Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Beşinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:00    Güncellendi: 21.02.2025 22:00

Beşinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir." cümlesini nasıl anlamalıyız?

Mucîb, Allah’ın esmâ-i hüsnasındandır. Kelime olarak icabet eden, uyan ve kendisinden istenilen suali cevaplandıran, karşılık veren” manasındadır. Kâinatta her bir mahlûkun, hâl ve kal dili ile istediği her şeye karşılık ve cevap veren, şefkati sonsuz Allah’tır. En hakir bir mahlûkun duâsını işitip icabet eden, en basit ihtiyacını yerine getiren Allah, bütün insanların beka ve ebedî saadet dualarını işitmemesi ve icabet etmemesi düşünülemez. Sivrisineğin sesini işitip, gök gürültüsünün sesini işitmemesi mümkün mü?

İşte bu Mucib” ismi insanın öldükten sonra ebedî bir hayata kavuşmasını icabediyor. Mahlûkatın ebedî olarak yokluğa ve hiçliğe atılması, bu isimle asla bağdaşmaz.

Rahim: Rahmet edici, merhamet eyleyen. Kullarını muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi demektir. Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir. Allah’ın güzel isimlerindedir. Rahim ismine “müminleri lütfuyla cennete, kâfirleri de adliyle cehenneme koyan” şeklinde mana verilmektedir.

Mucîb ismi, âhiretin varlığını nasıl icabediyorsa, aynı şekilde Allah’ın “Rahîm” ismi de ebedî bir âlemin varlığını iktiza eder. Zira sonsuz rahmeti kâinatta tecellî eden bir Zât’ın, mahlûkatını yokluğa ve hiçliğe atması düşünülemez. Bu Allah’ın “Rahîm” ismi ile bağdaşmaz, O’nun sonsuz şefkati buna asla müsaade etmez.

Allah’ın nihayetsiz şefkatinden bir pırıltı almış bir anne, yavrusu için hayatını feda ederken; nasıl olur da sonsuz bir merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak, mahlûkatını ebedî bir hiçliğe ve yokluğa atar?



2. Beşinci Hakikatte şefkat kapısından âhiretin ispatına giriliyor ve “Ubudiyet-i Muhammediye” nazara veriliyor. Bâb-ı şefkatle, Ubudiyet-i Muhammediyenin münasebetini, İsm-i Mucîb ve Rahîm’in bu mevzuyla alâkasını anlatır mısınız?

“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.”(1) 

hadis-i kudsîsi, öncelikle Peygamber Efendimize (asm) bakmakla birlikte, bu hadis

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

âyetiyle birlikte düşünüldüğünde, bu âlemin insanlar için, insanın da ibadet ve marifet için yaratılmış olduğu anlaşılır ve söz konusu kudsî hadisin de bütün insan nevine baktığı söylenebilir. Şu var ki, bütün feleklerin ibadet ve tesbihleri insanın tesbih ve ibadeti yanında ne kadar noksan kalırsa, âvamın ibadetleri de peygamberlerin ibadeti yanında o kadar nâkıs kalır. Peygamberlik müessesesi de bir daire şeklinde düşünüldüğünde, onun merkezinde Hz. Muhammed (asm) bulunur.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi kâinatın yaratılmasından esas maksadın, ubudiyet-i Muhammediye olduğu en güzel şekilde ortaya koymaktadır:

“Hem İsm-i Âzam’a mazhar olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.”(2)

Bütün peygamberlerin ortak sünneti olan şefkat, yani insanlara acıyıp merhamet etmek ve onları cehennem azabından kurtarmak için bütün güçleriyle çalışmak, Peygamber Efendimizin (asm.) kalbinde en mükemmel mânâda hükmetmiştir. İşte ubudiyetin zirvesindeki o eşsiz Peygamber (asm), şefkatin en ileri mertebesiyle bütün insanların öncelikle iman ederek ebedî saadete nail olmalarını bütün ruh u canıyla istemekte ve bunu Rabbinden niyaz etmektedir. Cenâb-ı Hak “Mucib” ismiyle bu en ehemmiyetli duâyı kabul etmiş, “Rahim” isminin tecellisiyle insanları yokluktan kurtarıp, iman edenleri cennetine davet etmiştir.

Bilindiği gibi “Rahman” ismi bütün canlılara bakar. O Rahman, her canlının bütün ihtiyaçlarını, organlarını ve rızkını lütfuyla vermektedir. “Rahim” ismi ise daha çok âhirete bakar, oradaki sonsuz nimetleri hatırlatır. Rahîm ismine “müminleri lütfuyla cennete, kâfirleri de adliyle cehenneme koyan” şeklinde mana verilmektedir. Kâfirlerin yokluğa terk edilmeyip cehennemde de olsa hayatlarının devam ettirilmesi onlara bir çeşit rahmettir.

Allah Resulünün (asm.) bütün insanlık adına ettiği duânın kabul olmasıyla, sadece insanlar yokluktan kurtulmakla kalmayacaklar, bu muhteşem kâinat da “meyveleri yokluğa giden bir hikmetsiz ağaç” olmaktan kurtulacaktır. O halde onun duâsı bütün varlık âleminin müşterek talebidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Acluni, II, 164; Hakim el Müstedrek, II/615. 
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal.



3. Beşinci Hakikat'in haşiyesinde ve birçok yerlerde geçen, arzın nısfı ve nev’i beşerin humsunun İslamiyetle münasebeti, zaman ve mekân açısından kıyamete kadar devamlı bir kaide olabilir mi?

İslam dünyası tarihin her döneminde nev-i beşerin yaklaşık olarak "beşte birisini" teşkil etmiştir. Meselâ, bugün dünya nüfusu yedi buçuk milyar ise, İslam âlemi bir buçuk milyar nüfusu ile yaklaşık olarak dünya nüfusunun "beşte birine" tekabül ediyor. Bu gibi tahminî rakamlarda rakam bire bir ölçülmez, takribî olarak değerlendirilir.

Keyfiyet açısından, yani dünyayı siyaseten idare etme noktasından İslam âlemi bazı zamanlar dünyanın tamamını, bazı zamanlarda ise yarısını elinde tutmuştur. Meselâ Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde dünyanın yarısı, hatta tamamına yakını İslam medeniyetinin hükmü ve tesiri altında kalmıştır. Osmanlının yıkılmasından sonra siyaseten en zayıf sürecini yaşayan İslam âlemi, yine de insanlığın yoğun yaşadığı bölgelerde söz sahibidir.

Netice olarak, "beşte bir" ifadesi Müslüman nüfusa, "yarısı" ifadesi ise Müslümanların insanlık içinde siyasî hâkimiyetine işaret etmektedir.

Burada nazara verilen mesaj şudur:

Geçmiş peygamberlerin bir kısmının hiç ümmetleri olmamasına, bazılarının birkaç ümmeti bulunmasına mukabil, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) ümmeti bir İlâhî lütuf olarak dünyanın birçok ülkelerine hak ve hakikati ulaştırmış, bazı bölgelerine ve devletlerine hâkim olmuş, imparatorluklar kurmuş ve sayıca da insanların yaklaşık "beşte biri" gibi büyük bir rakama ulaşmıştır.

"Arzın nısfı", yani yarısı tâbiri elbette ki bütün dönemler için söz konusu değildir. Ama o noktaya ulaşıldığı devirler olmuştur. İnsanların beşte biri ifadesi de bu mânâda değerlendirilmelidir.

Asr-ı saadet'te ne insanların beşte biri ne de dünyanın yarısı İslâm ile müşerref olmuş değillerdi.  Kıyamete yakın da yine İslam mağlup bir halde intişarını devam ettirmekle birlikte, bu nisbetlerde büyük düşmeler olabilir. Ancak, İslam'ın ilk intişarından kıyamete kadar hidayete eren bütün insanlar ve İslam nurunun ulaştığı bütün beldeler birden nazara alındığında, geçmiş peygamberlerle kıyaslanamayacak kadar büyük rakamlara ulaşılır.

Peygamber Efendimizin (asm), “Evleniniz, çoğalınız, ben kıyamette sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”(1) hadis-i şerifleri, mahşer meydanında bütün ihtişamıyla tahakkuk edecektir.

(1) bk. Beyhaki, Şuabü'l-İman, VII, 81.



4. "Hem, ekser enva-ı kâinat o Zât’ın birer meyve-i mu'cizesini taşımak sûretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa..." cümlesinde "meyve-i mu'cizesi" ifadesi ile neye işaret ediliyor?

Diğer peygamberler, ekseriyet itibariyle ispat makamında anlık ve sınırlı mu’cizeler göstermişlerdir. Yani o peygamberlerin mu’cizeleri belli mekân ve belli zamana münhasır kalmıştır. Ama Allah (c.c), Habib-i Ekrem'inin (asm) mu’cizelerini belli zaman ve belli mekân ile kayıtlı kılmamış, Resul-i Kibriya'sının nübüvvetini ve makbuliyetini, sadece insanlara ve cinlere değil, bütün kâinata ve kâinat içindeki her varlığa da göstermiştir. Bu göstermeyi ise her nevden bir mu’cize yaratmakla yapmıştır.

Meselâ, Mi'raç mu’cizesi semâ ehline Allah Resulü'nün (asm) bir tâzimi ve bir tanıtımıdır. Ağaç mu’cizesi, ağaç türüne bir şeref bahşetmek içindir. Su mu’cizesi su nevine bir mu’cize, ayın ikiye bölünmesi gökyüzü ehline bir mu’cize vs...

