Önce şunu ifade edelim: Hikmet ve adalet denilince nelerin anlaşılması gerektiği Üçüncü sorunun cevabında maddeler halinde verilmiştir. Burada ahirete bakan yönlerine temas edilecektir.
Haşir Risalesi’nin her bir hakikati bazen bir bazen de iki ismin tecellisiyle âhiretin varlığını ispat eder.
Hikmet penceresinden âhiretin varlığına iki şekilde bakılabilir:
Birincisi: Eğer âhiret olmazsa, şu göz önündeki bütün icraatların israfa ve abesiyete inkılâb edecek olması.
İkincisi: Rububiyette hâkim bir hikmetin, Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini, isyan edenlerin de cezalanmasını istemesi, yani hikmet-i hükümetin âhireti iktiza etmesi.
Üstadımız bu Üçüncü Hakikat'te hikmetin ikinci cihetini izah etmiş. Hikmetin birinci cihetinin âhireti iktizası ise Onuncu Hakikat'te izah edilmektedir.
Hikmet: Her işte menfaatin gözetilmesi, abes bir işin yapılmaması, her bir şeye birçok vazifeler yüklenmesi gibi manalara gelir. Hikmetin zıddı, faydasızlık, israf ve abesiyettir.
Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki, onda tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. İnsanın bütün âzâları ve hücreleri nice hikmetlerle iş görüyorlar.
Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması, nihayetsiz bir hikmete delâlet eder. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumunda dercetmek; büyük bir ağacın amel sahifelerini küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.
Her fen kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her fennin konusu da bu hikmetin kendisidir.
Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.
Adalete gelince;
Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adâletin zıddı ise zulümdür.
Cenâb-ı Hak nihayet derecede âdildir.
Şimdi şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki, bütün mahlûkatın erzak ve teçhizatı lâyık-ı veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahlûk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, bir kartala da sinek kanadı takılmıyor. Her varlığın hangi cihazlara ihtiyacı varsa, o cihazlar ile teçhiz ediliyor. İşte her şeye hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, sûret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, nihayetsiz bir adâlet ile iş görüldüğünü ispat eder.
Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zâlimlerden almaktır. Adâletin bu manasıyla da tarih sayfaları zâlimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zâlimlere Âdil ismi ile semavî tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.
Şu var ki, bu dünya adâletin bu tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adâletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır.
Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adâlet; insan gibi en büyük bir mahlûkun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adâletini hiçe indirsin?
Hâlbuki hakikî adâlet ister ki, mazlumun hakkı zâlimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nisbetinde değil; belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak âhiretin gelmesi ile mümkündür.
Hikmetin en yaygın manası “gaye, fayda, sır”dır. Sır, hemen anlaşılması zor olan ince manalar, derin maksatlar ve faydalar demektir.
Hikmetin zıddı abesiyettir. Yapılmasında hiçbir fayda olmayan, söylenmesinde hiçbir mana bulunmayan boş işler ve sözlere “abes” denir.
Kâinat, baştanbaşa ilim ve hikmetle yazılmış İlâhî bir kitaptır. Üstat Hazretleri fenler için “cevasis” (casuslar) tabirini kullanır. Kâinatta gizli olan hikmetleri araştıran her ilim Allah’ın bütün işlerinin son derece hikmetli olduğunu ortaya koyarlar. İnsan, kâinatın bir küçük misali olduğundan aynı hakikati her bir insan kendi vücudundaki ilâhî sanatlarda ve Rabbanî icraatlarda rahatlıkla görebilir ve okuyabilir. Saçtan tırnağa, akıldan hafızaya kadar bütün maddî ve manevî cihazlarımız hikmetle dokunmuştur; içbiri faydasız ve abes değillerdir.
Bu kısa izahtan sonra hikmetin ifade ettiği manaları maddeler halinde sıralayalım:
- Hikmet; işleri en doğru ve uygun biçimde yapmaktır.
- Hikmet, eşyanın hakikatinden bahseden bir ilimdir. Bu manada felsefeye de “ilm-i hikmet” denilmiştir.
