Cemal, güzellik demektir, “Cemîl” ise güzel manasına gelir ve Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir. Şu var ki, Cenab-ı Hakk’ın hem celâlî, hem de cemâlî isimleri vardır. Cemâlî isimler içine “Rahmân, Rahîm, Rezzak, Müzeyyin, Muhyi, Kerim, Latîf, Şafi, Ğaffar, Settar” gibi birçok isim girer. “Cemal” kelimesi bize bütün bu cemalî isimleri birden hatırlatır.
"Cûd" ve "sehâ"nın manaları birbirine yakındır; her ikisi de cömertlik, el açıklığı manasına gelir ve çoğu zaman birlikte kullanılırlar. Ancak, Cenâb-ı Hak için Cevvâd ismi kullanılmakla birlikte, Sahî, yani sehâvet sahibi isminin kullanıldığına pek şahit olmuyoruz. Bu noktada aralarında ince bir mana farkı olduğu ortaya çıkıyor.
Cevvâd, “muhtaçların hallerini bilen ve onların kendisine müracaat etmelerini beklemeksizin ihtiyaçlarını gören, yardımlarına koşan” demektir.
Sehâvet ise, bir kimsenin elindeki mal ve saireden muhtaçlara bolca dağıtması manasını ifade eder. Sehâvette sınırlı bir maldan cömertçe dağıtma söz konusudur. "Cûd"da ise sınır söz konusu değildir. Üstad Hazretleri Cenâb-ı Hakk’ın sehâveti için “sehâvet-i mutlaka” tabirini kullanır. Mutlak, kayıt altına alınmayan, sınırlı olmayan demektir. Bu tarz bir kullanımda "cûd" ile "sehâ" birbirine manaca yakınlık kazanır.
Cemal için sermedî, kemal için ebedî tabirinin kullanılmış olmasına gelince, bu tarz kullanım tekrardan kaçınmak içindir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları hem ebedî, hem ezelîdirler. Sermedî, bu iki manayı birden ifade eder. Yani, sermedî “hem ezelî, hem ebedî” demektir. Buna göre kemal için de sermedî ifadesi kullanılabilir. Keza cemal için de ebedî denilebilir.
Sonsuz zenginlik ve cömertlik, sonsuz ikram ve ihsan etmek ister. Hâlbuki dünya fani ve gelip geçici bir yerdir, bu sıfatlara tam ayna olamıyor. Nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz muhtaç ve müştakların varlıklarını icap eder. Bu sıfatlara daimî olarak kemaliyle ayna olacak diyar, âlem-i âhirettir.
Yine nihayetsiz bir güzellik, nihayetsiz bir şekilde kendi güzelliğini görmek ve göstermek ister. Hâlbuki dünya bu nihayetsiz güzelliğin tezahürü noktasında fânidir ve nâkıstır. Bunun için ebedî bir âlem lâzımdır. Güzellik, kendine perestiş derecesinde âşık olanların ebedî olmalarını iktiza eder.
Aynı şekilde nihayetsiz kemal de görmek ve görünmek ister. Dünya buna kemali ile ayna olamıyor. Bu nihayetsiz kemalin, ebedî bir şekilde tecellî edeceği mekân âhirettir.
Eşyanın ilâhî ilimde planlanmış şekline “mahiyet” deniliyor. Bunu Muhyiddin-i Arabî Hazretleri “âyân-ı sâbite” olarak adlandırır. Bu mahiyetler, yaratılmaları halinde “hakikat” olurlar.
İlim dairesindeki bu varlıklarda “kudret” tecelli etmemektedir. Yaratılmaları halinde daire-i ilimden daire-i kudrete geçerler, onlarda hem ilim, hem kudret, hem de irade birlikte tecelli etmiş olur.
Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek için yaratılan insana, ilâhî marifet için lüzumlu bütün cihazlar en mükemmel şekilde verilmiştir. Bu konu Otuzuncu Söz olan “Ene” bahsinde tafsilatıyla açıklanmıştır. Burada konumuzla alâkalı olan bir noktasına işaret etmek yeterli olacaktır:
“İnsan şuûn-u İlâhîyenin bir mikyasıdır.” buyuruluyor. Birçok ilâhî hakikatleri bir derece anlayabilmemiz için bize birtakım hususiyetler takılmıştır. Allah’ın ilmindeki varlıkların yaratılmasındaki hikmeti anlama konusunda da kendimizdeki bir şe’nden faydalanabiliriz. Şöyle ki:
Biz bir cümleyi zihnimizde kurduğumuzda, o cümle yokluktan kurtulup var olmuştur. O cümleyi yazdığımızda ilim dairesinden kudret dairesine geçer, başkaları da o bilgiden faydalanabilirler. Yazmadığımızda o bilginin mükemmelliğinde bir noksanlık olmaz. Ancak, biz birisine yardım etmeyi, meselâ aç bir kişiyi doyurmayı düşündüğümüzde ve ona yardım etmeyi planladığımızda durum çok farklıdır; biz bu planla ve bu niyetle o muhtaç kişiyi doyurmuş olmuyoruz.
Cenab-ı Hakk’ın ilim dairesindeki rızıklar aleminin o dairede kalmayıp kudret dairesine geçmesi gerekir ki,onların yaratılmasıyla ve muhtaç kişilerin de onlardan faydalanmasıyla Rezzak ismi tecelli etsin. İlim dairesindeki rızıklarda Rezzak ismi tecelli etmez.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıda naklettiğimiz ifadeleri bu hakikati bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır:
“Cenâb-ı Hakk'ın Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmâlar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebaî olamazlar.”(1)
“Esmâ-i İlâhîyenin her biri, ayrı ayrı birer âyine ister. Hem meselâ: Rahman, Rezzak hakikatlı, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatlı zîruhları ister; Rahîm de öyle hakikî bir cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcib-ül Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Mektûbat, On Sekizinci Mektup.
(2) bk. a.g.e.
"Cûd” bolca nimetlendirme, “sehâ” da cömertçe ihsan etme manalarını taşımaktadır.
Üstad'ın ifadesiyle, "Cihet muhtelif olduğunda hüküm muhtelif olur."
Bir cihette bakıldığında eşyada son derece bolluk ve sayıca çokluk göze çarpar. Sayısını bilemediğimiz balıklar, karıncalar gibi. Ama diğer cihetten baktığımızda bunların her birinin vazifesi vardır. Tek bir karınca dahi israf edilmemiş, her birine vazife verilmiştir. Dolayısıyla eşyada hem bolluk hem de tam bir hikmet söz konusudur.
Dördüncü Hakikat'te, genel hatları ile dünyada eserleri görünen cömertlik ve güzellik hakikatleri ile “Cevad” ve “Cemîl” isimlerinin âhirete olan işareti izah edilmişti.
Sonsuz cömertliğini kâinatta eserleri ile gösteren bir Cevvâd-ı Kerim’in, insanları ölüm ile yokluğa atıp bir daha onlara ikram ve ihsanda bulunmaması mümkün değildir. Zira sonsuz sehâvet sahibi olan Allah, ebediyen ikramda bulunmak ister. Bu da ancak âhiretin inşası ile mümkündür.
Yine sonsuz güzelliğini kâinatta eserleri ile gösteren Cemil-i Mutlak, insanları yokluğa atmak gibi bir çirkinliği yapmaktan münezzehtir. Yokluk kemale zıddır. Allah ise sonsuz kemaldedir ve noksanlıklardan pâktır.
Cömertlikte hem kemal hem de cemal manası beraber bulunuyor. Yani cömertlik hem güzeldir, hem de kemal bir sıfattır. Dolayısı ile cömertlik ile cemal ve kemal arasında kuvvetli bir alaka vardır.
Bir risalede, insan fıtratında; “cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş, ihsana karşı da sevmek” gibi cihazların olduğu ifade edilmektedir. Buna göre, nimete karşı şükürle mukabele etmek ve o nimetleri veren Zât’a minnettar olmak insanın yaratılışında vardır. Nimet daimî olursa, şükrün de yine daimî olması gerekir.
Bu ifade, âhirette ibadetin bulunduğunu değil, şükür vazifesinin devam edeceğini ders vermektedir. Cennette, namaz, oruç, hac gibi ibadetler yoktur. Ancak, “cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş, ihsana karşı sevmek” vazifesi en ileri derecesiyle orada da vardır. Bu dünyadaki nimetler cennet nimetleri yanında gölge gibi zayıf kaldığına göre, burada yapılan şükür vazifesinin orada daha mükemmel olarak, hatta gölgeye göre asıl kadar ileri bir seviyede icra edileceği açıktır.