Dolayısıyla Efendimiz (a.s.m) hayvanlardan, bitkilerden, cansızlardan, gökyüzünün cirimlerinden (Güneş ve Ay gibi) mucizeler göstererek; onların da O'nun peygamberliğiyle alakalı olduklarını ilan ediyor. Her bir nev de kendi nevi namına bir mucize meyvesi göstererek, Ona (a.s.m) bağlılığını âdeta ilan etmektedir. 



5. Resûl-i Ekremi 'vazife başında ve ubudiyet içinde görmek ve ziyaret etmek' ifadesiyle dikkatlere arz edilmek istenilen nedir?

Bir risalede Kur’anın iki temel vazifesi olduğu anlatılıyor:

Birisi “daire-i rububiyetin kemalat ve şuûnatını”, diğeri ise “daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvâlini” tâlim etmesi, yani ders vermesi.

Bu iki esas Peygamberimizin (asm) ve bütün peygamberlerin de iki temel vazifesidir. On Dokuzuncu Söz'de, "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük muarrif olduğu" beyan edilerek bunlar, kâinat kitabı, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (asm) olarak tespit edilir. Kâinat durmadan Allah’ı tesbih etmekte ve O’nun sıfatlarını ve isimlerini aklı başında olanlara ders vermektedir. Ancak Kur’an nazil olmadan bu dersler yeterince anlaşılmadığı için, insanlar kendilerini ve bütün mahlûkatı putlara isnad ediyor, onların yaratıcı olduklarına inanıyorlardı.

Kur'an-ı Kerim'in nazil olmasıyla ve “Oku!” emriyle, Allah Resulüne (asm) kâinat ve ondaki bütün hadiseler hakiki manada okutulup ders verildi. Allah’a nasıl iman edileceği, O’nun kudsî zâtına, mukaddes sıfatlarına, isimlerine, fiillerine nasıl inanılacağı en güzel bir şekilde ders verildi. Ve O Allah elçisi (asm) de hem daire-i rububiyet diye târif edilen, Allah'ın zâtı, şuûnatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkında insanlık âlemini irşad etti, hem de o ulûhiyete karşı insanların ubudiyet, yani kulluk vazifelerini nasıl yerine getireceklerini bütün teferruatıyla anlattı ve tatbikî olarak da ders verdi.

İşte “Resul-ü Ekrem’i (asm) vazife başında ve ubudiyet içinde görmek ve ziyaret etmek” ifadesi, bize bu dersi vermektedir. Yani Allah Resulü (asm), risaleti cihetiyle bu iki sahayı insanlara öğrettiği gibi, ubudiyeti cihetiyle de o hakikatlara en ileri seviyede kendisi de iman etti ve o İlâhî hükümleri en büyük bir hassasiyetle hayatında sergiledi.

Netice olarak, “vazife başında” ifadesi Peygamber Efendimizin (asm) risaletini, “ubudiyet içinde” ifadesi ise velâyetini hatırlatmaktadır. Bunlar ise kelime-i şehadetteki “abduhû ve resûlühu” ifadelerine bakarlar.



6. "O Zât’ın risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebedîyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulü, ubudiyetiyle ve duasıyla da o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadı" olmasını açıklar mısınız?

"...Bak! O zât nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır."(1)

Hidayet, “Kur’an yolu, hak yol, doğru yol, istikamet yolu"dur. Bunun zıddı dalâlettir; her türlü sapık anlayış ve batıl inançlar bu tâbirle ifadesini bulur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) insanlık âlemini bütün bu yanlış yollardan kurtaran en büyük hidayet rehberidir.

İnsanlara Allah’ın emriyle iman ve ubudiyet dersi veren ve bütün peygamberlerin reisi olan Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), gösterdiği iman ve ubudiyet yolunda gidenlerin ebedî saadete nail olacaklarını da yine Allah’ın bildirmesiyle bildirmiştir. Bu sebeple, O’nun hidayeti, ebedî saadetin vücut bulmasının da sebebi olmuş oluyor. İnsanların o saadete kavuşmalarının yollarını (vesile-i vüsul), nelere dikkat etmeleri gerektiğini, itikad ve amel dünyalarını nasıl tanzim edeceklerini de O (a.s.m.) ders vermiştir. Bu yönüyle de “o saadetin vesile-i vüsulü”, yani o büyük neticeye kavuşmanın rehber ve önderi olmuştur.

Ubudiyet ciheti, O’nun (asm.) ilâhî emir ve yasaklara herkesten daha çok riayet etmesi, bu noktada kimsenin hayal edemeyeceği kadar hassasiyet göstermesidir. Allah Resûlü (asm.) kulluk vazifesini bütün teferruatiyle, en ince noktasına kadar büyük bir dikkatle yerine getirmenin yanında, ubudiyetin bir muktezası olan duayı da yine en mükemmel manada yapmış, Rabbine sığınmada, O’na yalvarmada da erişilmezlere erişmiştir. Cevşen-i Kebir bunun en açık delilidir.

Bu ifadeden alınacak en büyük mesaj şu olsa gerektir:

Allah Resulü (asm.), risaletiyle tebliğ ettiklerine, kulluğu cihetiyle en mükemmel manada uymakla “o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadı” olmuştur. Onun tebliğatına hiç kimse uymasa da Allah, O’nun bu ulvî ubudiyetini neticesiz bırakmayacak, O’nu cennette ebedî bir saadete erdirecektir. Kaldı ki, böyle olmamış, yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda O’nun (asm) bu ubûdiyet ve dua yoluna yüz yirmi dört bin sahabe girmiş, onunla birlikte ibadet, onunla beraber dua etmişlerdir.

Bununla birlikte Üstadımız Dua bahsinde O'nun (a.s.m) duasının, bu dünyanın ve ahirinde de saadet-i ebediyenin kurulmasına vesile olduğunu şöyle ifade etmektedir: 

"Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesb ederek devam etse, netice vermesi galiptir, belki daimîdir."

"Hattâ denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır. Yani, kâinatın hilkatinden sonra, başta nev-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın muazzam olan duasıbir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani, Hâlık-ı Âlem, istikbalde o zâtı, nev-i beşer namına, belki mevcudat hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-i İlâhiye isteyecek bilmiş, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş."(2) 

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Hakikat.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektub'un Birinci Zeyli. 



7. Resul-ü Kibriyanın ubudiyetinin, muvafakat sırrıyla, bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun etmesi ne demektir?

Tazammun; zımnen içine alma demektir. Yani, ruhen terakki etmiş ve medenileşmiş insanlığa asıl muvafık olan Resulullah Efendimizin (asm) ubudiyetidir; diğer ubudiyetler bunun zımnında bulunuyorlar.

Ubudiyet, “insanın sonsuz aczini, fakrını ve naksını bilip Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudreti, nihayetsiz rahmeti ve nâmütenahi kemali karşısında tezellül ve inkısar halinde bulunması” şeklinde tarif ediliyor.

“Sonra o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde farklarını ilandan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülasası olan namaz ile mukabele ettiler.”(1)

Bu marifet, nihaî mertebesiyle Allah Resulünde (asm) kendini göstermiştir.

“İçinizde Allah’ı en çok seveniniz benim, O’ndan en çok da ben korkarım.”(2) hadis-i şerifi, onun kulluk şuurunun en güzel bir nişânesidir.

Risale-i Nur’da, Allah sevgisi ve korkusu hakkında çok önemli bir ölçü konuluyor: “Cemaline muhabbet etmek, celalinden havf etmek.” (Kemal için ise, “perestiş etmek” tabiri kullanılır.)

İşte bu vazifeleri yerine getirmek kulluktur.

Bu üç vazifeyi yapması için de insan “sonsuz aciz, fakir ve kusurlu (noksan)” yaratılmıştır. Acz celale, fakr cemale, naks ise kemale bakmaktadır. 

Kusur ve noksan denilince insanın yorulması, unutması, uyuması, bir anda iki şey irade edememesi gibi hususlar anlaşılacaktır. Günahlar kusur olmakla birlikte bu saydığımız kusurlar ve noksanlıklar günah değildirler.

Ubudiyet devamlıdır, ibadet ise belli zamanlarda yapılır. İnsan namazdan çıktıktan sonra da ubudiyete devam eder. Yürürken harama bakmayacaktır, çünkü o Allah’ın kuludur ve bu bakış ona Rabbi tarafından yasaklanmıştır. Konuşurken doğru konuşacak, ticaret yapıyorsa aldatmaktan, yalandan, faizden, ihtikârdan uzak duracaktır.

Bilindiği gibi bütün peygamberler hidayet rehberleridir; insanlara istikamet yolunu gösteren İlâhî elçiler ve Rabbanî mürşitlerdir. Onların hepsi insanlara öncelikle Allah’ı tanıtmışlar, şirkin bütün çeşitlerinden onları uzak tutarak tevhid yolunu göstermişler, daha sonra rıza-ı İlâhîyi kazanmanın, ebedî saadete ermenin ve o sonsuz cehennem azabından uzak kalmanın şartlarını anlatmışlardır.

Kulluğunu bilen insan, bunun gereği olarak ibadete yönelir, yasaklardan sakınır.

Bütün peygamberler bu ana maddelerde ittifak halindedirler. Sadece asırlara göre şeriatlarda ve uygulamalarda bazı farklılıklar olmuştur. Namaz bütün hak dinlerde vardır, ama vakitleri, rekâtları farklılık göstermiştir. Zekât ve oruç da öyle. Bazı gıdaların helal ve haram oluşu da asırlara göre farklılık gösterebilmiştir.

Peygamber Efendimizin (asm.) en mükemmel manada sergilediği ubudiyet yolu kısaca “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” şeklinde özetlenebilir.

Bu dört esas bütün peygamberlerin ortak yoludur.