Üstad ise “ilm-i hikmet dedikleri felsefe” ifadesiyle, bu tarife iştirak etmediğini göstermektedir. Zira aklın mahsulü olan felsefenin, özellikle metafizik sahada, çok yanlış tahminlerde bulunduğu, batıl hükümlere vardığı bilinmektedir. Bunların ise hikmetle bir ilgisi olamaz.
İlâhî Fermanın bir isminin de Kur’an-ı Hakîm olması çok manalıdır. Ona uyan kişi inançta ve düşüncede istikamet yoluna girmiş demektir. “Necisin, nereden gelip nereye gidiyorsun? Bu dünyada vazifen ne? Bu kâinat ve ondaki hadiseler ne mana ifade ediyor?” suallerinin doğru cevapları ancak Kur’an'dan öğrenilebilir.
- “Hikmet, eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler” şeklinde de tarif edilmiştir.
- Hikmetin bir tarifi de “ilimle beraber amel” şeklindedir. Sadece ilim olursa, buna hikmet denilmiyor. Bir kişi içkinin zararlarını mükemmel şekilde anlattığı halde içki içmeye devam ediyorsa, bu şahsa “hikmet sahibi” denilmez.
Son verdiğimizin tarifi, bazı zâtlar “faydalı ilim ve salih amel” şeklinde ifade ediyorlar.
- Hikmet, insandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere kullanılmasıdır. Nur Risalelerinde insandaki kuvve-i akliyenin ifrat mertebesinin cerbeze (hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâ), tefrit mertebesinin gabavet (anlayış kıtlığı, aptallık), istikametinin ise hikmet olduğu ifade edilir.
Hikmetle ilgili iki ayet-i kerime:
“...Kime hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir...” (Bakara, 2/269)
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et...” (Nahl, 16/125)
“Adâlet kavramı”nı da ana hatlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
- “Adalet”in kelime manası hak ve hukuka uygunluk demektir.
- İlâhî adalet ikiye ayrılıyor. Birisi her hak sahibine hakkını vermek, diğeri ise zâlimleri cezalandırmak.
Cenâb-ı Hak, hayat verdiği bir mahlûkuna görme, işitme gibi duygular da veriyor. Bunlar hayat için zarurî ihtiyaçlardır. Öte yandan, canlılara mide verdiği gibi rızık da yaratıyor. Bu rızkı bulmaları için o hayat sahibine bir takım cihazlar takıyor; kuşlara kanat, aslanlara pençe vermesi gibi. Adâletin bu şıkkının bu dünyada sayılamayacak kadar misalleri vardır.
Diğer şık olan “zâlimlerin cezalandırılması” ise büyük bir ekseriyetle âhirette tahakkuk edecektir. Bu imtihan dünyasında peşin mükâfat verilmediği gibi, peşin ceza da verilmiyor. Bazen, ibret için, bu dünyada da zâlimlerin ceza gördüğü oluyor.
Âhirette insan zerre kadar hayır işlemişse onu yazılmış olarak bulacak ve görecek, aynı şekilde zerre kadar şer işlemişse onu da görecektir. Bu görme hâdisesi mahşer meydanında, mizan safhasında olacak, günahların ve sevapların hangisi galip gelirse ona göre insan cennete yahut cehenneme gidecektir.
İnsanların adâlet uygulamalarında da iki farklı tarz ortaya çıkmaktadır:
Adâlet-i mahzâ ve adâlet-i izafîye.
Adâlet-i mahzâ, “tam ve mükemmel adâlet, bir ferdin hakkını bütün insanlar için de olsa feda etmeyen adâlet” şeklinde tarif edilmektedir.
Adâlet-i izafîye ise “toplumun menfaati için ferdi feda eden”, bir başka ifadeyle “küllün selameti için cüz’ü feda eden” adâlettir.
Bir şahsın arazisinden yol geçiyor ve istimlâk edilmesi gerekiyorsa, adâlet-i mahzâya göre o şahıs razı olmadıkça arsası istimlâk edilemez. Adâlet-i izafiyeye göre ise edilir.