Cennette tefekkür ibadeti de en ileri derecede yapılacaktır. Kemale meftun olan insan, bu dünyadaki mükemmel sanatlara hayran olduğu gibi, cennete ve onda sergilenen ilâhî sanatlara da meftun olacak, onları büyük bir zevk ve hayret ile tefekkür edecektir.
"Kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet sanatperver, mucizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehsin-i sanatını zişuura okutturan bir ilannamedir." (Sözler, Onuncu Söz, Dördüncü Hakikat, Haşiye)
Allah sebepleri gayet adi ve basit, sebeplerden meydana gelen neticeleri ise gayet sanatlı ve estetik yaratmıştır. Böylece insanlar sebeplere takılıp neticeyi sebepten bilmesin, şükrü Allah’a yapsın.
Hakikaten bir çiçeğin o muhteşem güleç yüzüne bak, bir de sapına bak. İkisi arasında muazzam bir uçurum ve orantısızlık bulunuyor. Böyle olmasına rağmen kör olası tabiatçılar, çiçeği o kuru sapa verip o muazzam sanatın sanatkârından gaflet ediyorlar. O muazzam sanat ve değerlerin arkasındaki isim ve sıfatları görüp okuyamıyorlar.
Oysa o meyve ve çiçekler mucizevi sanatlardır ve sanatkârı olan Allah’ı isim ve sıfatları ile ilan ediyorlar.
Dellâl kelimesi “delâlet eden, vasıta olan” mânâsına geliyor. Satıcı ile alıcı arasında vasıta olan kişiye de "dellâl" deniliyor.
Mehâsin-i Rubûbiyet ifadesi, bu âlemde her şeyin en güzel şekilde terbiye edildiğine dikkatimizi çekiyor. Fatiha'nın hemen başında Cenâb-ı Hakk'ın “Rabbü’l-âlemîn” olarak tanıtılması da terbiye fiilinin bu âlemde en dikkat çekici ve en yaygın tatbikat sahası olan bir İlâhî icraat olduğunu bizlere ders veriyor.
Gözümüz görecek şekilde terbiye edilmiştir ve bu terbiye çok güzel verilmiştir.
Alyuvarla akyuvarın, akciğerle karaciğerin terbiyeleri de çok güzeldir ve birbirinden çok farklıdır.
Semâyı da arzı da “Rabbü’l-âlemîn” olan Allah terbiye etmiştir.
Ceylanın terbiyesi başka, aslanınki başkadır.
Böyle nihayetsiz terbiye fiilleriyle yer ve gök kaynaşırken, bunların tümünü görmeden yahut görmezlikten gelerek, sadece nefsinin istekleri peşinde koşan gafil insanları, peygamberler ve onların izinde giden büyük zâtlar ikaz etmekte, onların dikkatlerini her biri diğerinden hârika olan bu terbiye mu’cizelerine çekmektedirler.
O nuranî zâtlar, kâinattaki hârika icraatlar ile insan aklı arasında âdeta vâsıtalık etmekte ve insanı düşünmeye, ibret almaya, hayret etmeye ve kulluk vazifelerini icraya davet etmektedirler.
“Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?"
"Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?”(1)
Otuz Birinci Söz'de, Peygamber Efendimizin (asm.) vazifeleri hakkında “saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlâhîyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı” ifadeleri kullanılıyor.
Bunlar, Peygamber varisi olan büyük zâtların da vazifeleridir.
Her mahlûk bizzat Allah’ın terbiyesinden geçmiştir. “Saltanat-ı Rubûbiyet”, bu mânâyı ders verir. Yani, O’ndan başka Rab yoktur. Ve insan, o yegâne Rabbin, nelerden râzı olduğunu elçilerinden öğrenecek, hayatına O’nun emir ve yasakları istikametinde yön verecektir.
Yine o insan, varlık âlemini İlâhî fermana göre okuyup değerlendirecek, kâinatın tılsımını, yani ne gibi gizli ve ince mânâlar ifade ettiğini böylece öğrenebilecektir. Demek ki, peygamberler ve onların vârisi büyük zâtlar, Allah’ın rubûbiyetini ilan eden, rıza çizgisini gösteren ve insanlara kâinat kitabını doğru okuyup doğru tahlil etmeyi öğreten rehber şahsiyetlerdir.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime.