Üstad Hazretleri Şuaat isimli eserinde şöyle der:

"Nokta-i nübüvvette müttefik, selef halefe mübeşşir, halef selefe musaddık, asl-ı dinde müttehiddirler."

"Öyle ise cemi-i enbiyanın cemi-i mu’cizatı Hazret-i Muhammed’in (asm) bir mu’cizesi hükmündedir. Çünkü medar-ı nübüvvet ve enbiyaya nebi dedirten esaslar, Hazret-i Ahmed’de Aleyhisselam daha ekmel bulunur. "(3)

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) ilk defa nübüvvet iddiasında bulunan biri değildir. Daha önce de nice nebiler gelmiştir. Bu nebiler de (a.s) benzeri şeyler söylemişlerdir, dinin özünde hepsi birdirler. Daha önceki nebilere "nebi" dedirten esaslar (iman, ibadet, mu’cizeler, güzel ahlak vb) Peygamber Efendimizde (asm) ekmel tarzda bulunur.

Felsefeciler genelde birbirlerini inkâr ederken, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikati ders vermiş, aynı çizgide ittifak etmiş ve birbirlerini tasdik etmişlerdir. Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.

Hak dinlerin hepsinde, Allah’a, âhirete ve diğer rükünlere iman vardır. Yine bu dinlerin tümünün ortaya koyduğu kâmil insan modeli aynıdır. Hepsinde salih amel, hepsinde takva ve hepsinde güzel ahlak mevcuttur.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Buhari, İman 13.
(3) bk. Şuaat, Marifetü'n-Nebi.



8. Onuncu Söz'ün, Beşinci Hakikat'inde geçen "salât-ı kübrâ"nın manası nedir?

“Salât” ifadesi çok câmi’ kelimelerden biridir. Kimden kime olmasına göre farklı mânâlar alır. Kuldan Allah'a olursa “namaz, ibadet, dua”, Allah'tan kuluna olursa “rahmet”, Efendimiz'den (asm) ümmetine olursa “şefaat, merhamet”, Allah'tan Efendimiz'e olursa “rahmet etmek ve şefaat hakkı vermek” mânâlarına gelir.

Resulullah Efendimiz'in (asm) “salât-ı kübrâ”sı ise, Allah'a karşı yaptığı kulluğu, kâinat çapındaki namazı ve duâsı manasınadır. Kıyamete kadar bütün ümmetinin namazını ve duâlarını temsil eder.

Salât-ı Kübrâ, bir mânasıyla bütün peygamberlerin duâsını ve ibadetlerini içine alır.

Salât-ı Kübrâ, sadece kendisi için değil, bütün ümmetinin kıyamete kadar ihtiyaçları için ve hatta semâvât ve arz namına Allah'a müracaatıdır. Bu hususta Onuncu Söz'de geçen şu ifadeler salât-ı kübrâyı ifade eder;

“Evet, münâcât-ı Ahmediye (asm) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvâtları onun duâsına bir âmin-i dâimî ve bir iştirâk-i umumidir. Hattâ ona getirilen her bir salâvât dahi onun duâsına birer âmindir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ve selâm getirmek ve kametten sonra Şâfiîlerin ona duâ etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duâsına gayet kuvvetli ve umumi bir âmindir."

"İşte bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisân-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği bekâ ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer nâmına Zât-ı Ahmediye (asm) istiyor ve beşerin nurânî kısmı, onun arkasında 'âmin' diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu duâ kabule karîn olmasın?”(1)

Cenab-ı Hak, Resulullah Efendimize (asm) çok salât-u selam getirenlerden ve O’nun şefaatine nail olanlardan eylesin inşallah…

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Hakikat (Haşiye).



9. "Hattâ O'na getirilen her bir salâvat dahi, O'nun duasına birer âmindir." Salâvat, Peygamber Efendimizin duâsına nasıl âmin demek oluyor?

"Evet, münâcât-ı Ahmediye (A.S.M.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları O'nun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirâk-i umumîdir. Hattâ O'na getirilen her bir salâvat dahi, O'nun duasına birer âmindir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde O'na salât ve selâm getirmek ve kametten sonra Şâfiîlerin O'na dua etmesi; O'nun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmindir."(1)

“Salâvat”, kelime olarak ise tebrik ve dua manasına geliyor. Genel manada Resul-i Ekrem Efendimizi (asm.) anmak, O’na selam göndermektir...

"Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere salât ederler, ey iman edenler siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin." (Ahzab, 33/56)

"Makâm-ı mahmûd" ilahî bir sofradır ve bütün ihsan ve ikramlar bu sofranın üzerine iniyor. Öyle ise nasıl Peygamber Efendimizin (asm.) varlığı şu kâinatın varlığına sebep olmuş ise, aynı şekilde şu kâinat sofrasına akan bütün ihsan ve ikramlar da onun Allah katındaki makamı hürmetinedir. Bütün izzet ve ikramlar "makâm-ı mahmûd"un hürmetine geliyor.

İlahi sofra mahiyetinde olan bu makâm-ı mahmûda icabet etmek ise, ancak salâvatla mümkündür. Öyle ise salâvata sadece bir dua ve hatırlama nazarı ile bakmamak gerekir. Salâvat, Allah Resulü’nün (asm.) davetine bir icabet, Allah’ın rahmetinin celbine bir vesiledir.

Kâinatı onun hürmetine yarattığı bir Zât’ı, salâvat ile memnun edip Allah’ın rahmetine nail olmak, elbette her mü’minin en büyük gayesi olmalıdır.

Hem "makâm-ı mahmûd" şefaat makamıdır; kim bu makama salâvat ile müracaat etmez ise, şefaatten de mahrum kalır. Allah Resulü (asm.) bu makama salâvat ile katkı yapılmasını, sırf kendi şahsî makamını yüceltmek ve yükseltmek için değil, ümmetine daha ziyade şefaat etmek için ısrarla istiyor. Öyle ise biz de Allah Resulü’ne (asm.) bolca salâvat ve dua etmeliyiz, tâ ki onun şefaatine hak kazanalım.

Peygamber Efendimizin (asm.) en büyük duâsı, insanlığın saadet-i ebediyesidir ve bütün hayatı bunun üzerine teksif edilmiştir. Ümmetin salâvatı da O’nun (asm.) bu büyük duâsına "âmin" demek mânâsına geliyor. Habib-i Kibriya Efendimize (asm.) ne kadar çok salâvat getirilirse, onun o büyük duâsı o kadar kuvvet kazanır ve küllîleşir.

“Eğer desen: Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?"

"Elcevab: O Zât (asm);
- Umum ümmetinin saadetiyle alâkadar,
- Ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır,
- Ve her nevi musibetleriyle endişedardır."

"İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva'-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime, Beşinci Hakikat (Haşiye-1).
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup'un Birinci Zeyli.



10. Lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile istenilen her şeye icabet etmeyi nasıl anlamalıyız?

Risalelerde duânın birtakım çeşitlerine yer verilir. En meşhuru insanların “lisan-ı kal” ile yani söz ile yaptıkları duâlardır. Bundan başka, “ihtiyac-ı fıtrî, lisan-i ızdırarî, lisan-ı hâl, istidat lisanıyla duâ” gibi duâlardan da söz edilir.

Sualde geçen ikili tasnifi esas aldığımızda “lisan-ı kal” dışında kalan bütün duâları “lisan-ı hâl” içinde mütalaa edebiliriz.

Bir dilencinin elini açıp durması “hâl diliyle”, konuşarak istemesi ise “kal diliyle” bir taleptir. Kurumuş toprak hâl diliyle yağmur isterken, çekirdekler istidatlarının lisanıyla açılmak, büyümek ve kemale ermek isterler.

Gözler görmek için ışığa muhtaçtırlar, bunu ihtiyac-ı fıtrî diliyle talep ederler.

Balığın karnındaki Yunus Peygamber (a.s) gibi, bütün kapıların kapandığı, hiçbir ümit ışığının görünmez olduğu çaresizlik haline düşen mahlûklar, “ızdırar lisanîyle” dua etmiş olurlar ve bu dua kabul olunur; kendilerine ummadıkları yerden yardım gönderilir.



11. "İşte, bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına Zât-ı Ahmediye (sav.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında ‘âmin’ diyorlar." Bu manada hadisler var mıdır?

Beka âhiret demektir, âhiret ise cennet ya da cehennem demektir. Peygamber Efendimizin (asm.) bütün dua ve niyazlarının ana konusu ise, ister kendi için ister ümmeti için cenneti istemek, cehennemden kurtulmaktır.

Muaz bin Cebel (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): ‘Muhakkak cennet yüz derecedir. Onlardan her bir derece gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Şüphesiz o derecelerin en yücesi, Firdevs’tir. En faziletlisi de Firdevs’tir. Arş, muhakkak Firdevs’in üstündedir. Cennetin ırmakları da Firdevs’ten çıkıp akar. Bu itibarla siz Allah’tan dilemek istediğiniz zaman Firdevs’i isteyin.’ buyurdu.”(1)

Abdullah bin Ömer (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): ‘Cennet ehli cennete vardığı, cehennem ehli de cehenneme vardığında ölüm, alacalı bir koç suretinde getirilir. Cennetle cehennem arasında yatırılıp kesilir. Sonra bir münadi: 'Ey cennet ahalisi! Artık ölüm yoktur. Ey cehennem ahalisi! Artık ölüm yoktur.' diye nida eder. Bu hâdise sebebiyle cennet ehlinin ferahı bir kat daha artar, cehennem ehlinin hüzün ve kederi ise bir kat daha artar.’ buyurdu.”(2)

Demek ki bekayı, yani cenneti istemek ve cehennemden korunmak için dua etmek dinimizin emrinin gereğidir.