Üstad'ın şu ifadesi bu noktada çok mühimdir:
“Adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zülümdür.” (Mektûbat, On Beşinci Mektup)
Hikmet; bir şeyin gayeli ve menfaatli olmasına denir. “Adâlet” ise, her hak sahibine hakkının verilmesi demektir.
Bu alemde bütün işler hikmet ve adâlet ölçüsü ile yapılıyor. Kâinatın netice ve meyvesi ise insandır ve insan hayatının en büyük gaye ve neticesi ise iman ve ubudiyettir.
Öyle ise şu kâinatın kurulması, hikmet ve adâlet ile işlettirilmesi, hep insanın iman ve ibadet vazifesine bakıyor.
Üstadımızın buyurduğu gibi;
“Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor.”(1)
Bu dünya hayatının mahsulleri bir başka âleme gönderilmese, o zaman bu kâinat kendi mahsulünü yine kendi içinde mahvedip ortadan kaldıran hikmetsiz bir fabrika gibi olur. Buna akıl ve hikmet müsaade etmediğine göre “Kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi” olan insanlardan, Allah’ın emirlerine göre hareket edenlerin mükâfat göreceği, isyan edenlerin de cezalandıracağı bir başka âlem olacaktır.
Cenâb-ı Hak, bu kâinatı ve içindekileri hep insana hizmetkâr kılmış, her şeyi onun istifadesine göre tanzim etmiştir. Öyle ise insan, iman ve ibadeti terk ederse, hem hikmetsiz iş yapmış hem kâinata ihanet, hem de onda tecellî eden isimlere hürmetsizlik etmiş olur. Allah’ın adâlet ve hikmetine en uygun davranış, iman ve ibadettir.
Adâlet ve hikmetin muktezasınca insanların iman ve ibadetinin mükâfata, isyan ve inkârının ise mücazata tâbi tutulması gerekiyor. Hâlbuki bu dünyada ne mücazat ne de mükâfat görünmüyor. Demek ki bunların kemaliyle tecellî edeceği bir dâr-ı âhiret olacaktır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad.
Lem’alar’da küfür için şu ikili tasnif yapılır:
“Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer'î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş."
"İkinci kısım ise, amelî ve fer'î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, bâtılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. …"
"İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilâtlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır.”(1)
Adem-i kabul; kabul etmemek, dinî meselelere alâka duymamak, düşünmeden yaşamak, inanç konusu açıldığında da fazla bir yoruma gitmeden sadece inanmadığını ifade etmekle yetinmek, bunu şahsî bir görüş olarak benimseyip başkalarının inançlarına da karışmamaktır. Üstadımız bu tip inançsızlık için “... adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.” der.(2)
Dünyanın geçici zevklerinin ve makamlarının peşinde koşan, sefahet ve işret ile sarhoş olan bu kesimin inkârları kolaydır. Nitekim Avrupa ülkelerinde iman ve İslam’dan söz etseniz çoğu kimse “Ben metafizik konulara ilgi duymuyorum.” diyerek bu konuda konuşmak istemez, kendi işine devam eder, sizin inancınıza da karışmaz.
“Kabul-ü adem”, “imanın zıddına bir yol açmak” olarak tarif edilir. Burada “inkârını yahut yanlış inancını ispata zorlama, başkalarını da bu yola çekmek için gayret gösterme” söz konusudur. Bu yol hem zordur, hem de bu yola gidenler azınlıktadırlar. Maddeye ezeliyet verip her şeyi madde ile açıklamaya çalışan materyalistler ve her şeyin zaman içinde evrim geçirerek kendi kendine tekâmül ettiklerini iddia eden evrimci biyologlar bu ikinci gruba girerler.
Üstad'ın bir cümlesini konumuza uygulayarak iki yol arasındaki mühim farkı ortaya koymaya çalışalım:
“Bir harf kâtipsiz olmaz.”(3)
Kâğıt üzerinde yazılmış bir kelime ve yanı başında bir kalem ve mürekkep okkası olsun.
Adem-i kabulcüler, yazıya da onu kimin yazdığına da ehemmiyet vermeyen, bunları hiç düşünmeyerek sadece dünyevî zevk ve menfaat peşinde koşan fikir mahrumu kimselerdir.
