Üstadımız Hazretleri bu Altıncı Hakikat'te ism-i Celil’in ve Baki’nin ahireti iktizasından bahsetmiştir. Aslında ism-i Celil bir derece Birinci Hakikat'te ve ism-i Baki de Dördüncü Hakikat'te işlenmişti. Üstadımız burada farklı bir cihetten yine bu isimlerle ahirete kapı açmıştır.
Delilin özü şudur: Böyle haşmetli faaliyet ve icraatlar ile celalini ve azametini gösteren bir zat, hiç mümkün değildir ki, sadece şu fâniler üzerinde dursun ve haşmet ve celalini hakkıyla gösterebileceği baki bir memleketi icad etmesin...
Bu hakikatte izah edilmesi ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken birçok yer vardır. Bilhassa “dokuz esasın” her birine bir şerh yazılabilir. Şimdi hakikatin özetine geçelim:
"Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden Güneşlere, ağaçlardan galaksilere kadar bütün mevcudatı itaatkâr bir nefer gibi emrine boyun eğdiren ve bütün kâinatı idare ve tedbir ederek haşmetli rububiyetini gösteren bir zat, sadece, şu dünya misafirhanesinde muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üzerinde dursun; haşmetli icraatına ve âli rububiyetine ayna olacak ebedî ve baki bir memleketi icad etmesin? Hâşâ ve kella!"
Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde muhteşem bir saltanat ve rububiyet hükmediyor. Evet!
· Mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat,
· Yıldızların ve galaksilerin tayyare misali hareketleri gibi azametli harekât,
· Yeryüzünü, içindeki mahlukata bir beşik; Ay’ı, onlara bir kandil ve Güneş’i onlara bir lamba yapmak gibi dehşetli teshirat,
· Kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda diriltmek ve süslendirmek gibi geniş tahvilât...
Ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar haşmetli faaliyetler gösteriyor ki, perde arkasında muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Elbette böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine layık mahluklar ve haşmet ve celaline mazhar bir halk ister.
Hâlbuki görüyorsun ki, o zatın en kıymetli misafirleri ve en makbul kulları olan insanlar, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, muvakkaten toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor, boşalıyor, her saat tebeddül ediyor.
Hem bütün bu insanlar, celal sahibi o zatın kıymetli ihsanlarının numunelerini ve harika sanatının antikalarını şu çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret maksadıyla temaşa etmek için, şu dünya teşhirgâhında birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu dünya meşheri ise her dakika değişiyor; giden gelmiyor ve gelen gidiyor.
İşte bu hâl ve şu vaziyet kat’i gösterir ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında, o ebedî saltanata mazhar olacak daimî saraylar, sabit meskenler ve şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına ve ameline göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.
Evet, böyle haşmetli bir saltanat için imkânsızdır ki, sadece şu fâniler ve ölüme mahkûm zeliller üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.
Şimdi bu hakikate şu temsil dürbünüyle bakalım:
Mesela siz yolda gidiyorsunuz. Görüyorsunuz ki yol içinde bir han var. Bir büyük zat, o hanı, kendine gelen misafirleri için yapmış. O misafirlerin bir gece gezinti ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor.
Hem o misafirler, o tezyinattan pek azına, az bir zamanda bakıp o nimetlerden, pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar.
Hem o büyük zatın diğer hizmetkârları da misafirlerin amellerine gayet dikkat ediyorlar ve o amelleri gayet dikkatle kaydediyorlar.
Hem görüyorsun ki, o zat, her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirlere yeni tezyinatı icad eder, o hana her gün milyonlar sarf eder.
Acaba bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zatın daimî, pek âli menzilleri; hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri; hem devamlı, pek büyük bir cömertliği olmasın? Evet, o zatın bu handa yaptığı ikramlar, kendi katında bulunan nimetlere misafirlerinin iştahlarını açmak ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırmak içindir.
Aynen bu misal gibi, şu dünya misafirhanesindeki vaziyete, sarhoş olmadan dikkat ile baksan, şu dokuz esası anlarsın:
Birinci Esas: Anlarsın ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değildir ve kendi kendine bu sureti alması muhaldir. Belki bu dünya, kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
İkinci Esas: Hem anlarsın ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerim’i, onları Dârü’s-Selâm’a, selam diyarı olan cennete davet ediyor.
Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, yalnız lezzetlenmek veya tenezzüh için değildir. Çünkü bir zaman lezzet verse, seni terk etmesiyle birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat ibret içindir, şükür içindir, cennetteki asıllarına teşvik içindir; başka gayet ulvi maksatlar içindir.
Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın ehl-i iman için cennette hazırladığı nimetlerin numuneleri ve onların suretleri hükmündedir.
Beşinci Esas: Hem anlarsın ki, şu fâni mahluklar, fena bulup yok olmak, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp matlup bir vaziyet alıp da suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin ve neticeleri zapt edilsin diye yaratılmıştır. Mesela binler neticelerinden bir netice şudur ki, bu âlemdeki bu fâni manzaralar, cennet ehli için daimî manzaralar olur. Ehl-i cennet, cennette bu âlemin kayıtlarını seyredecek ve dünyadaki hatıralarını hatırlayarak neşeleneceklerdir.
Acaba, en basit mertebe-i hayatta olan bir çiçek böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta olan ve baki bir ruhun sahibi olan insan, ne kadar beka ile alâkadardır, apaçık anlaşılmaz mı?
Altıncı Esas: Hem anlarsın ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri bir muhasebe için zaptedilir.
Yedinci Esas: Hem anlarsın ki, sonbahar mevsiminde, yaz ve bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı idam değildir; belki, vazifelerinin tamamlanmasıyla bir terhistir ve bir sonraki baharda gelecek olan mahlukata bir yer boşaltmaktır. Hem insana vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ilahî bir ikazdır.
Sekizinci Esas: Hem anlarsın ki, şu fâni âlemin sahibi olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in başka ve baki bir âlemi vardır ki, kullarını oraya sevk ve ona teşvik eder.
Dokuzuncu Esas: Hem yine anlarsın ki, öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has kullarına, öyle ikramlar edecek ki; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insanın kalbine hutur etmiştir. Âmennâ ve saddeknâ! İnandık ve iman ettik.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ezelî olduğu gibi, bütün sıfatları da ezelîdir. Mahlûkatın ise, zâtları sonradan yaratıldığı gibi, o zâtlara takılan sıfatların da bir evveli vardır, onlar da sonradan yaratılmışlardır.
Bunun gibi, mahlûkatın zâtları da fanidir, geçicidir, sıfatları da. Şu var ki, bu sıfatlardan ruha mal olmuş kısmı Allah’ın izniyle ruhla birlikte bâki kalırlar.
Boy, endam, sima güzelliği gibi, makam, mevki ve servetlerle kazanılan sıfatlar da o zâtın dünyadan göçmesiyle ortadan kaybolurlar. Ancak ruha mal olan ilim, irfan, iman gibi sıfatlar ölümle ölmezler, bâki kalırlar.
Evveli olmayanın ahiri de yoktur. Allah’ın şu dört ismi birlikte zikredilirler: “Evvel, Ahir, Zahir, Batın.”
Evvel, ezelîyeti,
Âhir, ebedîyeti ve bekayı ifade eder.
Zâhir, varlığı her şeyden daha aşikâr;
Batın ise kudsî mahiyeti idraklerin ötesinde demektir.
Sermedî ise “hem ezelî, hem ebedî olan” manasına gelir. Yani bu kelime “Evvel” ile “Âhir” isimlerine sahip olmayı birlikte ifade eder.
Hastalıklar, musibetler, felaketler, deprem, sel, yangın, savaşlar ve açlık gibi afetler insanın huzurunu ve konforunu bozup perişan olmasına sebep olan şeylerdir.
Ayrıca dünya hayatı ne kadar rahat ve konforlu da olsa cennete kıyasla zindan ve perişan bir hayattır. İnsanın fıtratı ve cami kabiliyetleri cennet için tasarlandığı için dünya hayatı onu tatmin edip tam huzura erdiremez.