Evet, insanlık küfür ve inkâr karanlığından Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği nur ile kurtulmuştur. İnsanlık Allah’ı ve sıfatlarını onun getirdiği İslam nuru ile tanımıştır. İnsanlık kâinattaki bütün cemal ve kemallerin nihayetsiz bir cemal ve kemale işaret eden küçük işaretler olduğunu Hazret-i Peygamberin (asm) getirdiği hidayet nuru ile anlamışlardır.
Onun (asm) bu mukaddes görevini İslam alimleri devam ettirmişlerdir. Asrımızda büyük bir peygamber varisi olan Üstadımızın da tahkikî iman dersini verip, Allah’ı isim ve sıfatları ile bize tanıttırması, bunun en âzam ve en güzel misallerindendir.
Marangozluk kabiliyeti olan bir insan bu kabiliyetini ahşaba yansıtmadığı sürece bu kabiliyet gizlidir ve mahfi bir kemaldir. Bir ressam resim çizme yeteneğini tuvale yansıtmadıkça ve bunu insanlara göstermedikçe bu gizli bir kemalattır.
Bilkuvve olan yetenek ve kabiliyetler, ancak bilfiil olarak görünür. Yani eser ve sanatlar üzerinde görünür ve bilinir hâle gelir. Bu kabiliyet ve kemale dair özellikler, icraat ve eser vermezlerse gizli ve mahfi kalırlar.
Üstad'ımız bu manayı aşağıdaki kudsi hadisin lafzındaki derinlikten çıkarmaktadır.
“Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım.” (Aclûnî, II, 132)
"Gizli kemalat" ancak "sanatlı varlıklarla" gösterilir ve bildirilir. Allah da bütün şuunat, sıfat ve isimlerini kâinat sahnesinde tecelli şeklinde sahneleyerek şuur sahiplerine kendini bildiriyor tanıtıyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah, Samed’dir, “Ğaniyyün ani’l-âlemîn”dir. Onun için ne ihtiyaç ne mecburiyet bahis mevzûu olamaz.
İlâhî isimlerin tecellî ve tezahür etmek istemeleri, ayrı bir meseledir. Allah’ın her sıfatı, her fiili ve her ismi nihayetsiz bir kemale sahiptir. Allah mükemmel bir Güneş yarattığı gibi ondan faydalanabilecek mükemmel gözler de yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın ne Güneş'in yanmasına ne de gözün görmesine muhtaç olması düşünülemeyeceğine göre, bu yaratmalar hem kemalâtın tezahür etmesi hem de muhtaç varlıklara bir ikram, bir ihsan olmaları içindir.
Ancak, hususan akıl sahibi olan insanlar, kâinatta ve kendi varlıklarında tecellî eden bu kemale hayran ve bu ihsanlara minnettar olduktan sonra, bir daha dirilmemek üzere yokluğa atılırlarsa ne bu mükemmel sanatları seyir için ne de bu harika ihsanlara şükür için kalplerinde bir arzu kalmaz. Bu durumda insana akıl verilmesi bu hârikaların seyrettirilmesi hem hikmetsiz ve israf olur, hem de yok olma korkusu insanı önce ümitsizliğe, sonra isyana ve küfre götürebilir.
İnsanın bu yaratılışı âhiretin varlığına ayrı bir delildir. “Eğer vermek istemeseydi istemek vermezdi.” hakikatince, insana bu istidadın ve bu isteğin verilmesi âhiretin varlığını gösterir. Aksi halde, Cenâb-ı Hak insanları şükür ve ibadet için değil, -hâşâ- itiraz ve isyan için yaratmış gibi olur. Bu ise O’nun nihayetsiz rahmet ve hikmetine zıt bir telâkkidir.
“Çünkü nsan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak'tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.”(1)
(1) bk. Lem’alar, Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte.
Işık, ısı, parlaklık gibi şeyler nasıl Güneş'in varlığına işaret eden kuvvetli birer delil ve emareler hükmündedir. Aynı şekilde kâinatta sergilenen sanatlı, estetik, değerli ve şuur ile yapılmış bütün eserler de bir yaratıcıya bir sanatkâra işaret ediyor. Onun varlığını ve birliğini akıl sahiplerine izah ve ispat ediyor.
Güzel bir eser, onu yapan güzel bir sanatkârı gösterir. Hikmetli bir sanat hikmet sahibi biri sanatkâra işaret eder. Ölçülü ve mizanlı bir eser, Adil bir yaratıcıya işaret eder. Kâinata bu açıdan bakıldığında, her şeyin Allah’ı isim ve sıfatları ile izah ve ispat ettiğini görürüz.