Kabul-ü ademciler ise, kâtibi kabul etmeyip “yazının kendi kendine meydana geldiğini” veya “o yazıyı kalemin yazdığını” yahut “mürekkebin uzun süre bekleyerek evrim geçirmesiyle kelime olduğunu” iddia ederler. Bu bâtıl ve safsata fikirlerini ispata zorlanır, başkalarını da kendi sapık fikirlerine davet ederler.
Bu yol çok zordur, akıl hâricidir.
Bu hâdisenin en kolay ve mâkul izahı, “Bu yazının bir kâtibi vardır, kalem onun emrindedir ve kaleme mürekkep koyan da odur.”
Kur’an-ı Kerim'de, imansızlar için şöyle buyurulur:
“...Onlar hayvanlar gibidirler. Belki tuttukları yol itibarıyla onlardan da aşağıdırlar.” (Furkan, 24/44)
Burada hayvanlara benzetilme, düşünmeden yaşama yönüyledir. Onlardan aşağı olmaları da küfür ve isyanları cihetiyledir. Hayvanlar âleminde isyan yoktur, hepsi kendine mahsus bir tesbih ve ibadet üzeredirler.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem’a, Sekizinci İşaret.
(2) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
Allah'ın isim ve sıfatlarının mana ve hükümleri birbirlerinden ayrı ve farklıdır.
Meselâ, Onun kudreti sonsuz, her şeye gücü yeter. Ama bu kudret sıfatı, ilim ve iradeden de bağımsız hareket etmez.
Allah’ın kudreti, cennetlik birini cehenneme atabilir; ama onun Adil ismi buna müsaade etmez.
Cenâb-ı Hak ahireti getireceğini vadetmiştir ve bu vaadini muklaka yerine getirecektir. Kudretinin sonsuz ve iradesinin mutlak olması buna mani değildir, tam aksine bunu gerektirir.
Allah'ın isim ve sıfatları ezeli ve ebedidir. Bu nedenle yaptığı vaad, bütün zamanlara ve mekânlara ihatalı olduğu için, bu vaadından başka bir sebep veya olay vazgeçiremez. Bizim gibi kayıtlı ve tek zaviyeden bakıp karar ve vaad eden bir Rab anlayışı, inandığımız Rab anlayışından farklıdır.
Ani karar verip kararından vazgeçen, küçük şeylere sinirlenip vadini yerine getirmeyen veya -haşa - insanlarla alay edip "Dün böyleydi, ama bugün böyle oldu!.." diyen bir ilah anlayışı, bizim inandığımız ve kainattaki faaliyetlerle her şeyi ciddi olan Allah inancından çok farklıdır. Allah böyle bir zaaftan sonsuz derece mukaddes ve münezzehtir.
"Her şeyin sanatında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor..." (Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat)
İntizam ile hikmet arasında sıkı bir ilişki ve bir sebep sonuç bağı bulunuyor. İntizam bir şeyin düzenli ve sistemli olması anlamına gelirken, hikmet de o düzenden meydana gelen fayda ve neticeler oluyor. Düzen ve sistemin olduğu yerde, faydalı sonuçlar olur.
Mesela bulutlar ve rüzgârlar bir nizam bir sistemdir ki, fayda ve neticesi kar, yağmur, dolu gibi şeylerdir. Bu anlamda bakarsak kâinat muazzam bir sistem ve bir düzen ile tertip edilmiş ve her tarafına sayısız fayda ve hikmetler takılmış. Bu da her şeyi hikmetle yaratan bir Hakîm'e her tarafta bir düzen ve sistem kuran Nazım bir yaratıcıya işaret eder. Düzen varsa düzeni kuran ve tesis eden bir Nazım da vardır. Her şey bir hikmet ve fayda üzerine tertip edilmiş ise, Hakîm bir yaratıcı var demektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- ALLAH'IN ADALETİ, HİKMETİ, RUBUBİYETİ.
