Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

İkinci İşaret Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:54    Güncellendi: 21.02.2025 21:54

İkinci İşaret Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Üstad Hazretleri, Efendimizin peygamberliğinin ispatı konusu üzerinde neden bu kadar durmuştur?

İman hakikatlerine en büyük iki delil Peygamber (a.s.m) ve onun elindeki Kitaptır. Bunlara inanan insan diğer iman rükünlerine de iman eder. Aksi halde hiçbir iman hakikatine inanmaz. Bu bundan dolayı Üstadımız birçok risalesinde Resûlullah Efendimizin (asm.) hakkaniyetini ispat etmeye özel bir önem vermiştir. Bu konuda Üstadımızın aşağıda naklettiğimiz harika ifadeleri, Peygamberimize (a.s.m) imanın bütün hakikatlerin esası olduğunu en açık şekilde ortaya koymuştur:

“Mesela, nasıl ki bir saray bulunsa büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lambası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lambasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa bütün menziller, derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lambasıyla merbut olmayan küçük elektrik lambaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lambasının düğmesini çevirerek kapatsa sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler."

"İşte ey nefsim! Birinci saray, bir Müslüman’dır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lambasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabb’ini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latîfeler, karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribat zararını onunla tamir edersin?"

"Hâlbuki ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalplerinden çıkarsalar da kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikadları kalabilir.”(1)

Üstad Hazretleri bu hârika misal ile Peygamber Efendimizi (asm) bir sarayın tamamını aydınlatan merkezî bir lambaya teşbih ediyor, bir Müslüman’ın her konuda ondan ışık aldığını, her şeyiyle ona bağlı olduğunu nazara veriyor. Bundandır ki bir Müslüman, Peygamber Efendimizden (a.s.m) alâkasını kesse, hem ruh âleminde, hem ahlâk dünyasında, hem de dünyevî işlerinde tam bir çöküntüye uğrar. Ve sonunda küfür karanlığına düşebilir.

Bir Hristiyan için durum çok farklıdır. Onun gerek şahsî hayatı, gerek toplum hayatı İncil ile değil, beşerî kanunlarla ve toplum kültürüyle belirlenmiştir. Bu kültürün bazı esasları, temelde yine dine dayanmakta ise de uygulamada durum çok farklıdır.

İslamiyet, hem ferdin şahsî hayatını hem de toplum düzenini tanzim konusunda emir ve yasaklar vaz’ettiği için, bir Müslüman’ın bu emirlere uyması sevap, uymaması günah ve isyan olmaktadır. Beşerî kanunların hâkim olduğu Hristiyan toplumlarda böyle bir durum söz konusu değildir. Onlarda emirlere uymanın bir mükâfatı yoktur. Ancak, yasaklara uymamanın cezâsı vardır. Yani toplumun düzeni, İlâhî emir ve yasaklarla değil, beşerî kanunlarla temin edilmektedir.

Bundan dolayı, bir Müslüman, Peygamber Efendimizin (asm) yolundan dönse, “hayât-ı içtimaiyyede bir zehir” hükmüne geçer.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal.



2. "Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?" Allah dileseydi, peygamberler olmadan da kendini tarif edemez miydi?

Allah’ın kendisini doğrudan bildirdiği ve tanıttığı sonsuz melekler vardır. Ancak, Allah’a tam itaat halinde olup bütün emirlerini harfiyen yerine getiren ve bundan büyük bir manevi lezzet alan bu nevin (meleklerin) makamları sabittir. Bir melek, yağmura müekkel ise, terakki ve tekâmül ederek ağaca, dağa veya denize müekkel bir melek haline gelemez. Allah’ın böyle sabit makamlı ve muti mahlukları zaten mevcut olduğuna göre, insanı başka bir İlâhî maksad için yaratmıştır. Bu maksat, Allah kelamında şöyle haber verilir:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Ayette geçen ibadet kelimesine birçok tefsir âlimi gibi Üstadımız da marifet manası vermiştir. Melekler de Allah’ı tanıdıkları, bildikleri ve O’na ibadet ettikleri halde bu vazifeyi en ileri derecede yerine getirenler başta peygaberler olmak üzere, kâmil insanlar ve bütün müminlerdir. Cenab-ı Hak meleklere olduğu gibi insanlara da kendini doğrudan tanıtsa idi, onlar da sabit makamlı varlıklar olurlar ve bu kâmil insanlar ortaya çıkmazdı.

