Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

İkinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 21:58    Güncellendi: 21.02.2025 21:58

İkinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Kerem ve rahmet ifadeleri ile Kerîm ve Rahîm isimleri arasındaki fark nedir? Bu soru diğer bablar ve hakikatlerde geçen ifadeler için de söz konusu olduğundan, genel bir izah yapabilir miyiz?

Hikmet, kerem, rahmet, inayet, adalet,.., kelimeleri, gramer olarak, “mastardırlar”; fiillerin kaynağıdırlar.

Meselâ, "hikmet" mastarından “hâkim” ismi çıkmıştır. Şu var ki, bu “mastar manalar” bazen isim olarak da kullanılmaktadırlar. Bu yönleriyle bu kelimelere “fiilimsi” denilmektedir. Bilindiği gibi, bir kelimenin başında “lam-ı tarif”  (el-… ) bulunması, onun isim olduğunu gösterir. El-Hikmet, el-İnayet… şeklindeki kullanımlarda, bu kelimeler isim vazifesi yapmaktadırlar. Ancak, burada geçen “isim” kelimesi, bunlardan türeyen ism-i faillerdeki “isim” ile aynı değildir. Yani, bunlar, gramer olarak isim sınıfına girerler, ancak ism-i fail değillerdir.

“Hikmet” kelimesini misal alarak diyebiliriz ki, hikmet mastardır, “el-Hikmet” isimdir; “Hâkim” ise Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir. Rezzak isminin, rızık verme fiilinden gelmesi gibi, bu isim de hikmetli iş görme şe’ninden gelmektedir. Yani bu isim fiilî bir isim olmayıp, şuûnat-ı İlâhîyeden bir şe’ne dayanmaktadır.

“El-hikmet”, bir işte, bir sözde yahut bir davranışta “fayda bulunması” demektir ve ism-i fail değildir; “Hikmetin başı Allah korkusudur.”(1) hadis-i şerifinde olduğu gibi.

Diğer kelimeler de bu şekilde değerlendirilebilir.

Şunu da ifade edelim ki, meselâ, hikmet kelimesi tek başına sıfat değildir. “Hikmet sahibi, hikmetli.” dediğimiz zaman sıfat olur. Bu yönüyle Hakîm ismi aynı zamanda sıfat görevi de yapmaktadır. “Hakîm Allah” dediğimiz zaman hakîm ismi, Allah’ı hikmet sahibi olmakla tavsif etmiş olur.

(1) bk. El-Münâvî, Feyzü’l-Kadir, III/574.



2. "...nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat..." Burada "gayret" kelimesinin ıstılahi manasını nedir?

"Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?"(1) 

Gayret: Kelime olarak dikkatle ve sebatla çalışmak manasına geliyor. Istılahta ise din, iman, vatan, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete geçmek ve mukabelede bulunmak manasına geliyor.

Bu kelime Allah için kullanıldığında ise; mütecavizleri cezasız bırakmaması, onları cezalandırma şuûnatı şeklinde ifade edebiliriz. Kâmil bir insan hangi duygu ve gayret ile mütecavizlere karşı harekete geçiyor ise, -tâbiri caiz ise- Allah da daha âli, daha ulvî bir şuûnat ile mütecavizleri cezalandırır. İnsandaki cüz’î şefkat nasıl Allah’ın küllî şefkatine işaret ediyorsa, insandaki cüz’î gayret de Allah'taki küllî gayrete işaret ediyor.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, İkinci Hakikat.



3. Onuncu Söz'ün İkinci Hakikat'inde geçen "nihayetsiz merhamet"i nasıl anlayabiliriz? Nihayetsizliği özellikle merak ediyorum...

Kâinatın umumunda görülen şefkat ve kerem eserleri, Allah’ın şefkat ve kereminin nihayetsizliğine işaret eden birer levha ve birer ipuçları mahiyetindedirler. Küçük su damlaları ve sızıntıları nasıl büyük bir su kitlesine işaret ediyorlarsa, kâinatta görülen şefkat ve ikram damlaları da nihayetsiz bir şefkate ve kereme işaret etmektedir.