"Hakîm ve hikmet", maslahat ve fayda gözeterek iş yapmak manasında kullanılıyor. Yani yapılan işin, icra edilen sanatın faydalı ve maslahatlı olması hikmetin gereğidir. Faydasız ve maslahatsız bir eserin güzel ve sanatlı olması mümkün değildir. Hikmet sıfatı, güzel sanatların özü ve ruhudur.
Sanatın mükemmel ve güzel olması, sanatkârın hikmetli olmasını gerektiriyor. Çünkü sanata güzellik katabilmek, ancak hikmet ile mümkündür.
Burada geçen “insan” kelimesi bütün insanları içine alır. Her insan bu kâinatın bir fihristesidir. Rahmet hazinelerinin anahtarlarına sahiptir. Bütün İlâhî isimlerin cilvelerini taşımaktadır.
Mü’min olan insan bunun farkındadır. Kendisinin ne kadar kıymetli bir varlık olduğunu bilir ve bu büyük sermayeyi en güzel şekilde kullanır, zâyi etmez.
Sualde geçen üç mesele üzerinde kısaca duralım:
Üstad'ın muhtelif risalelerde nazara verdiği gibi her insanın ruhu âlem-i ervahtan, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Kemikleri taşlardan, etleri topraklardan, his dünyası meleklerden, vücudundaki muhtelif akıntılar nehirlerden haber verirler. Bu noktada mümin-kâfir ayırımı yapılmamıştır. Ne var ki, inançsız bir insan, bu haberlere kulak vermeden yaşar, sadece dünyanın maddî imkânlarına, zevk ve sefasına talip olur.
Bu dünya İlâhî rahmet hazineleriyle doludur. Rızıklar o hazinenin bir bölümüdür. İnsanlar bu hazineden dilleriyle, mideleriyle istifade ederler. Renkler ve sesler ayrı iki bölümdürler, bunlardan ise gözleriyle, kulaklarıyla faydalanırlar. Diğer taraftan, bir derece perdeli olan nice nimetlerinden de insanoğlu aklını kullanarak faydalanma yoluna gitmektedir; kömür ve petrol gibi.
Mü’min, bu nimetleri Rabbinin ihsanı olarak bilmekle onlardan kalbiyle, aklıyla ve hissiyatıyla birçok manevî zevkler alır. İnançsız bir kişi ise, aynı nimetleri “tesadüfe, maddeye, tabiata, evrime” vermekle onlardan sadece dünya hayatı yönüyle kısa ve fani bir fayda görür.
Esmânın cilvelerine gelince, yine her insan görme sıfatıyla Allah’ın “Basîr” ismine, işitmesiyle “Semi” ismine, şekliyle “Musavvir” ismine ayna olur. Ancak burada şöyle mühim bir fark görülür:
“Ene”Risalesinde ve “İnsan” Penceresinde geçtiği gibi, insan birçok İlâhî isim ve sıfatları “kendisinde yaratılan numuneleri kıyas unsuru olarak kullanmakla (vahid-i kıyasî)” bilir. İnançsız bir kişi bu mukayeselerden ve bunların neticesi olan marifetlerden mahrum kalır. Kuvvetiyle “Kadîr” ismine ayna olsa bile, kendisi bu tecellinin farkında değildir. Kuvvetini düşünmeden kullanır.
Diğer taraftan, insan bazı isimlere de “kendi iradesini kullanmak sûretiyle” ayna olur. Cömertliğiyle “Cevvad” ismine, diğer insanları tedavi etmekle “Şâfi” ismine, kendine karşı işlenen suçları affetmekle “Ğaffar” ismine, suçluları cezalandırmakta acele etmemesiyle “Halîm” ismine ayna olması gibi.
Mü’minin bu gibi tecellilerden aldığı feyz inanmayan bir kişiden, kıyas kabul etmeyecek kadar ileridir.
"İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gayet kat'î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hakeza...”(1)
(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.
"Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, Üçüncü Hakikat'te ispat edildiği gibi, her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'î vardır."
"İkinci kısım, menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i tedip ve te'ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor."(1)
Müsbet adâlet, her şeyin yerli yerine konulması ve her hak sahibine hakkının verilmesi mânâsındadır.