Bu hikmete binaen insanlara, hayra da  şerre de yönelebilen bir irade, kötülüğü emreden bir nefis verdi. Onlara şeytanı musallat etti. Öte yandan insan nevini hastalıklara ve musibetlere maruz bıraktı. Böylece onları çok yönlü bir imtihanlarla tecrübe etti. Bu imtihanı kazananları meleklerin çok ilerisinde yüksek makamlara eriştirdi. Cenneti o hürmetli kullarına saadet beldesi yaptı. İnsan yaratılmasaydı, ne cennet yaratılırdı ne de cehennem.

İnsan nevinin yaratılmasının çok önemli bir yönü de yukarıda bir kısmına işaret ettiğimiz hadiselere maruz bırakılmasıyla meleklerde tecelli etmeyen bazı esmânın onlarda tecelli etmesidir. Mesela, insanlar yaratılmasaydı ne Şâfi ismi tecelli ederdi ne de Ğaffar ismi. Zira melekler hastalanmadıkları gibi, günah da işlemezler.



3. "Bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını" istememesi hiç mümkün olur mu?

Kesret çokluk demektir, vahdet ise birlik manasına gelir.

Semanın bütün yıldızları kesreti ifade eder, bunların aynı semada bulunmaları ise vahdettir. İnsanın yüz trilyon hücresi kesrettir, bunların bir tek beden olarak kendini göstermesi ise vahdettir.

Peygamber Efendimiz (asm) getirdiği iman nuru ile bir mü’mine semâ tabakalarını nasıl tevhid ile okutuyor ise, aynı mü’mine kesretin küçük bir cüz’ü olan çiçeği, böceği de aynı iman nuru ile okutuyor.

Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın rubûbiyet ve saltanatını kâinatta hem okuyor hem de insanlara okutuyor. Ayrıca insanların taleplerini ve isteklerini Allah’a arz etmekte bir rehber, bir elçi oluyor.

Evet, mi’raçta, Allah Resûlü (asm) bütün mahlûkatın ettikleri duâ ve ibadetleri, Allah’a hem kendi namına hem de mahlûkat namına takdim etmiştir.

“Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin...”(1)

(1) bk. Barla Lahikası, 220. Mektup.



4. "O Zât, (asm) ubudiyet-i küllîye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur." İzah eder misiniz?

“Ubûdiyet-i küllîye” kavramı, Nur Külliyatı'nda farklı yönleriyle çokça yer almıştır. “İyyake na’büdü” (Biz yalnız sana ibadet ederiz.) âyetinde, kişinin tek de olsa Rabbine karşı ibadet görevini ifa ederken "ben" yerine "biz" demesiyle üç ayrı cemaate işaret edildiği ibelirtilir: Birisi, dünyadaki bütün Müslümanlar, diğeri kâinatta Allah’ın kendilerine verdiği vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmekle ibadetlerini yapan bütün mahlûkat, üçüncüsü ise, insan vücudunda vazife yapan bütün hücreler, atomlar, duygular ve hislerdir.

İnsan, “İyyake na’büdü” derken bu üç cemaati niyet edebilse ubûdiyet-i külliye yapmış olur.

Kulluğun vazifelerinden birisi de şükürdür, bunun da küllî yapılması gerekir. İnsan sadece kendi yediği yemek için şükreder ve diğer küllî nimetleri unutursa yaptığı şükür dar bir dairede kalmış olur.

Kulluk vazifesi içine giren her ibadet, her tesbih, her şükür, her tefekkür,.. küllî yapılabilir.