Kâinatta görülen bu sayısız eserler, elbette Allah’ın nihayetsiz rahmet ve keremine tam manasıyla bir mikyas ve bir mihenk olamazlar, ama O’nun varlığına ve haşmetine kat’î bir delil olurlar.

Allah’ın kereminin haşmetini, kâinattaki tecellileri ile anlayabilirsek, nâmütenahi olduğunu da aklen ve mantıken anlarız. Evet, ulûhiyet bütün kemal sıfatların Cenâb-ı Hak’ta olmasını aklen iktiza eder. Allah’ta şefkat ve kerem sabit olduktan sonra, bunların ezelî olması da zarurîdir. Çünkü geçici ve sınırlı bir vasfı, sınırsız ve sonsuz bir İlaha vermek mümkün değildir. Çünkü mantıkça iki zıddın bir yerde bulunması imkânsızdır. Yani Allah birçok vasıfları ile ezelî iken, bazı vasıfları ile sınırlı olamaz. Hiçbir akıl ve mantık bunu kabul etmez.

Allah ya nihayetsiz şefkat ve kerem sahibidir ya da değildir. Değildir demek mümkün olmadığına göre, çünkü kâinat bu menfi hükmü bütün eserleri ile tekzip ediyor; öyle ise O, nihayetsiz şefkat ve kerem sahibidir.



4. Onuncu Söz İkinci Hakikat'ta, mahlukatın Cenab-ı Hakk'a itaatleri nasıl onun izzet ve gayretini gösterir?

İzzet ve haysiyet sahibi bir zât, çok büyük ve güzel bir tesis açıp içinde muhtelif işlerde vazifelendirmek için insanları istihdam ediyor.

Bu açtığı tesiste, kendi şeref, haysiyet ve unvanlarına uygun olarak kâideler ve prensipler koysa ve tatbik edilmesini emretse ve o tesiste, onun şeref ve haysiyetinin muktezasınca hareket edilirse, bütün işlerin ahenkli bir şekilde sevk ve idaresinde o zâtın izzet ve azameti çok açık ve net bir şekilde görünür.

Aynen bunun gibi, kâinata dikkatle bakılsa, her şeyin Allah’a itaat ettiği görülür. Ne Güneş büyüklüğüne ve cirmine güvenip O’na itaatsizlik edebilir, ne de gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop O’nun nazarından kaçabilir. Her şeyde tam ve eksiksiz bir itaat ve imtisal vardır. Bu da açıkça O’nun izzet ve azametini gösterir. İtaat etmeyen kâfir ve müşrikleri ebedî ve şiddetli bir cezaya çarptırması O’nun izzetindendir.

Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azameti karşısında her şey ve herkes itaat etmeye mahkûmdur. O halde kâinatta açıkça görünen itaat ve sükûnet de O’nun izzet ve azametini gösterir.

“En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.”(1)

cümlesi, kâinattaki bu mutlak itaate işaret eden veciz bir ifadedir.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, İkinci Suret.



5. "Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor." Hastalık manasında mı dert olarak düşünmeliyiz? Bütün dertlere derman veriliyor mu?

“En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor.”(1)

Dert burada insanın başına gelen her türlü hasatlıklar, musibetler, belalar ve sorunlar anlamında kullanılıyor. Derman da bu sayılan sıkıntılara getirilen çözümler oluyor. Yani Allah kullarına dert veriyorsa, dermanını da gönderiyor demektir, derdi verip dermansız bırakmıyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m) bu hususa şu şekilde işaret ediyor:  

Ebu'd Derda (r.a) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah Teâlâ Hazretleri hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın."(2)

Ebu Hüreyre'nin Buhârî'de gelen bir rivayetinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır:

"Şâfi-i Kerim Allah Teâla Hazretleri, her ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir."