Dipnotlar:

(1) bk. İbni Mace, 4331; Tirmizi, 2651.
(2) bk. Müslim, 2850/43; Buhari, 6457; İbni Mace, 4327; Tirmizi, 2682.



12. "Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki;.." ifadesindeki maksat ve gayeyi nasıl anlamalıyız? İnsan ve bütün mahlûkat o dua ile esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan nasıl kurtuluyor?

Maksat ve gaye, cümlenin devamında ifade edildiği gibi, “insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten kurtarmak”tır.

Nur Külliyatı'nda çok enteresan bir tespit var. Bu kâinattaki akıl almaz faaliyetler için, “Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor.”(1) deniliyor. Bu âlemin mahsulleri “bitkiler, hayvanlar ve insanlardır”. Elementler, bu kâinat fabrikasında İlâhî bir terbiyeden geçip milyonları aşkın türde canlılar âlemine dönüşüyorlar. Bu türlerden birisi de insan. Eğer âhiret ve ebedî saadet olmasa, bu fabrikanın son derece sanatlı ve hikmetli mahsulleri ölüm kanunuyla yeniden elementlere dönüşmüş oluyorlar ve bu defa yeni canlılar hayat sahnesine çıkarılıyorlar; onlar da kısa süren bir hayattan sonra yeniden element haline geliyorlar.

İnsan küçük bir tezgâhı bile hikmetsiz çalıştırmazken, kâinat fabrikasının bu hali nasıl izah edilecektir? İşte bu sualin cevabı o enfes tespit: “Bu âlemin çarkları başka bir âlem hesabına dönüyor.”

Allah Resulünün (asm.) “âhiretin tarlası” olarak vasfettiği bu dünya hayatı, iman-küfür, hidayet-dalalet, şirk-tevhid, adalet-zulüm, itaat-isyan gibi birbirine zıt mânâları taşıyan mahsuller verdikten sonra, dünya tezgâhı dağıtılacak ve bu mahsuller, yine birbirine zıt, iki menzilde toplanacaklar: Cennet ve cehennem.

İşte, başta “ehl-i arz” diye ifade edilen insanlar ve diğer canlılar olmak üzere bütün varlık âlemi, faaliyetlerinin böyle ebedî bir netice vermesiyle israftan ve hikmetsizlikten kurtulmayı hal diliyle duâ etmiş oluyorlar.

Fıtraten ebedîyeti isteyen insan, bu duâyı sadece haliyle istemekle kalmıyor, kaliyle de yani sözlü niyazlarıyla da durmadan dile getiriyor.

Hayvanlar âlemi, kavuştukları hayat nimetinin ellerinden ebediyen alınmaması için âhiretin gelmesini hal diliyle istiyorlar.

Öte yandan, Allah’ın kendilerine takdir ettiği vazifeleri eksiksiz yerine getirmekle ömürlerini ibadet üzere geçiren bu masum varlıklar, hizmet ettikleri, hatta canları pahasına besledikleri insanların küfür ve dalâlet yolunda gitmelerinden mânen rahatsız oluyorlar. Ve insanların bu zulümlerinin neticesiz kalmaması için de yine âhiretin gelmesini hal diliyle istiyor, duâ ediyorlar.

Aynı manayı, cansızlar âlemi için de düşünebilir ve “güneşin küfür yolunda gidenlere yol göstermekten, dünyanın onları sırtında gezdirmekten mânen rahatsız olduklarını” ve hâl diliyle âhiretin gelmesini dua ettiklerini söyleyebiliriz.

Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına ayna olmak gibi kıymetli ve şerefli bir vazife icra eden bütün mahlûkatın ve özellikle de arzın halifesi ve Allah’ın “ahsen-i takvimde yarattığı en mükemmel eseri” olan insanın yok olup gitmemesi, bu ulvî vazifelerin âhirette de daha mükemmel surette ebedîyen devam etmesi için Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyazda bulunmuş ve onun bu duâsına bütün varlık âlemi de iştirak etmiştir:

“… Değil ehl-i Arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hal ile: 'Oh, evet yâ Rabbena! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.' diyorlar. Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duâsına iştirak ettiriyor.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad.
(2) bk. age., On Dokuzuncu Söz.



13. "Bak: Hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, Arşa işittirip, vecde getirip, duasına 'Âmin, Allahümme âmin' dedirtiyor." ifadesini açar mısınız?

Fizar denilince, çok yakında bulunan bir tehlikeden kurtulmak için olanca gücüyle yardım talep etmek hatıra geliyor. Niyaz ise erişmek istediği ihsanlara kavuşmak için duâ etmek, yalvarmak manasını  taşır.

Üstad “Nev-i beşerin en büyük meselesi cehennemden kurtulmaktır.”(1) diyor.

Bir risalesinde de “Def-i şer, celb-i nef’a müreccahtır.”(2) yani “Bir şerri gidermeye, ortadan kaldırmaya çalışmak, bir menfaat elde etmekten daha mühim, daha önceliklidir.” tespitini yapıyor.

Bunun en güzel ifadesi, Kur’an okumaya başlarken besmele çekmeden önce şeytandan istiaze etmemizdir. Yani, önce şeytan-ı racimin şerrinden Allah’a sığınıyoruz, daha sonra Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın izni ve yardımıyla Kur’an okumaya başlıyoruz.

Şimdi insanların önünde iki mühim mesele var:

Birisi cehennem azabından kurtulmak, diğeri ise cennette ebedî saadete ermek.

Allah Resulü (a.s.m), bütün bir insanlık namına bu iki büyük isteği dile getiriyor; bunların tahakkuk etmesi için Allah’a yalvarıyor, dua ediyor; birincisini “fîzâr-ı istimdadkârane ile”, ikincisini ise “niyaz-ı istirhamkârane ile.”

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, On Birinci Şuâ, Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, 103. Mektup.



14. "Evet, Zât-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü..." ifadesindeki "nûr ile ziya ve Nûr-u Muhammedîyi" açar mısınız?

Nur daha çok manevî ve iç aydınlık olarak, ziya ise maddî ve dış aydınlık manasında kullanılmıştır. Nur umumî, ziya ise hususîdir, yani "Her ziya nurdur, ama her nur ziya değildir." 

Ayrıca ziya kaynak, nur ise kaynaktan nebean eden bir yansıma olarak da karşımıza çıkar. Mesela, Üstadımızın "Nur-u akıl kalbden gelir: Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver."(1) ifadesi, buna güzel bir örnektir. Burada kaynak kalbdir, akıl ise yansıyan mahal anlamındadır.

Risalelerden iki misal daha vermeye çalışalım: 

"Kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru; Güneş'ten küllî bir surette istifade eder..."(2)

"Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın nurunu istifâza eylemiş ki, نُورُالْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَالشَّمْسِ olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak olmuştur."(3)

Demek nur, ziyanın gölgesi hükmündedir.

“O Allah, güneşi bir ziya, kameri bir nur kıldı...” (Yunus, 10/5)

ayet-i de bu getirilen izahlara delil mahiyetini taşımaktadır. 

Ayrıca, "Nur" Allah’ın bir ismidir, ziya ise maddî ve cüz’î bir tecellisidir. Türkçede bu kelimelerin ikisi de ışık anlamında kullanıldığından, aradaki incelik pek fark edilemiyor.

Hidayet manasındaki nurun sebebi nebiler, evliyalar ve âlimlerdir ki, bu sebepler şeffaf oldukları için arkasında ilahî mevhibeyi doğrudan gösteriyorlar.

Ziyanın sebepleri olan güneş, lamba, ateş gibi şeyler nura göre biraz daha kesif ve kalın perdelerdir.

“Nur-u Muhammedî” ne demektir?

"Allah göklerin ve yerin nurudur (onları varlık nuruna kavuşturandır)...” (Nur, 24/35)

Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddı. İlim nurdur; cehalet karanlığını yok eder. Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar. İman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder. Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.

İşte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı Hak lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık Nur-u Muhammedî (asm.) idi.

“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.”(4) hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü bu konuda birtakım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.

Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın Nur-u Muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.

Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.

“Nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır.”(5)

İsm-i âzam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı âzam olan insan da bütün varlık âleminde tecellî eden isimlere mazhar. “Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.” kaidesince“insan” denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan Hz. Muhammed (asm) akla gelir.

Bütün ilâhî isimler ilk defa Nur-u Muhammedî (asm) de tecellî etmişler. Meselâ, onda “Muhyî” isminin tecellisi var ve O nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecellî eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama bütün hayat çeşitleriyle Resulullah Efendimizin (asm) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir alâka kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.

Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.

Nur-u Muhammedî (asm) de “Hafîz” ismi de tecellî etmiş ve daha sonra yaratılacak “Levh-i Mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihayet “hâfızalara” bir çekirdek gibi olmuş.

“Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun.”(6)

Vahdetü’l-Vücud meşrebinin sahibi Muhyiddin Arabî Hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle “âyân-ı sabite”leri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini Muhyiddin Arabî Hazretleri, “hakikat-ı Muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “Nur-u Muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.

Buna göre, “Nur-u Muhammedî”, bütün mahiyetlerin müşterek ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Hakikat-i Muhammediyeden terakki vaki oldu manasında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatin zıllıdır ki o hakikat için 'hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir.' demişler ve 'vahdet' tabirini kullanmışlardır.”(7)

Âlem-i vahdet, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisi..

Nur Külliyatı'ndan mühim bir ipucu: “Muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık.” (Enbiya, 21/30) meâlindeki âyet-i kerimenin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu manaya da yer verilir:

“Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammedî’yeden (asm) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.”(8)

Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan Nur-u Muhammedî’den (asm) âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kâide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.