İşte bütün bu kulluk vazifelerini en mükemmel ve küllî mânâda yapan tek Zât, Allah Resûlüdür (asm). Biz, şehadet getirirken, "abdühu" demekle O’nun (asm), bu vazifeyi en ileri derecede yerine getirdiğini ifade etmiş oluruz. O en ileri kul (asm), bütün kulların Allah katında elçisidir. Bir şehirden, padişahın huzuruna bir elçi gönderileceği zaman, nasıl o şehrin en kâmil ferdi seçilirse, sanki bütün kullar da Allah katında bir elçi seçmek istemişler ve bunu Hazret-i Muhammed (asm) olarak belirlemişlerdir.

Şehadet getirirken, "ve resûluhu" dediğimizde ise o en büyük, en ileri ve en kâmil kulun (asm), Allah’ın bizlere gönderdiği, bir hidayet rehberi, bir "beşîr" (müjdeleyici) ve "nezîr" (korkutup sakındırıcı) olduğunu dile getirmiş oluruz.



5. "Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubûdiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?" İzah eder misiniz?

İnsanın fıtratında çok hissiyatlar ve cihazlar vardır. Bunların bir kısmının yönü nefis, heva, akıbeti düşünmeyen kör hissiyatlar gibi kesrete, yani mâsivayadır. İnsanın şuur ve nazarını meşgul edecek çok arızalar ve marazlar da bu âlemde mevcuttur. Ama bunun yanında, kabiliyet olarak, mahlûkat içinde, Allah’a kul olmakta en cami’ ve küllî varlık da insandır. Bu yüzden insanların yüzünü kesretten vahdete, fenadan bekaya, mâsivadan Allah’a döndürecek bir nebi ve bir din lazımdır.

Bütün dinler ve peygamberler bunun için gönderilmiştir. Şayet dinler ve peygamberler olmasa idi, insanlık, kesretten vahdete, yani mahlûkattan Allah’a yönelemeyeceklerdi. Akıl ve kalpleri fani şeylerle oyalanacak ve bâd-i hevâ zayi olup gidecekti.

İnsanlığı batıldan hakka, yanlıştan doğruya, dalâletten hidayete, elemden saadete, kesretten vahdete çevirecek ve sevk edecek yegâne saik, din ve peygamberdir.



6. "Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, her biri bir burhan-ı kat’îdir ki, ulûhiyet risaletsiz olamaz." Vazife-i nübüvveti maddeler halinde açıklayabilir misiniz?

Aşağıda Üstat'tan naklettiğimiz kısa paragrafların hepsi ayrı birer madde olarak peygamberliğin vazifelerindendir.

"Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir."

"Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?"

"Hem mümkün olur mu ki, gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?"

"Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zat, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur."

"Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zatî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini aynalarda görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla -ki hem habibdir, ubudiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir- cemâl-i esmâsını gösterir."

"Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mucizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?"

"Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de rehber bir muallim tayin etmesin?"

"Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın 'Nereden? Nereye? Necisin?' üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?"

"Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?"

"Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?"

"Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, her biri bir burhan-ı kat'îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz."(1)

Allah’ın kâinatı yaratmasındaki sayısız maksatlar ve bu maksatların insanlığa ders ve tâlim ettirilmesi, peygamberlerin vazifeleri arasındadır. Bu noktadan bakacak olursak, peygamberlerin vazifeleri sayılmakla bitmez. Ama bütün bu vazifeleri özetleyen en büyük ve en şumullü vazife tebliğ vazifesidir. Onlar Allah’tan aldığı emir ve yasakları bütün insanlara söz, fiil ve hâl ile tebliğ etmekle mükelleftirler.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.



7. "Ulûhiyet risaletsiz olamaz." gibi ifadelere binaen; peygamberlik müessesesine neden ihtiyaç duyuluyor?