Ebu Dâvud ve Tirmizî'de şu ziyade var: "Tek bir hastalığın ilacı yoktur." dedi. Kendisine: "O hangi hastalıktır?" diye soruldu da: "İhtiyarlık!" cevabını verdi.(3)

Dertlerin dermanını aramak ve bulmak da insanlığın ortak bir vazifesidir. Nasıl rızık için çalışmamız gerekiyorsa, dünya eczanesinde örtülü olarak bulunan ilaçları bulmak için de çaba ve gayret sarf etmemiz gerekiyor. Tıp ilmi de bu ihtiyaçtan dolayı teşekkül etmiştir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, İkinci Hakikat.
(2) bk. Ebu Dâvud, Tıbb 11, (3874).
(3) bk. Buhârî, Tıbb 1, Ebu Dâvud, Tıbb 1, (3855); Tirmizî, Tıbb 2, (2039); İbnu Mâce, Tıbb 1, (3436).



6. "Rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır." İzah eder misiniz?

"Hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil  bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır." (Sözler, 10. Söz, İkinci Hakikat)

Allah bütün nimetleri insanlığa ve canlılara çekirdek, tohum ve nutfeler vesilesi ile gönderiyor. Bahar mevsiminde bu çekirdek, tohum ve nutfeler açılıyor, içinden eşsiz hazine değerinde nimetler çıkıyor ve canlılar bu nimetlerden istifade ediyorlar.

Sonra yine başka baharda açılmak üzere yeniden çekirdek, tohum ve nutfeler içinde muhafaza edilip nimetlerin devamlılığı sağlanıyor. 

Küçücük bir çekirdeğin içine tonlarca meyve saklamak ve vakti geldiğinde bunları çıkarıp sergileyip muhtaçlara sunmak, muazzam bir güzellik ve muhteşem bir şefkat şölenidir.



7. "Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi..." cümlesinde geçen canavarlardan kasıt nedir?

Burada "canavarlar"dan maksat, fıtratına konulmuş et yiyicilik ve ihtiyacı için kullanacağı gücü, yanlış yerde kullanıp hayvanlar aleminde anarşi çıkaran aslan, kaplan, timsah, kurt, kartal gibi yırtıcı ve güçlü hayvanlardır. Bunların helal rızıkları ölmüş hayvanların leşleri olup, zahiri vazifeleri de çevreyi temizlemek ve kokuşmaları önlemektir. 

İnsandan başka kâinatta her şey, tam bir itaat içindedir ve vazifelerini mükemmel yaparlar. İnsanın itaat edip etmemekte serbest bırakılması ise dünya imtihanının bir icabıdır. Yoksa Allah insanı da diğer mahlûkat gibi itaatkâr kılabilirdi. O zaman da imtihana gerek kalmaz ve dünya ortamı olmazdı. 

Her şeyin mükemmel bir ahenk ve nizam içinde hareket etmesi, itaatin en büyük delilidir. Bugünkü fen ilimleri, eşyanın vazifesini ve birbirleriyle muvazenesini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ne Güneş büyüklüğüne güvenip isyan edebilir, ne de karınca küçüklüğüne güvenip gizlenebilir. Her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elindedir.

"Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."(1)

Burada canavarların ifade edilmesinde insana bir ikaz ve ihtar var.

"Bazı canavarlar" denilmesiyle, canavarların da büyük çoğunluğunun fıtrat kanunlarına itaat ettiklerini beyan ederek "İnsana ne olmuş ki iman ve ibadet ile Allah’a itaat etmiyor?!." ikazında bulunuluyor.

Bazı canavarlar tekvinî şeriata aykırı hareket ettiklerinde dünyada cezalarını görürler. Üstat Hazretleri bir risalesininde kaplan gibi hayvanların helal rızkının ölü hayvanlar olduğunu belirtir ve ceylanın yavrusunu yediğinde bir avcı tafından vurularak cezasını gördüğünü ifade eder.

Öyle ise “Cehennem haktır, ayn-ı adalettir!..”(2) sözü, insanın ne kadar büyük bir zulüm ve haksızlık içinde olduğuna îma eder.

Vazifesizlik ve itaatsizlik bütün kâinatın hakkına ve hukukuna bir tecavüz ve bir zulümdür.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 6.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele.



8. "Hem, insan ve bazı canavarlardan başka..." Bazı vahşi hayvanlar akıllı olmadıkları halde, neden emre uygun hareket etmiyor; hikmeti ne olabilir?

"Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvânattır. Hayvânat dahi, iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarîleri olduğundan, amelleri hâlisen livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için, Mâlikü'l-Mülki Zü'l-Celâli ve'l-İkram, kerîm olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor."(1)

Üstadımızın yukarıda da ifade ettiği gibi, hayvanların basit de olsa bir iradeleri var. Lakin bu irade âhirette mesuliyet getirecek bir irade değildir. Ama bu iradenin dünyada birtakım neticeleri olabiliyor.

Hayvanların vahşi fıtratları ve basit de olsa bir iradelerinin olması, onları canavar olmaya itiyor. Bu da ilahî hikmetin bir takdiri oluyor. "Hem insan ve bazı canavarlardan başka” ifadesi de bu mânâya işaret ediyor.

Zararlı ve vahşi hayvanlar şerri, kötülüğü ve cehennemi temsil ederken, zararsız ve mûnis hayvanlar da hayrı, iyiliği ve cenneti temsil ediyorlar. Hepsinin bir yaratılış gayesi bulunuyor ve ilahî isimlerin tecellisine ayna ve mazhar oluyorlar.

Yılan, çıyan, akrep gibi hayvanlar insana bir ürperti ve korku verirken, kuzu, koyun, serçe gibi mûnis hayvanlar da insana huzur verirler.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal.



9. "Bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor." Burayı izah eder misiniz?

"Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor."(1)

İtaat, ancak kuvvet ve azamet karşısında olur. Yani birisi, birisiyle baş edemediği zaman, ona itaat eder. Dolayısı ile itaat, kuvvet ve heybetin tabiî bir neticesidir.

Allah, sonsuz sıfatlarıyla nihayetsiz azamet ve kibriya sahibi olduğu için, O’nun karşısında her şey mutlak bir itaat içindedir.

Kâinatın en küçük zerresinden en büyük galaksisine kadar, her şeyin mükemmel bir nizam ve mutlak itaat içinde olması, Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz kudret ve azametini ispat eder.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, İkinci Hakikat.



10. "İncir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi..." İncir ağacı çamur yeseydi; altındaki toprak azalırdı. Bunu nasıl anlamalıyız?

Çamur, toprak ve suyun karışımıdır. Sadece incir ağacı değil, bütün ağaçlar çamur yer, yani kökleri vasıtasıyla topraktan ve sudan istifade ederler.

Bitkiler topraktaki minerallerle beslenirler. Suyu ise hem bu mineralleri taşıma vasıtası olarak hem fotosentez gibi reaksiyonları gerçekleştirme için hem de atık maddeleri terleme yoluyla boşaltım maksadıyla kullanırlar. Dolayısıyla bitkiler suyu ve toprağı kullanırken, toprakta bir eksilme söz konusudur. Bu eksilmeyi saksı bitkilerinde müşahede etmek mümkündür. Belli bir süre aynı topraktan beslenen bitkiye artık saksı içindeki toprak kifayet etmez duruma gelir. Bu azalmadan dolayı toprak yenilenir veya üzerine ilave yapılır.

İncir gibi ağaçların toprakları da eksilir, fakat bu gözle görünür bir eksilme değildir. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu yenilenme kanunuyla toprak, yağışlar, taşların ufalanması, azot bakterilerinin toprağa azot bağlaması ve toprağı zenginleştirici diğer amiller sayesinde yenilenir...



11. "Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine layık ihsan ister." İzah eder misiniz?

"Bu âlemin Mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti,  nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır. Nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin tedibini ister.  Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine layık ihsan ister. Halbuki, bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecelli eder." (Sözler, 10. Söz, İkinci Hakikat)

Sonsuz bir cömertlik sonsuz ihsan ve ikramlarda bulunmak ister, sonsuz rahmet ve şefkat de kendi şanına layık bir iyilik ve ihsanda bulunmak ister. Bu da ancak sonsuz bir cennet ile mümkün olabilir. Allah’ın sonsuz kerem ve şefkat sıfatları, sonsuz bir alemin yaratılmasını iktiza ederler. Böyle sonsuz sıfatların kararsız, gelip geçici dünya ile iktifa etmesi mümkün olmadığı için, sonsuz ahiret hayatı yaratılmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Ve vüs'at-i rahmet ve kerem-i İlahinin muktezasıdır." ifadesinden maksat nedir?