“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur.”(4) hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya Nur-u Muhammedî’den (asm) gerçekleştirilmiş, bu safhada ise Nur-u Muhammedî’den (asm) bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ilâhî hikmete en uygun olanıdır.

Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.

“Melekler nurdan yaratıldı, cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar.”(9) hâdis-i şerifi cinlerin de Nur-u Muhammedî (asm)’den doğrudan yaratılmayıp bir başka şekilde yahut bir başka safhada var edildiklerini bize ders verir.

“Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin...” (İsra, 17/44) meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek ilâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “Nur-u Muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah Resulüne (asm) aittir. Bütün ilâhî isimlerin en ileri mertebesine de, O (asm) mazhardır. Kâinatın yaratılmasından asıl gaye O’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, elde ettikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.

“Hem ism-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.”(10)

Demek ki, o ilk yaratılışta Ruh-u Muhammedî’nin ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa “Nur-u Muhammedî” denilmiş.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Lemeât.
(2) bk. age., Yirmi Dördüncü Söz.
(3) bk. Barla Lahikası, 133. Mektup.
(4) bk. Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/265-266.
(5) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
(6) bk. a.g.e., Otuz Birinci Söz.
(7) bk. İmam Rabbani, Mektubat, II, 533. Mektup.
(8) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
(9) bk. Müslim, Zühd, 10/60.
(10) bk.Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.



15. Beşinci Hakikatin haşiyesinde; “Ubudiyet-i Ahmediyenin (asm) ruhu duâdır.” deniliyor. Başka yerlerde de ibadetlerin ruhunun ihlâs olduğu söyleniyor. Aralarında ne gibi bir fark var?

Bu ifadelerin her birisi ayrı bir teşbihtir. Birincisinde bir kul olarak yaptığımız her türlü iş bir bedene benzetilmiş, onun ruhunun duâ olduğu, yani “o işi yaparken Allah’ı hatırlamak, her türlü hayırlar için O’ndan yardım dilemek olduğu” ifade edilmiştir. Böyle olmayan işler ruhsuzdur, sevapsızdır, âhiret noktasında neticesizdir.

İkinci ifadede ise, yaptığımız ibadetler bedene teşbih edilmiş, onların ruhunun ise ihlâs olduğu, yani ibadetin ancak Allah rızası için yapılması gerektiği ders verilmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ubudiyet kulluk demektir, insan daima kuldur ve bu sıfat ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Ancak, insan her zaman ibadet üzere değildir. Bir kul olarak yaptığımız her işte, söylediğimiz her sözde Kur’an'ın emrettiği çizgide olmak mecburiyetindeyiz. Kötülüğü emreden nefsimize, dünyanın cazibesine, zehirli hava gibi insana zarar veren bozuk toplum yapısına rağmen, bunu başarabilmemiz için Cenâb-ı Hakk’a sığınmamız ve O’ndan yardım dilememiz gerekir. Allah’ın rızası, istikamet üzere yaşamakla kazanılabilir. İhlâslı ve istikametli bir hayat sürmek için çokça duâ etmek ve Allah’a sığınmak lazım.

Yaptığımız ibadetleri riya ve benzeri hastalıklardan ârî olarak hâlis bir şekilde yapmamız gerekir. Namaza başlarken “Allah rızası” için diye niyet ederiz. Namazımızı O’nun rızası için kıldığımız gibi, namazdan sonra da bütün işlerimizde ihlâsımızı muhafaza etmeğe gayret ederiz. Bu da ancak yaptığımız o işlerde Allah’ı hatırlamak ve O’nun yardımını dilemekle olur.



16. “Ubûdiyet-i Ahmediye'nin ruhu duadır.” izah eder misiniz, bu nasıl oluyor?

Dua; ihtiyaçlarını Allah’tan istemek; iman, hidayet, af, mağfiret, rızık, şifa, sıhhat, afiyet gibi bütün hayırlar için O’na yalvarmak, O’na sığınmak, O’na güvenmek gibi, kulu Rabbine bağlayan çok kuvvetli mânevî bağların tümünü ifade eder.

“Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var...” (Furkan, 25 / 77) mealindeki ayet-i kerime, bu manevî bağları düşünmeksizin yaşayan kişinin Allah katında bir değer taşımadığını ifade etmektedir.

Ubudiyet, kulluk demektir. Kulluğun gereği aczini, fakrını ve kusurunu idrak ederek Rabbinin dergâhına iltica etmektir.

Üstadımız Dokuzuncu Söz'de şöyle buyurur:

"İbadetin mânası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd kendi kusurunu ve âcz ve fakrını görüp kemal-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir."(1)

Netice itibariyle, başta Efendimiz (a.s.m) olmak üzere bütün insanların ubudiyetinin ruhu ve esası, Allah'tan istediklerimiz için bir dua ve şefaatçi hükmündedir. Yapılan her ubudiyet şekli, aslında Allah'tan aczimiz ve zaafımızla başta ahiret ve ebedi saadet olmak üzere ulaşamadığımız her türlü maksud ve matluplarımızın hasıl olması için bir duadır. 

(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz, İkinci Nükte.



17. "Belki kâinatın harekâtı ve hidematı, bir nevi duadır. Meselâ: Bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır." İzah eder misiniz?

"Hidemat", vazifeler, hizmetler demektir. Meselâ, bir çekirdeğin ağaç ve meyve olma seyri bir hidemattır. Çünkü o çekirdek ağaç olma merhalesinde çok uzun ve meşakkatli bir yolculuktan geçmektedir.

Çekirdeğin toprak altında çatlaması, küçük ve nârin bir filiz olması, sonra üzerinden soğuk kışın geçmesi, sonra yazın kavurucu sıcaklarına dayanması gibi uzun ve meşakkatli safhalar “ihtiyaç veya ızdırar” lisanıyla yapılan dualarla geçilir ve neticeye ulaşılır.

Yani çekirdek bütün bu uzun ve meşakkatli yolculuğunda, Allah’tan ağaç olup meyve vermesini hâlen, fiilen ve zımnen istemektedir ki bu da bir cihetle duâ etmektir.

Çekirdek için cari olan bu durum, bütün hububat ve tohumlar için de caridir; hepsi Allah’a dua etmektedirler.



18. Üstadımız Onuncu Söz’de dua üzerinde çok duruyor. Dua ve ehemmiyeti konusunu biraz açar mısınız?

Duanın, kelime manası istemektir. Dâî, isteyen, talep eden, çağıran demektir. Kur’an'ın hülâsası olan Fatiha suresinde, önce bütün medih ve senaların Allah’a mahsus olduğu, O’nun bütün âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve Malik-i Yevmiddin (din gününün, âhiretin sahibi) olduğu beyan edildikten sonra, hemen “ibadet ve dua” ayeti gelir:

“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”

Bir mü’min bu ayeti okumakla, “Bütün isteklerimi vermeye ve beni bütün korkulardan emin kılmaya ancak bütün âlemlerin Rabbi olan Allah kadir olabilir. Ve ben her isteğimi o Rahmân ve Rahîm olan Rabbime havale ediyorum.” demiş olur. 

Bilindiği gibi, maddî ve manevî bütün terakkiler iki temele dayanır: “Menfaatı celb, mazarratı def.”
Yani, insana faydalı olanı elde etmek, zarar getirenden uzak durmak. Salih amel birinci maddeyi, takva ise ikinci maddeyi ders verirler.

Ayette geçen ibadet kelimesi salih ameli, istiane (yardım dileme) ise takvayı hatırlatır. Birincisi cennete ermeyi, ikincisi cehennemden kurtulmayı netice verir. 

Dualar çok çeşitlidir. Ve her istidat sahibi bu kabiliyetinin inkişafını, her muhtaç kişi ihtiyacının görülmesini, çalışan her canlı maksadına ulaşmayı, çaresiz kalan herkes kurtuluşa ermeyi ancak Allah’tan dilerler.

Kavlî dua, yani isteklerimizi sözlü olarak dile getirmemiz, bu dualardan sadece birisidir.

Üstat Hazretleri; “Bütün mevcudattan daimi bir sûrette dergâh-ı İlâhîye duâlar gittiğini” ifade eder.

Bu konuyu daha ayrıntılı olarak aşağıdaki “Okuma Parçasında” bulabilirsiniz.

* * *
İSTEMEK BÜYÜK NİMET

İnsan her şeye muhtaç yaratılmış; her şeyi istesin diye.

Taşların yağmur diye bir dertleri yoktur, ama bu dertsizlik onları ağaçların çok aşağısına düşürür. Ağaçlar hava isterler, su isterler; dünyanın dönmesini, gece ve gündüzün gelmesini isterler; baharı isterler, yazı isterler. Bu dualar, bu istekler onları yükseltir, yüceltir; dallarını yapraklarla, çiçeklerle, meyvelerle doldurtur. 

Dua, istemek demektir ve bitkiler âleminin bütün bu istekleri birer duadır. Buna “ihtiyac-ı fıtrîlisanıyla dua” deniliyor. Yani, onlar bu şeyleri yaratılışları icabı istiyorlar. Onların yaratılışına bu ihtiyacı koyan Allah, bu duaların cevaplarını da yaratıyor ve onlar da böylece hayatlarını devam ettiriyor, vazifelerini yerine getiriyor, ibadetlerini yapıyorlar. 

“Sual ve cevab, dâi ve sebeb, ikisi de Hak’tandır.”(Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

 Dua, denilince, öncelikle, insanın çokça başvurduğu “kavlî dua”, yani isteklerini dile getirmek, lisan ile dua etmek akla gelir.