Meselâ, kuzunun bedenine aslan ruhu, aslanın bedenine de kuzu ruhu yerleştirmek adâlete uygun olmaz.
Hem organlarımızın şekilleri, vücuttaki yerleri ve büyüklükleri de adâleti gösterir.Güneşin, dünyanın ve bütün gezegenlerin büyüklükleri ve özellikleri de adalet ile tayin edilmiştir.
Dünyadaki bütün elementler de âdil bir şekilde tanzim edilmiştir. Şayet demir bütün dünya yüzünü kaplasa idi hem hayat olmazdı hem de diğer elementlere yer kalmazdı. Misalleri çoğaltmak mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında; kâinatın umumunda mükemmel bir ölçünün ve adâletin gözetildiği anlaşılır. Yani kâinatın tamamındaki hassas ölçü ve mükemmel intizam adâletin tezahürüdür. Her şey mutlak adâlet ve mizan içinde yaratılmıştır.
Böyle bir adâlet, elbette âhiretin varlığını göstermektedir. Yoksa her tarafta görünen bu adalet tecellileri, zıtlarına yani zulümlere inkılap etmiş olur ki, bu da muhal olan "bir zıddın diğer zıdda inkılap etmesi" hurafeliğine kapı açar. Allah böyle bir zulümden sonsuz mertebe uzaktır.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Hakikat, Haşiye.
Yüce Allah, kime ne ikram etmişse, kereminden ve merhametinden etmiştir. Mülkün hakiki sahibi olan Allah, mülkünde istediği gibi tasarruf eder ve ediyor. Kimine az, kimine çok verir; kimini insan, kimini hayvan, kimini ağaç, kimini taş yaratır. Kimini bütün organları sağlam olarak dünyaya getirir, kimini de ibret ve imtihan için engelli olarak yaratır.
Mutlak irade sahibi Allah’tır; hiç kimse O’na karşı hak dâva edemez.
İnsan gerek maddî noktada gerekse sıhhat noktasında her zaman kendinden daha aşağı ve daha mağdur olanlara bakmalıdır ki, şekva yerine şükretsin. Bir kolu olmayan, iki kolu da olmayan birine bakarsa kendi hâline şükreder. Herhangi bir hayvan olarak değil, insan olarak yaratılmasına, akıl, kalp ve lisan gibi zâhirî ve bâtınî cihazlarına bakıp şükretmelidir.
İnsanların engelli olarak dünyaya gelmelerinde; kaderin nice derin sırları ve Rabbimizin nice hikmetleri vardır. Ancak kaza ve kaderin hükmünü kimse bilemez, şifresini kimse çözemez. Her şeyi dileyen de yaratan da Cenab-ı Hak’tır. Âdil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak, dünyadaki en küçük bir sıkıntıyı bile günahlara keffaret saydığı gibi, bu şekilde yaratılıştaki noksanlıkların mükâfatını da âhirette kat kat verecektir. Yeter ki kişi isyan etmesin, ömrünü ubûdiyet ve rıza dairesinde geçirsin.
İnsan dünyaya keyif sürmek ve zevk almak için değil, imtihan için gönderilmiştir.
Nice zengin ve sıhhatli kimseler var ki, sadece dünyaya hasr-ı nazar etmiş, onda boğulmuş, nefsanî arzularının esiri olmuş ve âhiretini berbat etmiştir. Nice fakir, kimsesiz ve âciz insanlar da vardır ki, dünyada sıkıntılı bir ömür geçirmiş ama sabır ve ibadeti sayesinde Rabbinin rızasını kazanmış ve ebedî saâdete mazhar olmuştur. Zaten esas olan ebedî saâdettir. Ebedî hayat, sürurlu hayat cennettedir.
Cenab-Hakk'ın esmâsının tecellisi umumîdir. Hususî hâdiseler, şuzûzatlar umumiyeti bozmaz. Fenlerin şehadeti ile kâinatta gâlib-i mutlak; hüsün, hayır, intizam, nizamdır. Fakat insan zâhirperest olduğundan cüz’î hadiselerde boğuluyor, başını kaldırıp bütün mahlûkatı ihata eden umumî adâlete bakamıyor.