12. "Dönmemek üzere zevâl ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş'um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle,.." İzah eder misiniz?

"Bir daha dönmemek üzere zevâl ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş'um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir."

İnsanın ebedî olarak hiçliğe ve yokluğa atılması, bir daha dönmemek üzere diriltilmemesi, Allah’ın bütün isimlerine ve onların mânâlarına zıt bir durumdur.

Şefkati musibete: Allah’ın sonsuz şefkatinin en büyük delili, şu kâinat ve kâinat içindeki hayat sahiplerinin mazhar olduğu ikram ve ihsanlardır. Şayet bu hayat sahipleri ebedî olarak yokluğa atılsalar, bu dünyada tecelli eden bütün şefkatler acıya dönüşür.

İnsan ne kadar ihsan ve ikrama sahipse, o kadar elem ve azap çeker. Zira her ikram ve ihsan ayrılık ve yokluk vesilesiyle insanda bir yara açar. Meselâ; bir anneye Allah, şefkatinden sevimli bir yavru verdi. Belli bir müddet sonra bu yavruyu alıp yokluğa atsa, başlangıçta şefkat olan mana bu kez elem ve acı haline döner.

Muhabbeti hırkate: Hırkat; ayrılık ateşi demektir. Muhabbetin cemal, ihsan ve kemal olmak üzere üç sebebi vardır. Yani insan bu üç sebepten dolayı muhabbet eder. Allah bu üç sebeple kendisini kullarına tanıtıp sevdirdikten sonra, onlara "Sizi yokluğa ve hiçliğe atacağım." dese, kulların sevgisi ayrılık ateşine dönüşür. İşte böyle hikmetsiz bir icraattan Allah münezzehtir.

Nimeti nıkmete: İnsanın dünyada mazhar olduğu nimetler, insanda bir ünsiyet ve ülfet meydana getirir. Yani insan bu nimetlere alışır ve aşina hale gelir. Kalbinde bir muhabbet kökleşir ve yerleşir. Şayet Allah insanlığa; sonunda sizi ebedî olarak yokluğa atacağım dese, insan ülfet ettiği bu nimetler sayısınca azap ve acı duyar.

Aklı meş'um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı, yani sönmesi lâzım gelir. Akıl bütün bu manaları düşünen ve insana azap yaşatan, uğursuz bir alet olmuş olur.

Nimet ve lezzeti azaba çeviren, insanın aklını küfür dairesinde kullanmasıdır. Mutlak yokluk fikri, Allah’ın kâinatta tecelli eden rahmet manasını ve şefkat hakikatini söndürür.



13. Zalime izzet, mazluma ise zillet tabiri zahiren muvafık görünmüyor. Burada zillet tabiri farklı bir manayı mı çağrıştırıyor?

Burada izzet ve zillet kelimeleri, hâkimiyet ve mahkûmiyet mânasında kullanılmıştır. Bu dünyada birçok zalimin mazlumları ezdikleri, onları fakir, perişan ve zelil hale getirdikleri bir vâkıadır. Mazlum zelil olunca, onu ezen, ona hâkim olan zâlim de izzet makamına geçmiş oluyor.

Hakikat şu ki, hak yolda gittiği halde zulme uğrayan insan, davâsının hak olması cihetiyle yine azizdir. Zulüm ise alçak bir sıfat olduğundan, zâlim kişi rakibine hâkim de olsa yine zelil ve aşağı bir kişidir.

Burada, şahısların bu manevî halleri değil, dünya hayatında oynadıkları rol esas alınıyor.

Burada esas olarak, dünyadaki bu zahirî izzetin de zilletin de geçici olduğu, dünya hayatının kapanmasıyla zâlimin ebediyen zelil ve perişan olacağı, mazlumun ise kısa süren bir zillet ve mahkûmiyetten sonra, âhirette imanından gelen bir izzetle ebediyen mesut olacağı ders verilmektedir.