İnsan, Rabbinden ihtiyaçlarını kavlî dua ile bizzât isteme noktasına gelinceye kadar nice farklı dualar yaptı ve onların kabulü sonunda bu zirveye ulaştı.

Bir zamanlar o da ağaçlarla omuz omuza vermiş gibiydi ve birlikte birçok şeyler istiyorlardı. Bunların bir kısmını yukarıda saymış olduk.

Yine bir zamanlar o, hayvanlar âlemiyle de sanki bir araya gelmiş, yine ihtiyacı-ı fıtrî lisanıyla dua etmişlerdi. Yani, yaratılıştan kendilerine konulan ihtiyaçların görülmesini Allah’tan istemişlerdi. Bu duanın kabulüyle görmeye, işitmeye, yemeye, içmeye, konuşmaya, yürümeye kavuşmuşlardı.

İnsan bu noktada duracak değildi. Ona verilen mükemmel istidat ve ona takılı olan sayısız kabiliyetler çok daha ileri hedefler içindi.

İnsanlar annelerinin rahimlerinde, balıklar yumurtaların içinde, tohumlar toprak altında hep birlikte dua ediyorlardı. Kendilerine verilen istidadın inkişaf etmesini ve yolculuklarının bundan sonraki safhasında kendilerine lâzım olacak şeylerle donanmalarını istiyorlardı. İşin enteresan tarafı, insan dahil bunların hiçbiri ileride nelere muhtaç olacaklarını bilmiyorlardı. Bilmedikleri şeyi nasıl isteyeceklerdi? Onların Rabbi, istidatlarının inkişafı için neler gerektiğini biliyor ve onları bu cihazlarla donatıyordu. “Lisan-ı istidat ile dua” dediğimiz bu istekler, henüz istenmeden en güzel şekilde, en mükemmel hâliyle ve çok cömertçesine onlara ikram ediliyordu. 

Çünkü onların Rabbi “Cevvâd-ı Mutlak” idi; cömertliğine bir sınır, bir had yoktu. Cevvâd, yani ihtiyaç sahibinin istemesini beklemeden ihsanıyla imdada koşan.

Öyle ki, istek sahipleri henüz ortada yokken muhtaç olacakları şeyler hazırlanıyor, sofraları kuruluyordu.
Nur Müellifi büyük Üstad, “On Birinci Söz”de kâinat sarayının ve içindeki misafirlerin yaratılış hikmeti hakkında bir temsil verirken bu hakikati çok güzel ortaya koyar:

“Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip ….tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. ……   Sonra aktar-ı memleketindeki ahâli ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.” (Sözler, On Birinci Söz)

 Temsilden hakikate geçtiğimizde akıllara durgunluk veren nice tablolarla karşılaşırız:

Temsildeki o padişah, sarayında sofralar kurdururken, misafirleri de başka mekânlarda kendi işleriyle meşguldürler. Davet vuku bulunca işlerini bırakıp saraya koştular.  

Şimdi şu sorulara cevap arayalım:

- Bu yerküresi üzerinde  sofralar yaratılırken misafirler nerede idiler?

- Bunlar o saraya nasıl gelecekler, o sofralara nasıl konacaklardı?

- Nasıl olmuştu da, henüz “gözler âlemi” ortada yokken güneş ve ışığı yaratılmıştı?

- Henüz “mideler âlemi” ortada yokken rızıklar hazırlanmıştı? 

- Henüz ciğerler yokken, kan dolaşımı yokken,hava unsuru kirlenen kanı temizlemek üzere görevlendirilmişti?
 - Henüz ayakların sözü edilmezken, yerçekimi ile misafirlerin yere bağlanmaları planlanmış ve yerküresi de onların yürümesine elverişli şekilde taş ve toprakla döşenmişti?  

İşte sadece bir kısmını saydığımız bütün bu faaliyetlerle, dünyaya gelecek misafirlerin ihtiyaç duyacakları ve istidat lisanıyla isteyecekleri her şey en mükemmel şekilde hazırlanmıştı. Yani henüz dualar yapılmadan cevapları hazır hâle getirilmişti.

Bu sarayı, misafirleri için ve misafirlerine göre yapan zât, ondaki sofraları da yine misafirlerine göre tanzim etmişti.

Ve işte, meleklerin hayret ve hayranlıkla seyrettikleri muhteşem manzara:

“Misafirler sofraların içinden çıkıyor ve önceden hazırlanmış yemekleri yemeye koyuluyorlardı.”

Bu akıllara durgunluk veren hâdise ne tabiatla izah edilebilir, ne tesadüfle, ne de evrimle.

Olmayan misafirlere göre sofralar kurmak... Bunu sofranın tabiatına da veremezsiniz, evrim geçirmesine de. Bu ikinci görüşe göre, sofralar hiç tanımadıkları ve bilmedikleri misafirlere göre evrim geçirirken, henüz yoklukta bekleşen o misafirler de o sofralardan faydalanacak şekilde evrim geçireceklerdir. 

Gerçek şu ki, kâinatı yaratan ve yeryüzünde sofralar kuran bu âlemin sahibi, onlardan faydalanacak misafirlerini de o nimetlere göre hazırlamıştı. Sofralar misafirlere göre, misafirler de sofralara göreydi. Her ikisi de İlâhî ilimde en güzel şekilde planlanmıştı. İlâhî takdire göre önce sofralar yaratılacaktı, sonra misafirler.

Bu misafir taifelerden birisi de insanlardı. Onlar sadece bu âlemin maddesiyle, maddî nimetleriyle tatmin olamıyor, bu sarayın sahibini tanımak ve bilmek istiyorlardı. 

 Sarayın sadece sofralarını değil, güneşini, ayını, toprağını suyunu, çiçeğini, yıldızını ibretle temaşa ediyorlardı. Daha önemlisi, bu son ve mükemmel misafirler kendilerini biliyor, iç organlarını, duyu organlarını biliyor, his dünyalarını biliyor, bunların her birinin görevlerini ve yaratılış hikmetlerini biliyorlardı. 

 İşte insanın bu çok yönlü ve mükemmel istidadı bir dua oldu. Muhtaç olduğu her şey bu duanın kabulüyle o henüz dünyaya gelmeden hazırlandı.

Ancak, bu âlem ve içindekiler o istidada dar gelmeye başladı.

“... Bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede  gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.” (Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat)

 Ebed için yaratılan bu kıymetli varlık, istidatları icabı ebedî ve elemsiz bir hayat istiyordu.

İşte kâmil insanlar olan peygamberler ve onların vârisleri, bütün insanların istidat lisanıyla yaptıkları bu ortak duayı “kal diliyle” de Rabbimize takdim etmişlerdi. 

Bütün bu duaları bir “niyaz şeceresi” olarak hayal ettiğimizde, Resulullah Efendimizin (sav.) duaları, bu ağacın en mükemmel meyveleriydi. Öyle ki, bütün dualar onun duası yanında gölge kadar zayıf, zerre kadar küçük kalıyordu.

Onun o eşsiz imanı, o misilsiz marifeti, o tariflere sığmaz ubudiyetiyle yaptığı dualar, bu âlemin en büyük bir yaratılış sebebiydi. 

Bu konuda, Nur Külliyatında şu harika ifadeler geçer:

“… Şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebedîye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, cennet istiyor. Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esmâ-i kutsîye-i İlâhîye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.” (Sözler, On Dokuzuncu Söz, On Üçüncü Reşha)

Kısacası, bitkilerden insanlara kadar her şey ve herkes şu veya bu şekilde bir dua üzeredirler.

Kendilerinden doğacak varlıkların planlarını içlerinde taşıyan tohumlar, çekirdekler, nutfeler, yumurtalar “istidat lisanıyla dua” etmektedirler.

Çok şeye muhtaç olan ve bunların hiçbirini yapmaya güç yetiremeyen bütün canlılar “ihtiyac-ı fıtrî ile dua” hâlindeler.

Balığın karnındaki Yunus Peygamber (as) gibi, her şeyden ümitleri kesilmiş, çaresizlik içinde kıvranan ruhlar, “ıztırar lisaniyle dua” ve niyazdadırlar.

El açan dilencinin “hâl diliyle” para istemesi gibi, kuraklıktan çatlamış topraklar da yine “lisan-ı hâl ile dua” etmekte, yağmur istemektedir.

İlâhî rahmetten faydalanılması, tekvinî şeriat dediğimiz İlâhî kanunlara bağlanmış konularda, gerekli çalışmayı yapan insanlar da “fiilî dua” etmek ve neticeyi Allah’tan beklemekle “tevekkül” denilen bir nevi dua hâli üzeredirler.  

Sebeplerin bir araya gelmeleri de bir fiilî duadır:

“Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki: 'Bu çekirdeği ağaç yap, ya Hâlıkımız!' derler. … Demek içtima'-ı esbab bir nevi duadır.” (Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektup)

Mahlûkatın bu birbirinden farklı  dualarının hepsi, kâinat ağacının meyvesi olan insanda da mevcuttur. Ve insan bu dualara ek olarak bir de “kavlî dua” yapmaktadır.

Nur Külliyatında insan için “esmâ-i İlâhîyenin bütün nurlarına ihtiyacı vardır.” ifadesi geçer.

Bu cümlede Allah’ın isimleri birer güneşe, tecelliler ise nurlara benzetilmiştir. Bilindiği gibi, ayet-i kerimede güneş için ziya, kamer için nur kelimeleri kullanılır. Bu ayetin tefsirine baktığımızda şu bilgiyi ediniriz:

Arapçada, ışığı kendinden olan şeyler için ziya, başkasının ışığını yansıtanlar için ise nur kelimesi kullanılmaktadır.