Işık Güneş'in varlığını nasıl ispat ediyor ve gösteriyorsa, peygamberler de Allah’ın varlığına öyle parlak bir delil oluyorlar. Misalde, Güneş ulûhiyeti ziya da nebileri temsil ediyor. Işık Güneş'tendir ve Güneş'ten haber verir, bildirir. Aynı şekilde nebiler de ulûhiyetin elçileridir, ışıklarını vahiy vesilesi ile ulûhiyetten alırlar.

İnsan sadece akıl ile Allah’ın varlığını bilse bile, şuunatını, sıfatlarını, isimlerini, emir ve yasaklarını bilemez. Demek nübüvvet, insanlığa ışığın Güneş'e lüzûmu gibi zaruridir.

Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) Kelâm-ı Rabbanî vasıtasıyla insanlık âlemine, imanın esaslarını, ubudiyetin esrarını, yaratılış sırrını ve hikmetin inceliklerini ders verdi. İnsanlara Allah’ın varlığını ve birliğini, isim ve sıfatlarını, emir ve yasaklarını öğreterek cehalet bulutlarını dağıttı, zemin ve âsuman O’nun nuru ile aydınlandı. Allah’ın esmâ ve sıfatlarına ayna olan kâinatı, en ileri seviyede okudu ve okuttu.

 “….Anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.”(1)

Evet, kâinat bir kitaptır ve bu kitabın mânaları ancak en büyük mürşit olan Resûlullah Efendimizin (asm.) tercümanlığı sayesinde okunmuş, anlaşılmıştır.

Kâinatın ve insanın yaratılış gayesini, insanın Rabbine karşı vazifelerini, hayatın ve ölümün hakikatini ve daha böyle nice hikmetleri bilmenin iki yolu vardır. Birisi bunları insanın ve kâinatın yaratıcısının kelamından öğrenmek, diğeri ise sadece kendi aklını esas alarak tahminlerde bulunmak.

Vahiyden mahrum bir akıl, madde âleminin yapısı ve vazifeleri hakkında bir şeyler söyleyebilir, ama “Bu âlem niçin yaratılmıştır, bu kâinatın sahibi kimdir, insan Rabbine karşı şükür görevini nasıl yerine getirecektir, bu dünyadan sonra hangi âleme gidilecektir?” gibi hakikatleri akıl tek başına bilemez. Bunlar ancak Kur’ân güneşinden istifade ile Peygamberimizin (asm.) rehberliğinde ve onun varisi olan âlimlere ittiba etmekle bilinebilir.

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.



8. "Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır." Efendimizin diğer peygamberlere üstünlüğünün İlâhî adalet yönünden izahı?

Bu soruda, adaletle eşitliğin karıştırıldığı anlaşılıyor. Cenab-ı Hakk’ın kainattaki icraatları eşitlik üzere değil adalet esasına bina edilmiştir. Bu hakikatin sonsuz misallerinden sadece kendi yüzümüze nazar edelim:

Göz ile kulak eşit değillerdir, ama her birine vazifesine uygun özellikler takılmakla adalet tahakkuk etmiştir.

Bu sorudaki anlayışa göre güneşin dünyaya, havanın suya, ceylanın aslana eşit olması gerekir. Bu ise ilahi hikmete de adalete de zıttır.

Bütün peygamberler, peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında fark yoktur. Hepsi Allah’ın en seçkin kullarıdırlar. Ancak bu seçilmiş zümre içerisinde de bazıları diğerlerinden manen daha üstün olabilir.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık, onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara, 2/253)

Sayıları yüz yirmi dört bin ile ifade edilen peygamberler içerisinden sadece dördüne kitap indirilmiş ve bunlardan da sadece birisi mi'raç mucizesine mazhar olmuştur.

Hazreti İsa aleyhisselamın Peygamberimize ümmet olmayı arzu etmesi, Onun (asm.) büyüklüğünün çok açık bir delilidir.

Bu konuyu Üstat Hazretlerinin akıllara durgunluk veren şu ifadesiyle tamamlayalım:

“Hem ism-i a'zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir...”(1)