Her şey yolunda olsa bile insanı perişan edip huzurunu kaçıracak bir musibet mutlaka isabet eder. Dünyaca ünlü ve zengin birisi rahat içinde yaşarken bir bakmış ihtiyarlık, kıtlık, savaş veya hastalık gibi bir sebep huzurunu kaçırmış. Ya da maneviyatsızlık ve inkârı yüzünden hayatı cehenneme dönüşür, kendini alkole, uyuşturucuya verir perişaniyeti o şekilde olur.
"Perişanlık" kavramı içinde sayısız şeyler vardır. Musibet, küfür, günahların kirlerinden gelen manevi azaplar bunlardan bazılarıdır. İmansız bir şekilde insan bu dünya hayatında tam bir emniyet ve huzur içinde mutmain olup huzurlu kalamaz.
"Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?
İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar." (Mektubat, 20. Mektup, Mukaddime)
Ticaret nazarı, bu dünyaya bir ticaretgâh olarak bakmaktır. Öğretmenin nazarında bu dünya bir imtihan salonu, çfitçinin nazarında bir tarla olduğu gibi, tüccarın nazarında da bir ticaret yeridir.
Altıncı Söz'ün başında yer alan ve o Söz’e ilham kaynağı olan ayet-i kerimede, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111) buyuruluyor.
Gözünü tefekkürde, ibrette, ilim tahsilinde ve helal kazanç temininde kullanan kişi, gözünü Allah’a satmıştır. Bu satışla çok sevaplar kazanacak, çok faziletlere kavuşacak ve sonunda gözlerin görmediği cennet bahçelerini seyir gibi bir mükâfata erişecektir.
Diğer duyu organlarımız gibi aklımız, hafızamız, hayalimiz de aynı şekilde, Allah için, O’nun rızası dairesinde ve istikamet yolunda harcandıklarında insan, “cennete layık bir kıymet alır.” Bu kıymete kavuşmak o ticaretin “kârı” gibidir.
Malını, servetini, makamını Hak yolunda kullanmak da aynı şekilde, bunların Allah’a satılması demektir. Bu ticaret sonunda cennette ebedî mülkler, akıl almaz zenginlikler ve manevî makamlara ulaşılacaktır. Bunların her biri bu ticaretin birer kârıdırlar.
“Kaybolma” ifadesine gelince, bununla “ticaret mahallinin terk edilmesi” anlatılmaktadır. İnsan, ticarethanede sürekli kalmaz; işini bitirdiğinde o mekânı terk eder, yani oradan kaybolur.
“Kaybolma” kelimesinde, ölümün hiçlik olmadığı mesajı da gizlidir. Bir mekânda kaybolan kişi ölmüş demek değildir; başka bir mekânda hayatını sürdürüyor olabilir. Bu dünya ticarethanesini terk eden insanlar da kabir hayatına geçmekte ve hayatlarını mahşere kadar orada devam ettirmektedirler.
“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.”(1)
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz.
İnsan bu dünyaya, kabiliyetlerini inkişaf ettirip âhirette yüksek makamlara ulaşmak için gönderiliyor. Allah insanın fıtratına âhirette en yüksek makamlara çıkacak istidat ve kabiliyetler vermiştir. İnsana düşen bu kabiliyetleri iman ve ibadet ile geliştirmek ve âhirette sonsuz bir makam ve derece kazanmaktır.
Meselâ görmek bir istidattır, insan bu istidadını helal dairede Allah’ın sanatlarını tefekkür eden bir müfettiş gibi kullanırsa, cennette çok büyük bir mükâfat olarak kendisine dönecektir.
Yine akıl bir istidattır, insan bu istidadı tefekkür yolunda sarf edip inkişaf ettirir ise, bu cennette insana görülmemiş ve duyulmamış bir makamı kazandıracaktır.
Bu iki misalde olduğu gibi, insan fıtratına Allah tarafından tevdi edilen sayısız istidat ve kabiliyetleri yine Allah’ın bildirdiği iman ve ibadetler ile inkişaf ettirip terbiye ederse, bunlar insana cennette nihayeti olmayan bir makamı ve dereceyi kazandıracaktır.
Ehl-i iman, kader tarafından fıtratına tevdi edilen kabiliyet ve istidatlarını günah ve gaflet sebebi ile inkişaf ettirmeyip heba ederse, bu da bir cihetle ebedî bir kayıp, ebedî bir zarardır.