"Ayine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki, cemal onların değil. Belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin ayatı ve emaratıdır." (Sözler, Onuncu Söz, Dördüncü Hakikat, Haşiye)
Nehrin kabarcıkları üzerinde parlayan ışık, nehrin kendi özelliği ve ışığı değil, gökteki Güneş'in bir yansıması bir aksidir. Zira nehir ve kabarcıklar sürekli akıp gitmesine rağmen o ışık sabit duruyor. Demek ışık nehre değil, Güneş'e ait bir vasıf.
Aynı şekilde kâinat bir nehir gibi zaman tünelinden akıp gitmesine rağmen, kâinat üzerinde tecelli eden bütün güzellikler, sanat ve hikmetler aynen sabit ve devamlı kalıyorlar. Demek bu güzellik ve hikmetler zaman nehrinde akıp giden eşyaya ait değildir. Sonsuz bir cemal sahibi bir yaratıcıya ait olduğunu gösteriyor ve ona işaret ediyor.
Esmâ-i hüsnâ ifadesinden yola çıkarak, hüsnün derecâtını “hepsi güzel olan İlâhî isimlerin tecelli mertebeleri” olarak anlayabiliriz. Allah’ın bütün sıfatları gibi bütün isimleri de nihayet kemaldedir, yani hepsi sonsuz derecede mükemmeldir, güzeldir. Öyle ise “derece ve mikyas” kelimeleri ancak tecelliler için kullanılabilir. Şu var ki, bu tecellilerin her biriyle bir ismin farklı bir mertebesi sergilenmekte ve o yeni tecellî de yine ayrı bir İlâhî isim olarak tezahür etmektedir.
Misal olarak “Rab” ismini ele alalım:
Allah’ın rububiyeti yani terbiye ediciliği nihayet kemaldedir. Ancak, Cenâb-ı Hak bu güzel ismini farklı aynalarda farklı derecelerde tecellî ettirmek istemiş ve bundan çok farklı güzellikler ortaya çıkmıştır. Cevşen'de geçen şu isimleri bu açıdan değerlendirelim:
"Ey cennetin ve narın Rabbi!
Ey, nebilerin ve hayırlı zevatın Rabbi!
Ey sıddıkların ve ebrarın Rabbi!
Ey küçüklerin ve büyüklerin Rabbi!
Ey hububatın ve meyvelerin Rabbi! …"
Bu esmâya yenileri ilave edildiğinde “Rab” isminin birbirinden farklı sonsuz tecellileri olduğunu görürüz.
Üstad'ın, “İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nevi hükmündedir.”(1) ifadesinden hareketle diyebiliriz ki, her bir nevin terbiyesi Rab isminin ayrı bir tecellisi olduğu gibi, her bir insanın terbiyesi de öyledir.
“Rabbü’n-nas” ismi umûmîdir, Kur’anda geçen “Rabb-i Musa ve Hârun” ifadesinde de ayrı birer isme dikkatimiz çekilmektedir.
İşte insan, bütün bu tecellileri seyretmek ve bütün bu farklı güzellikleri birlikte temaşa etmek üzere “zişuur ve müştak” bir ayna olarak yaratılmıştır.
Bir mü’min bu temâşâyı ve bu tefekkürü yaptığında, sanki bütün bu güzellikler onun ruh aynasına aksederler. Güneşe baktığımızda onun gözümüzde aksetmesi gibi her bir ismin tefekkürüyle de ruhumuz güzelleşir ve kemali ziyadeleşir.
Cenâb-ı Hak bütün esmasının güzelliklerine mazhar olacak bir ayna yaratmayı dilemiş ve insanı yaratmıştır. Bu manaya en mükemmel derecesiyle Peygamber Efendimiz (asm), diğer peygamberler, bütün âlim ve salih insanlar mazhardırlar.
“Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, zînetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni'in celaline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi îfa edecek insandır.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem, Dördüncü Nota.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zerre.
"İşte şu derece âli, nazirsiz, gizli bir cemal ise, kendi mehâsinini bir mir'atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir aynada müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri, her biri başka başka renkte olan aynalarda bizzat müşahede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesiyle müşahede etmek ister."(1)
Tâbiri caiz ise, bütün kâinat, içindeki her mahlûk ve bahusus kâinat ağacının en cemiyetli meyvesi olan insan, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına en mükemmel ve en geniş bir aynadır. Allah, bu aynalarda kendi cemâlini ve isimlerinin farklı güzelliklerini görmek istiyor.