Son söz:
"Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez."
"Öyle ise, işi bırak o âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazab zemîme."(1)
(1) bk. Sözler, Lemeât.
Allah’ın adâleti nasıl kâinatın tamamını ihata ederek tecelli ediyorsa, “her hak sahibine hakkını verme” şıkkı ile de istisnasız her şeyi kuşatarak tecellî ediyor...
Allah her hak sahibine hakkını veriyor, her hayvanın ruhuna göre elbise giydiriyor.
Adâletin, bu kısmı her eşyada ve her mahlûkta mükemmel bir şekilde tecelli etmektedir. İmam Gazalî Hazretleri; “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyurur. Yani, her varlık kendi mahiyetine göre en güzel şekilde yaratılmıştır.
Bu hakikatin misâlleri saymakla bitmez. Sadece bir misal vermekle yetinelim:
Tavuğun uçmaması, kuşlara göre bir noksanlık gibi görünür, ama tavuğun güzelliği uçmayışındadır. Eğer uçsaydı o da başka cins bir kuş olurdu ve “insanlara hizmet etme” gibi üstün bir şereften mahrum kalırdı.
Her varlık en güzel şekilde yaratılmıştır. Çünkü her varlık esmâ-i hüsnânın nakışlarından, tecellilerinden meydana gelir. İlâhî isimlerin hepsi güzel olduğu gibi, onların aynaları olan mahlûklar da güzeldirler.
Bu cümlede üç tip duâ nazara veriliyor.
“İstidat lisanıyla duâların” kabulü açıkça görülüyor. Gözün istidadına görme konulmuştur. Bu istidat bir nevi duâdır ve bu duânın kabulüyle, o gözün görmesini sağlayacak ışık yaratılmıştır. Çekirdeklerin, yumurtaların, nutfelerin istidat lisanıyla ettikleri duâların kabulü ile onlardan ağaçlar, kuşlar ve insanlar yaratılmışlardır.
“İhtiyaç lisanına gelince”, bu ihtiyaçları takdir eden de onları temin edecek şartları yaratan da Allah’tır. Mideye açlığı veren O olduğu gibi, o mideyi doyuracak rızıkları yeryüzüne seren ve serpen de O’dur.
“Izdırar lisanıyla duânın” en güzel misali, Hz.Yunus’un (as.) balığın karnında yaptığı o azim münacatıdır ki, onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Hz. Yunus’un kıssasının anlatıldığı Birinci Lem’ada geçen şu ifade çok mühimdir: “Esbab bilküllîye sukut etti.” Yani, sebeplerin tümü ortadan kalktılar, hiçbiri bir şey yapamaz oldular. Hiçbir ümit ışığı kalmadı. İşte buna benzer bir ızdırar haline girenlerin de duâları yine hârika bir sûrette kabul ediliyor.
“Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye müsahhar ve mutî olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevab veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlıktır.”(1)
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.
Rububiyet; “terbiye etmek, bir şeyi kademeli olarak son şekline getirmek” demektir.
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın iki tarzda yaratması söz konusudur: İbda ve inşa.
“İbda” tamamen yoktan yaratmadır. “İnşa” da ise bir varlığın safha safha terbiye görerek terakki etmesi söz konusudur.
Birinciye misal, meleklerin ve ruhların yaratılmalarıdır. Çevremizde gördüğümüz her şeyin yaratılmaları inşa ile yani terbiye fiilinin icraatıyla gerçekleşmiştir. Bunun içindir ki, Fatiha Sûresinde Cenâb-ı Hak önce Rabbü’l-âlemîn olarak tanıtılır.
Her şeyi Allah’ın terbiye etmiş olması rububiyetin haşmetini gösterir. Kâinatı, varlık âleminin ilk çekirdeği olan “Nur-u Muhammedî”den terbiye ederek şu hazır hale getirdiği gibi, Güneş'ten kopan bir ateş kütlesini terbiye ederek dünya haline getirmiş, onda okyanuslar, ormanlar, ovalar yaratmıştır. Aynı terbiye ile çekirdekleri ağaç, yumurtaları kuş yapmaktadır.