“Âlemde çok görüyoruz ki: Zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar.”(1)

Zalim ile mazlumun müsavi olması nihayetsiz adalete sığışmayacağından, "bir mahkeme-i kübra ve bir ma’dele-i ulyanın olması”(2) lazımdır ki adalet yerini bulsun.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
(2) bk. age., Onuncu Söz, On Birinci Suret.



14. "Kurûn-u sâlifede cereyan eden asi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur." İzah eder misiniz?

Geçmiş asırlarda günaha, sapkınlığa ve inkâra sapan milletlerin helak ve azaba maruz kalmaları gösteriyor ki, insan başıboş değildir. Her an ilahi cezaya maruz kalabilir. 

Tarihte Ad, Semud, Lut, Nuh, Medyen, Sebe vesaire gibi kavimlerin şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları, insanın başıboş olmadığının bir ispatı niteliğindedir. Kavimlerin topluca helak edilme tecellisi, belki ümmet-i Muhammed açısından bir istisna yapılmış olabilir. Ama ceza ve tedib, afet ve belalar ile aynen devam etmektedir. Günümüzde deprem, sel, geçim sıkıntısı vesaire gibi musibetler bunun bir devamı niteliğindedir.



15. Rahman-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil imanla tanımak, sevdirmesine mukabil ibadetle sevmek ve sevdirmek, rahmetine karşı şükür ve hürmetle mukabele etmek, ne demektir?

Bu üç şıklı sualin birinci şıkkı şu hadis-i kudsîye bakıyor:

“Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak (bilinmek) istedim de mahlûkatı yarattım.”(1)

Cenâb-ı Hakk’ın kendisini tanıttırmak istemesine karşı kula düşen vazife, O’na Kur’an'ın bildirdiği gibi iman etmek, isimleriyle, sıfatlarıyla O’nu tanımaktır.

Üstad'ın On Birinci Söz’de geçen şu ifadeleri de konuya açıklık getirmektedir:

"Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız.”(2)

Allah’ı güzelce tanımak, O’na Ehl-i sünnet itikadına göre iman etmekle olur. Hıristiyanlar teslis inancına sapmakla O’nu güzelce tanımaktan uzaklaştıkları gibi, bütün dalâlet fırkaları da az veya çok bu mânâdan uzak kalmışlardır.

Sualin ikinci şıkkı şu ayet-i kerimeye bakıyor:

“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin. Ta ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 3/31)

Yine On Birinci Söz’de geçen şu ifadeler de bu manayı ders vermektedir:

“Hem, bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile O’na muhabbet ediniz.”(3)

Var olmamız, hayata kavuşmamız, insan olmamız, akıl nimetine erişmemiz, her biri bin cihan değer binlerce organ ve hissiyat ile donatılmamız, hep bize Allah’ın ihsanlarıdır. Ve bütün bunlar Allah’ın insanı sevdiğinin alametidirler.

İnsan, ahsen-i takvimde, en mükemmel bir mahiyette, en zengin kabiliyetlere sahip yaratılmakla Allah’ın en mükemmel eseri olmuştur. Allah bu en mükemmel eserini sevmekte ve bütün kâinatı ona hizmet ettirmektedir.

Bu hadsiz nimetlere karşı insanın da şükür ve muhabbetle mukabele etmesi gerekir. Bunu ise ancak Allah Resûlüne (asm.) ittiba etmek, onun izinden gitmekle başarabilir.

Sualin üçüncü şıkkını şu hadis-i şerif çok güzel ortaya koyar:

“İnsan ihsanın kuludur.”(4)

İnsanın yaratılışında nimete karşı şükretmek vardır. Bu vazifeyi her insan yerine getirir. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü meşhurdur. Şu var ki, iman nurundan mahrum kalmış kişiler teşekkürlerini sebeplere verirler. Bütün hayrın Allah’ın elinde olduğunu bilmez, O’nun kullarına yine O’nun ihsan ettiği nimetlerden faydalandıklarında şükürlerini bu kullara yapar ve aldanırlar.