Cenâb-ı Hak, bütün kâinatta kendi cemâl ve kemalini, haşmet ve azametini seyrederken, küçük bir çiçek aynasında da rahmet ve şefkatini müşâhade ediyor. Hepsinden kendine has ayrı bir lezzet-i mukaddese alıyor.
Gayrın nazarı “insan, melek, cin ve ruhaniyatın” nazarıdır. Bunlar iman ve tefekkür ile Allah’ın hârika sanatını, bedi’ eserlerini, isim ve sıfatlarını okuyor, anlıyor, hayret ediyor, hayran kalıyor, methediyor ve secdeye kapanıyorlar. Allah kendi cemal ve kemalinin tecellilerini bu kâmil kullarında da seyretmiş oluyor.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Dördüncü Hakikat.
Hodgâm; kendini beğenmiş, bencil demektir. Kendini beğenerek sürekli ene (ben) demek, ente (sen) demeye en büyük engeldir. Otuzuncu Söz'de bu mana bütün tafsilatıyla izah edilmiştir.
Kendine güvenen, kendini gören insan şahsî ilmiyle erişemediği hakikatleri kabullenmek istemediği gibi, yine şahsî kuvvetiyle elde edemediği şeylere de zıt düşer, düşman olur.
Mü’min insan, kendisini kul ve kendindeki bütün maddî ve manevî sermayeyi de Allah’ın ihsanı bilir. Her türlü muvaffakiyet için kendine düşen vazifeyi noksansız yerine getirdikten sonra Allah’a tevekkül eder. Çıkacak her türlü neticeyi de rıza ile karşılamakla dünyada huzur ve rahat bulur. Üstad'ın ifade ettiği gibi, “İmanı ona bir emniyet-i tâmme verir.”
Kâfir bu emniyet ve huzurdan mahrumdur. Ölümü hiçlik karanlığı bildiği ve âhirete inanmadığı için teselliyi “gaflette, sefahatta ve iman cephesine düşman olmakta” bulur. Kâfirler Allah’a inanmadıklarına göre onların Allah’a düşman olmalarını, imana ve İslâma düşmanlık şeklinde anlamak gerekir.
Üstadımız bu konuda,
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebedi ile mahkûm etmiştir. Binaenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan medet beklenilemez."(1)
diyerek, kafirlerin Müslümanlara düşman olmalarını ortaya koymaktadır.
Şeytanın inkâr meselesine gelince; bilgisizlik “düşmanlığın tek sebebi” değildir. Kin, haset, kıskançlık, kibir gibi daha nice düşmanlık kaynağı vardır. Şeytanın Allah’a düşman olması kibirden kaynaklanmıştır. Kendisinin ateşten yaratılmasını delil göstererek, topraktan yaratılan Hz. Âdem’e secde etmeyeceğini ilan etmiş ve isyan yolunu tutmuştur.
Toplumumuzda, onun vesvesesine kapılan yahut yolunda giden birçok insanın bilerek nice hatalar işledikleri bir vâkıadır. Bir tek misal verelim: Helal kazancın iyi, hırsızlığın ise kötü olduğunu bilmeyen yoktur. Bir kişi hırsızlık yapıyorsa, bilgisizliğinden değil, nefsine tâbi olduğundan, âhireti ve hesap gününü dikkate almadığından yapmaktadır.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Hubab.
Şu âlemin bütün mevcûdâtıyla Sâni-i Zülcelaline kat’î delâlet etmesi bütün mevcudatın “Sâni-i Zülcelâlin sıfât ve esmâ-i kudsiyesi”ne ayna olmalarıyla tahakkuk eder. Zira, “hakiki hakik-i eşya esmâ İlahiyedir.”
Bu kainattaki her şey bir yönüyle esmâ ve sıfatı gösterdikleri gibi, diğer yönüyle de ahirete işaret eder.
Cenab-ı Hakk'ın sıfat ve isimlerinin ahiretin varlığına delaletleri Onuncu Söz’ün Suret ve Hakikatlarında ve Yirmi Dokuzuncu Söz'ün değişik yönleriyle ve farklı isimler esas alınarak izah ve ispat edilmiştir.