İnsanın da nutfeden başlayan dokuz aylık yolculuğunda nice terbiye fiilleri iç içedir. Her organ göreceği vazifeye göre terbiye edilmiştir. Kulak işitecek şekilde terbiye görürken, eller tutacak şekilde, ayaklar yürüyecek şekilde terbiye edilirler.
İşte bu haşmetli rububiyete karşı isyan ile mukabele eden ve başkalarının hakkına, hukukuna tecavüz eden kimseler, bu cinayetlerinin cezalarını mutlaka göreceklerdir. Çünkü bu haşmetli rububiyetin arkasında sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir ilim, mutlak bir irade vardır. Bunlara karşı konulması ise mümkün değildir.
"Hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün." (Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat)
Küçük bir kıvılcım ile koca ormanı yakan birisini, sadece kıvılcım üzerinden yargılayıp ona göre küçük bir ceza vermek adalet değil zulümdür. Zira kundaklama işleminde fiilin kendisi değil fiilin neticesi dikkate alınır.
Bir çakmağı çakıp kuru otu tutuşturmak basit ve küçük bir eylemdir, ama o ateşin büyüyerek bütün ormanı yutması ve içindeki sayısız canlıyı yakması dehşetli ve azim bir cinayet değerindedir. Bu durumda cezayı fiile göre değil fiilin neticesine göre vermek gerekir.
İnsanın inkâr ve küfründe de benzer bir durum söz konusudur. İnsanın birkaç kelamla veya ehemmiyetsiz gibi görünen küfre ve inkara sapması fiil olarak basit ve küçük gibi görünebilir. Fakat neticeleri açısından bütün ilahi isimlerin inkarını ve kâinatın tevhide olan işaretlerini ve şahitliklerini inkar ve tahkir anlamını içinde taşıyor.
İnsanın cismen küçük olması ve küfrün kelam itibarı ile basit olması, işlemiş olduğu o külli cinayetleri küçültmez ve basitleştirmez. Bu durumda küfre karşılık ebedi cehennem azabının verilmesi aynı hikmet mahz-ı adalettir. Çünkü bu ceza küfrün fiil kısmına değil, neticelerine veriliyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
İnsan cismi itibariyle küçük bir varlık olmakla birlikte, istidatı çok zengindir. Bu büyük sermayeyi yanlış kullanmakla büyük cinayetler işleyebilir. Üstad Hazretleri, insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin had altına alınmadığını, yani sınırsız olduğunu ifade eder. İnsanların terakki ve tedennilerinin bu kuvvelerin kullanımıyla yakından alâkalı olduğuna işaret eder.
Yirmi Üçüncü Söz'de de insanın cismi itibariyle zayıflığı, vazifesinin ise büyüklüğü şöyle ifade edilir:
“Çünki sen çendan, nefsin ve sûretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.”(1)
İnsanın duyu organları da bu hakikati bize ders verirler. Meselâ, gözümüz maddî cihetle küçüklüğüyle birlikte, dağları, taşları, ovaları, ormanları, güneşi, yıldızları içine alır. O bakışlar, insana cenneti de kazandırabilir, cehennemi de.
“Maddîyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlâhîyedir.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.
Bunlar yakın mânalı kelimelerdir. Çoğu kez birbiri yerinde kullanılırlar.
Meselâ, “Orada ebedîyen kalacaklar.” (hâlidîne fîhâ ebedâ) ifadesi, Nisa Suresinin 122. ayet-i kerimesinde ehl-i cennet için, 169. ayetinde ise ehl-i cehennem için kullanılmıştır. Demek oluyor ki, ebedî kelimesi sadece cennet için değil, cehennem için de kullanılmaktadır.
Şu var ki, lügat olarak, faninin zıddı “bâki ve ebedî”, geçici olmanın zıddı ise “daimî ”dir. Ayrıca cehennem için "daimi" denmesi azabın geçici olmadığını, cennete ise "ebedî" denmesi bu güzelliklerin fani olmadığını ifade etmek için kullanılmış olma ihtimali olabilir.
“... biz fena ve zevalimizde, senin devam ve bekanı görüyoruz.”(1)