olan tohumlar, çekirdekler, spermler hem madde itibariyle hem şekil bakımından birbirine çok benzedikleri ve bu benzemelerin karışıklığa sebebiyet vermesi çok kuvvetli bir vesile iken hiç birisi karışmıyor mükemmel bir imtiyaz ve fark ile yaratılıyorlar. 

Dört yüz bin bitki türünün tohum ve çekirdekleri hem birbirine çok benzemesi hem toprak gibi karıştırmaya müsait kesif bir tabaka altında olmaları gibi faktörler yüzünden nihayetsiz bir ihtilat durumu sergiliyor. Böyle olmalarına rağmen sonsuz ilim, irade ve kudret bu muazzam karışıklık içinden hiç şaşırmadan hiç hata etmeden hiç karıştırmadan hepsini ayrı ayrı yaratıp şahsiyetlerini muhafaza ediyor. 

Milyarlarca insanın hepsinin temel kökü ve şifresi spermdir ve hepsi şekil ve yapı bakımından birbiri ile aynı gibidir. Bu kadar benzerlik ve karışıklıklar içinden her bir insanı tek tek yaratıp ayırmak, seçmek, tefrik ve temyiz etmek birer ilim, irade ve kudret mucizesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Ve o haşr ü neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini göster..." İhtilattan kasıt nedir? Biyoloji okuyan arkadaşa kabul ettiremiyoruz, zaten o çekirdeğin içinde o program var diyor?

"Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvanatın envaını, nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile..." Nasıl benzerlik ve fark vardır?



8. "Birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil’asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor." İzah eder misiniz?

"Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü gibi ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit bir tek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor." (1)

Güneşin tecellisiyle parlayan bütün kabarcıklarda ve parlak şeylerdeki ışıkların güneşten geldiği kabul edilmediği taktirde o zaman bu ışık ve hararetin, o parlak şeylerin kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalınacaktır.

Güneş, bütün parlak ve şeffaf şeyler üstünde tecelli eder, yansır. Yansıdığı şeyin üstünde de ışığı ve ısısı belirir. Bu da o ışık ve ısının güneşten geldiğinin bir delili bir vesikasıdır. Şayet o parlak şeyler üstünde beliren ısı ve ışığın bir güneşten geldiğini kabul etmezsek, o zaman o şeylerin içinde hakiki ve bizzat küçük bir güneşçiğin, yani bir ışık ve ısı kaynağının olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bu da bir güneşe bedel milyonlarca güneşi kabul etmemiz mânasına gelir. Yani bir tek güneşi kabul etmeyen kimse, parlak ve şeffaf şeyler adedince hakiki güneşleri kabul etmek zorundadır.

Şems-i ezel ve ebed olan Allah Teâlâ da esmâ-i hüsnâsı ile şu âlemi ve âlemdeki bütün eşyayı aydınlatmıştır. Aynadaki ışık Güneş’i gösterdiği gibi, şu âlem aynasında tecelli eden isim ve sıfatlar da Cenâb-ı Hakk’ı göstermektedir. Zira ışık kaynaksız olmadığı gibi, isim müsemmâsız, sıfat mevsufsuz olamaz.

Bütün mahlukat esmâ ve sıfatlara aynadırlar. Cenab-ı Hakk’ı kabul etmeyen insan bütün bu aynalardaki tecellilerin o aynaların kendi malı olduğunu kabule mecbur kalacaktır. Bu ise esmâ tecellileri adedince batıl ilahları kabul etmek demektir.

Sadece bir misal vermekle yetineceğiz: Meyvedar her ağaç Allah’ın Rezzak isminin bir aynasıdır. Her bir meyvesi -aynada temessül eden güneş gibi-, Rezzak ismini gösterir. Bütün rızıkların Rezzak isminden geldiğini ve o güneşin tecellileri olduğunu kabul etmeyen insan, o şuursuz odun parçası olan her bir meyve ağacını “rızık verici” bilme zilletine düşer.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.



9. "Toprakta, her bir zerresi, kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki, otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tazammun etsin." Toprağa dikkat çekilmesinin nedeni nedir?

Bir tohumun açılıp, vücut bulması için toprak, su ve güneş gibi unsurların yardımlaşması ve dayanışması lazımdır. O tohumu bir mâmul sayarsak, o mâmulün üretildiği fabrika da topraktır. Toprak, o tohuma hem kaynaklık hem de annelik vazifesi görüyor. Öyle ise toprak ile tohum arasında sıkı bir bağ vardır.

Toprak ve toprağı teşkil eden zerreler ya bütün bitkilerin plan ve programını bilen bir ilme ve onları tatbik sahasına dökecek bir kudrete sahiptirler ya da onlara bu işi yaptıran perde arkasında sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir Zât var. Cansız ve şuursuz toprağın birbirinden farklı milyonlarca bitkiyi tanıması elbette mümkün değildir.

Bir tohumun açılıp vücut bulmasında, sadece toprağın değil bütün kâinatın intizamlı bir şekilde çalışıp işlemesi gerekir. Zira o tohumun içindeki hayatın teşekkülü bütün unsurların ve sebeplerin işlemesine ve çalışmasına bağlanmıştır. Öyle ise bir tohumun vücudu bütün kâinatın vücudu ve çalışması ile mümkündür.