İşte Ay’ın Güneş'ten ziya alması, onun ışığına muhtaç olması gibi, her varlık da esmâ-ı İlâhîyenin tecellilerine muhtaçtır, o tecellilerle değer kazanır, ihtiyacını görür ve görevini yerine getirir.

“... Demek esmâda bir ism-i âzam var, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki o da insandır...”(Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere)

cümlesi, insanın bütün esmaya muhtaç olduğunu çok veciz bir şekilde ortaya koyar. Misal olarak sadece üç İlâhî ismi vermekle yetinelim:

“Rezzak” ismi bir güneş gibidir, bütün rızıklar o güneşin nurları…

“Muhyi” ismi de ayrı bir güneş, bütün hayatlar o güneşin nurları...

“Latîf” ismi de bir güneş; bütün lütuflar o güneşin nurları. …

Kâinata bu gözle nazar ettiğimizde Nur Müellifinin, “bütün mevcudattan dergâh-ı İlâhîyeye daimi bir duanın gittiği” haberini bütün ruhumuzla tasdik ederiz.



19. "Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati, o cennetten daha müşküldür ve hayretfezâdır denilebilir." Bu nasıl olabilir, izah eder misiniz?

Bahar da cennet de Allah’ın “kün” emriyle ve aynı kolaylıkla yaratılır. Ancak, faraza bir güçlük hayal edilse, baharın yaratılmasının daha müşkül olduğu söylenebilir.

Bilindiği gibi Cenab-Hakk’ın iki tarz yaratması vardır. Birisi ibda ile yoktan yaratma, diğeri ise inşa ile kademeli olarak ve her safhayı ayrı bir terbiyeden geçirerek yaratma.

Her iki yaratma da Allah’ın sonsuz kudretiyle ve aynı kolaylıkla gerçekleşir. Her ikisinde de bir kolaylık ve zorluk söz konusu değildir. Ama bir zorluk veya kolaylık düşünülse ibda ile yaratmak inşadan daha kolaydır denilebilir.

Bu cümlede esas olarak bu ders verilmiştir. Yani, cennet ibda ile bahar bahçeleri ise inşa ile yaratılır. Bu noktada bahar bahçelerinin yaratılması cennetten daha müşküldür denilebilir.

Bunu kendi varlığımızı esas alarak düşünelim. Bu dünyada insan bedeninin yaratılması, haşirde yeniden ve bir anda yaratılmasından daha müşküldür.

Zira bu dünyada insan bedeni inşa yoluyla dokuz ayda yaratılmaktadır. Mahşerde ise bir anda yaratılacaktır.

Bir nutfeye insanın bütün organlarının planlarını yerleştirmek, "ondan alakayı, ondan mudgayı,…,”  yaratmak, o bir damla sudan et, kemik, beyin, kalb, akciğer, karaciğer, sinir sistemi, kan damarları v.s. yaratmak, bunları ayrı terbiyelerden geçirmek, ayrı özelliklere sahip kılmak, tümünü birden ibda yoluyla yaratmaktan daha müşkül görünür.

Ancak, kudret sonsuz, irade mutlak olunca ortada zorluk diye bir şey kalmaz. İbda inşaya eşit olur.



20. "Demek, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاٰكَ لَوْلاٰكَ لَمٰا خَلَقْتُ اْلاَفْلاٰكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyeti dahi, öteki dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi." İzah eder misiniz?

Burada Peygamber Efendimizin (asm.) şahsında bütün peygamberler kastedilir. Şu var ki, insanlara hakkı tebliğ, onları şirkten tevhide davet, ömürlerini rıza çizgisinde sürdürmelerini tavsiye ve kendilerini cennete layık bir kıymet almaya çağırma vazifesini en ileri manada ve en mükemmel şekilde icra eden Âhir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (asm) olduğu için, O muhatap alınmıştır. Nitekim insanların bu kâinat kitabını doğru okumaları, bu âlemi ve kendilerini doğru değerlendirmeleri için peygambere ihtiyaç olduğunu güzelce ortaya koyan şu ifadeler, Peygamber Efendimiz (asm.) için söylenmişse de bütün diğer peygamberler için de geçerlidir:

“O bulunmazsa bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır.”(1)

Kâinat, hem bir mektep hem de okunması gereken bir kitap olarak yaratılmıştır. Ancak, "Niçin yaratılmıştır? Kim yaratmıştır? Bizden ne istemektedir ve kâinat ne mana ifâde etmektedir?" gibi yüzlerce sual cevap bulmadan kâinat bir mana kazanmaz. Öyle ise, bir elçi veya bir muâllime ihtiyaç vardır. O muâllim ise, başta Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) olmak üzere diğer bütün peygamberlerdir.

Öyle ise denilebilir ki, eğer bu elçiler olmasaydı, kâinatın yaratılmasının bir mana ve hikmeti olmazdı ve yine denilebilir ki, bu rehberler ve resûller olmasaydı, kâinat yaratılmazdı. Demek onların risâleti, kâinatın yaratılmasına sebeptir. Bu hikmet, en kâmil manada Resulullah Efendimizde (asm) tecellî ettiği için, diğer nebilerin adına Resulullah Efendimize (asm) hitap edilmiştir: "Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım."

Peygamber Efendimizin (asm) manevî şahsiyetini ve Allah katındaki mevkiini en güzel, şu kudsî hadis bize bildiriyor:

"Ey Habibim, sen olmasaydın bu kâinatı halketmezdim."(2)

O Zat (asm), her yönü ile en yüksek ve muallâ bir makamdadır, onun maddî ve manevî şahsiyeti bütün kâinatın ve mahlûkatın üstündedir.

Nasıl Allah’ın isimleri içinde İsm-i Azam varsa, bu isimlerin mazharları içinde de mazhar-ı âzam Peygamber Efendimizdir (asm). Yani Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın bütün isimlerinin en âzam derecede tezahür ve tecellî ettiği, en nuranî ve en güzel bir mahiyettir.

İlave bilgi için Miraç Risalesi'ne bakılabilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Birinci Söz.
(2) bk. Suyutî, el-Leali'l-Masnua, 1/272.



21. "Levlâke" hadisinin izahı nasıldır? Kütüb-i Sitte'de, Buhari'de ve Tirmizi'de kaynağı belirtilmemiş; nasıl hadis olabilir?

Başta bu hadis-i kudsinin kaynağını verelim. "Levlâke" hadîsinin kaynakları şunlardır:

Suyutî, El-Leali'l-Masnua, 1/272;
Aliyy-ül Kari, Esrarü'l-Mertüa, s. 295-296;
aynı eser Tahkik Muhammed Said Zalûl, s.194;
Şevkani, El-Feraidü'l-Mecmua, s. 326;
Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, 2/164;
Aliyy-ül Karî, Şerhü'ş-Şifa, 1/6.

Hem El-Hâfız Aclûnî hem de Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü, lafzı itibariyla hadîs olmasa dahi, manası itibarıyla doğru ve haktır, demişlerdir.

Divan ve tasavvuf kitaplarından mehaz olarak birkaçının da ismini veriyoruz:

Ni'metullah bin Veli, Levamiü'l-Ukul, s.15;
Divan-ı Mevlana Câmî sh. 4;
Divan-ı Şeyh Ahmed-i Cezerî, 1/190;
Mektubat-ı İmam-ı Rabbanî.

Ve bütün bunların yanında umum ümmetin telâkki-i bil-kabulü.

"Levlâke" hadîsinin hakikatı şudur:

Kâinattaki bütün kemalatın menşei ve esası nur-u Muhammedî’dir. Her şey, kemalini ve cemalini O’nunla buldu.

Sorulan suale iki şekilde cevap verilebilir:

a. “Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır.” Allah bu dünyayı ve içindekileri, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek için yarattı. Cemalini ve kemalini göstermek istediği şuur sahibi mahlûkatın başında da insan gelmektedir.

Madem kâinat insan için yaratılmış ve madem insanın yalnız aklı ile İlahi hakikatları anlaması mümkün değildir. Öyleyse insanların nazarını mahlûkattan ve masivadan çekecek peygamberler olacaktır. Bu peygamberlik makamı, Allah’ın en çok sevdiği insanlarda olacaktır. Bu seçkin insanların arasında da -vahiyde belirtildiği gibi- en sevgili kul ve en şerefli kişi Hz. Muhammed’dir (asm).

b. Hz. Muhammed’in (asm.) duası, bu kâinatın yaratılması için bir sebeptir. Üstadımızın ifadelerinden istihraçla “Allah, ezelî ilmiyle Peygamberimiz (sav.)'in, kâinatın ve cennetin yaratılması hususundaki ısrarlı ve ihlâslı duasını kabul etti ve bu kâinatı halk etti.” denilebilir.

İşte O’nun bu duası olmasaydı, Allah kâinatı ve içindekileri yaratmazdı.

Çünkü O Zât (asm.) bütün enbiyanın seyyididir, bütün evliyanın reisidir. O geldikten sonra dünya rahata kavuştu. Bu noktadan O’na olan sevgi, bambaşka bir sevgidir. Fakat madem Allah’ın Zât’ı mahlûkatın zâtına benzemez ve hadsiz derecede mükemmel ve âlîdir. Elbette ilmi, iradesi, kudreti ve muhabbeti de mahlûkatın sıfatlarına benzemez. Cenâb-ı Hakk’ın, Habib’ine (asm.) olan muhabbetini anlamamız mümkün değildir. Çünkü Allah’ın ne sıfatlarını, ne zâtını ne de fiillerini aklımız almıyor.

Hadis hususunda bazı kâide ve tesbitleri sıralarsak mesele daha iyi anlaşılır.

1. Hadis kaynakları olarak, sadece Kütüb-i Sitte ve onun gibi şöhret bulmuş kaynakları kabul edip, diğer hadis kaynaklarını yok saymak yanlıştır. Hâlbuki Buharî ve Müslim dışında sağlamlık açısından kıymetli çok hadis kaynakları da vardır.

2. "Hadis değil" demek, manası yanlış demek değildir. Sadece o sözün Allah Resulüne ait olmadığı ifade ediliyor. Hâlbuki bu hadisin manasını teyit eden âyet ve hadisler mevcuttur.

3. Hadis âlimlerinin, hadisi değerlendirme, tenkid ve tahlil kıstasları farklı olabiliyor. Bazen birinin "sahih" kabul ettiği hadisi, başka bir hadis âlimi "hasen" kabul edebiliyor.

4. Günümüzde birtakım din düşmanları, husûsiyle hadis sahasına şüphe atmak için sistematik olarak gayret sarf ediyorlar. Bunu da birtakım ehl-i bid’at âlimlerince dillendiriyorlar.

5. "Levlake" sözü hadistir ve ümmetçe kabul görmüştür. Bu hadis, bir âlimin ya da müçtehidin bir tevili ve değerlendirmesi değildir. Bahsi geçen kaynaklarda olmaması, hadis olmadığı manasına gelmez.

6. Hadis kaynakları sadece Buharî, Müslim, Tirmizî’ye mahsus değildir. Onun dışında yüzlerce sahih ve güvenilir kaynaklar vardır. Bu hadisin, Kütüb-i Sitte'de olmaması, onun sıhhatine zarar vermez.

7. "Levlâke levlâke Lemâ halaktü’l-eflâk = Sen olmasaydın ben âlemi yaratmazdım." sözü; âlimlerimizin ekseriyetince kudsî hadis olarak biliniyor.

Bu hadis-i kudsînin kaynakları: 

Bu hadis-i kudsî, Suyutî'nin El-Leâli'l-Masnûa; Aliyyü-Kârî'nin El-Esrârul-Merfûa ve diğer bir eseri olan Şerhü'ş-Şifâ; Şevkânî'nin El-Fevâidül-Mecmûa; Hâfız Aclunî'nin Keşfü'l-Hafâ; Muhammed Said Zalûl'ün Tahkîk; İmam-ı Nevevî'nin El-Ezkâr adlı eserlerinde kayıtlıdır.

Bu rivayetin hadis olmadığını söyleyen âlimlerin yanında, hadis olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Diğer yandan Mevlânâ Câmî, Ahmed-i Cezerî, Mevlânâ Hâlid, İmam-ı Rabbânî, Bedîüzzaman Said Nursî gibi nice İslâm âlimleri bu hadis-i kudsîyi eserlerine almışlar.

Levlake Hadisini Destekleyen Ayetler Var mıdır?

Kur'an, Resul-i Ekrem (asm.) için, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” yani, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyuruyor.

Bu ayet, alakalı hadisin manasına uygundur. Çünkü ayette geçen “âlemîn”, “kâinât” demektir. Hadiste geçen “eflâk” de “kâinat” demektir.

Ayrıca şu ayetler de söz konusu hadisi destekler mahiyettedirler:

“Andolsun içinizden size izzetli bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128)

"Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzap, 33/45-46)

“Ve sen elbette yüksek bir ahlâka sahipsin.” (Kalem, 68/4)

Bu ve buna benzer çok âyetler zımnî ve işârî olarak “Levlâke” hadisini teyit ve takviye ediyorlar.



22. "En cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ!" İzah eder misiniz?

"Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz."(1)

Cenab-ı Hak yarattığı her varlığın ve o varlığın en küçük uzvunun en küçük arzu, istek ve ihtiyaçlarını mükemmelen ve çoğu kez umulmadık yerlerden karşıladığını müşahede ediyoruz. Bu âdetullah dediğimiz ilahi kanun her şeyde cari olduğu gibi, insanlarda daha açık ve net bir şekilde görülmektedir. 

Allah; insanın en basit, en küçük en önemsiz istek ve taleplerini görüp, bilip, ihtiyaçlarını karşılasın; ama iş insanın en büyük ve en önemli istek ve taleplerine gelince, görmezden gelerek yerine getirmesin!.. Böyle bir davranış, Allah’ın sonsuz hikmet ve adaletine yakışmaz.

İnsanın küçük ve önemsiz isteklerinden maksat yeme, içme, sağlık, dinlenme, barınma vesaire gibi beden için gerekli olan şeylerdir.

Mesela Allah, insan akşam rahat uyusun diye Güneşi perdeliyor, sabah uyanıp işini gücünü yapsın diye Güneşi yeniden doğduruyor. Yemek yesin diye dünyayı sebze ve meyve bahçesine çevirirken; su ihtiyacı için denizleri, bulutları, yağmurları yaratıyor vesaire...

Hatta Allah, insanın en basit arzularını bile yerine getirir. İnsan sıkıldığında kalbine inşirah vermesi, ruhu daraldığında ruhuna sekinet indirmesi, birisini görmek istediğinde onunla karşılaştırması gibi...

Bütün bu dev icraatlar; insanların ve canlıların basit ve küçük bedensel ihtiyaçlarını temin etmek üzerine icra ediliyor. Bu da gösteriyor ki Allah, insanın ve diğer canlıların ihtiyaçlarını çok önemsiyor, onlara karşı çok merhametlidir.

Bu durumda Allah’ın; insanın maddi ihtiyaçlarını karşılayıp, manevi ve ruhani ihtiyaçlarını karşılamaması düşünülemez. Yani Allah, insanın bedeninin en küçük ve nispeten ehemmiyetsiz ihtiyaçları için dünyayı nasıl hazırlamış ise; ruhu ve latifelerinin en mühim ihtiyacı olan beka duygusu için de ahireti aynı şekilde hazırlayacak ve hazırlamıştır.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Hakikat.



23. "İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber..." İzah eder misiniz?

"Hakikatlerin dönüşmesi ve değişmesi imkânsızdır." hükmünde herkes ittifak etmiştir.

Hakikatler iki türlüdür. Birisi mutlak hakikatler ki, ezelden ebede kadar kendi mahiyetinin dışında başka mahiyetlere girmezler ve zıtlarına asla dönüşmezler. Allah’ın sıfatları asla tebeddül ve tağayyür etmezler; ezelden ebede aynıdırlar.

Bir de nisbî hakikatler var ki, bunlar ancak Allah dilerse değişirler. O’nun haricinde, kimse bu hakikatleri değiştiremez. Buna misal, kâinatta var olan ve işleyen kanunlardır; ateşin yakma vasfı, yerin çekim kuvveti gibi.

"Hakikatlerin değişmesi imkânsızdır." kaziyyesi içinde en imkânsızı, bir şeyin kendi zıddına dönüşmesidir. Meselâ, bir âlim zât, ilmini korumakla beraber, aynı anda cahil olsun. İkisini de aynı anda muhafaza etsin. Bu imkânsızdır. İlim varsa, cehil yoktur; cehil varsa, ilim yoktur.

Hem kendi mahiyetine sahip olacak, hem de mahiyetinin zıddı olan başka bir mahiyete sahip olacak. Bu asla mümkün değildir.

Allah hem sonsuz ilim sahibi olacak hem de -hâşâ- cehil ona yanaşacak. Allah, hem sonsuz kudret sahibi olacak, sonra acizlik ona müdahale edecek. Şayet sonsuz kudret sahibi olduğu sabit olursa, acizliğin ona müdahale etmediği sabit olur. İkisini, yani hem sonsuz kudret sahibi olduğunu hem de aciz olduğunu kabul etmek, muhal bir şeyi kabul etmek olur.

Zehir, zehir olma vasfını muhafaza ettiği halde bala inkılab etmesi muhaldir. Aynı anda hem ışık hem karanlık olamaz. Ya ışıktır ya da karanlıktır. Bir şey ya vardır ya da yoktur. Bir şey aynı anda hem var hem yok olamaz. Bir şeyde zıddı galipse, aslı gitmiş demektir. Ya da onun zaten asıl olmadığı anlaşılmış olur. Meselâ, bir yerde ışık varken, karanlık oraya girip istila etmiş ise, ışığın orada asıl olmadığı sabit olur. Işık geldiğinde de karanlık gidiyorsa, durum yine aynı oluyor. Bunlar, “İnkilab-ı hakaik muhaldir.” hükmüne dâhil değildir.



24. Kur'an'ın tüm ayetleri tüm tabakat-ı beşere baktığı gibi tüm cinlere de bakmalı. "Ey insanlar", "Ey beniâdem" diye başlayan ayetler, cinleri saf dışı etmiyor mu?

Cinler ile insanların müşterek vasıfları; irade sahibi olmaları ve imtihana tabi tutulmuş bulunmalarıdır. Ama irade insanlarda daha mükemmel olduğu için, beniâdem şeklinde ifade ediliyor. İsrailiyat (Yahudilerden gelen yanlış rivayetler) denildiğinde Hristiyan ve diğer milletlerden de gelen yanlış hikayeler zımnen kasdedildiği gibi, beniâdem ifadesi içinde de cinler zımnen ifade edilmektedirler.

Zannedildiği gibi beniâdem ifadesi sadece insanları içine almıyor; cinleri de içine alıyor. Meselâ, "iş adamı" ifadesinde kadın ve erkeklerin beraberce ifade edilmesi gibi.

Hülâsa, Kur’an’da başta insanlara olmak üzere cinlere de hitap vardır. Cenâb-ı Hak bu iki topluluğa bazı ayetlerde birlikte hitap etmekle beraber, ekseriyetle hitap insanlaradır.