Dünya hayatında kabiliyetlerini yeterince inkişaf ettiremeyen bir mü’min ile ibadet ve takva ile kabiliyetlerini harika bir şekilde inkişaf ettiren mü’min arasında, cennette ebedî bir mevki ve makam farklı olacaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, Ğani'dir, Müstağni'dir, Samed'dir, ihtiyaçtan münezzehtir. Mahlûkatın olup olmaması, onun zâtı noktasında bir mana ifade etmez. Ancak İlâhî isimler tecellî isterler. Bu tecelliler sadece bu dünya hayatına mahsus değildir. Tecelliler devam istedikleri gibi bu tecellilere mazhar olanların da devamlarını isterler.
“Sermedi saltanat” ifadesi, bütün İlâhî isim ve sıfatlar için ayrı ayrı düşünülebilir.
Meselâ, “Rabbü’l-âlemîn” ismi rububiyet saltanatını ifade eder. Yani, bütün âlemleri ancak Allah terbiye etmiştir. Ondan başka Rab yoktur.
Yine, hayatın verilmesiyle “Muhyî” ismi tecellî etmiştir. Bütün hayatlar Allah’ın ihsanıdır. Bu da ayrı bir saltanatı ders verir. Ölümle bu hayatın ebediyen geri alınmasına “Muhyî” ismi müsaade etmez; hayat sahiplerinin kabirde de mahşerde de âhirette de devam etmelerini ister.
Bu ifadede bir de “zeliller” kelimesi geçiyor. Bununla dünya hayatının ve ondaki tecellilerin âhiretteki tecelliler yanında çok zayıf kaldığı nazara veriliyor. Bu mahlûkatın, husûsan insanların, âhirette mazhar olacakları nimetlere göre, bu dünyadaki nimetler “gölge” gibi zayıf ve “zelil” kalırlar.
Demek ki, esmâ tecellileri sadece bu dünyadaki zayıf ve zelil hayatta tecellî etmekle kalmayacak, bâki bir âlemde daha ileri derecede tecelliye devam edecektir.
"Meselâ sen yolda gidiyorsun. Görüyorsun ki, yol içinde bir han var. Bir büyük zât, o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor. Hem o misafirler, o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az birşey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zâtın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkatle alıyorlar ve kaydediyorlar." (Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat)
“Mahsus fotoğraf” ifadesi, insanın hâfızasına işaret etmektedir. Dinlediğimiz sohbetlerden, gördüğümüz manzaralara kadar her şeyin sanki fotoğrafı alınıp hâfızamızda muhafaza ediliyor.
İnsan, misafir olduğu şu fani menzilde bir ömür boyu fotoğraf almakla meşgulken, melekler de onun bütün işlerinin ve her türlü konuşmalarının fotoğraflarını alıyorlar. İnsan mahşerde ömrünün hesabını verirken bu iki “fotoğraflar dizisi” onun hakkında şahitlik edecekler. Bütün yaptıklarını amel defterinde görecek ve hatırlayacak.
"Fotoğrafı" sadece resim olarak anlamak eksik olur. Teyplerde seslerimizin fotoğrafları alınırken, video kasetlerinde seslerimizle görüntülerimiz birlikte resmedilirler.
Bu ifadelerden şöyle bir manada akla geliyor:
Meleklerin amellerimizi yazmaları, kalem ve kâğıtlı bir yazma olmasa gerektir. Mahşerde herkesin okuyacağı amel defteri belki de “yazı” olarak değil “fotoğraflar ve sesler sergisi” şeklinde görülecek.
Üstad'ın şu ifadeleri konuya yeterince açıklık getirmektedir:
“Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-ı cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar, senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.”(1)
Demek oluyor ki, sadece içki değil, hakikatleri görmeye, insan hayatını ve varlık âlemini doğru değerlendirmeye mani olan her şey bir sarhoşluk sebebidir.
Buna göre, Altıncı Hakikat'teki dokuz esası anlamanın ve idrak etmenin yolu ayık olmaktan, doğru düşünmekten, hislere mağlup olmamaktan ve batıl fikirlerle zihni bulandırmamaktan geçmektedir.
"... Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen, şu Dokuz Esası anlarsın."(2)
Dokuz esas; âhiret hayatının kurulmasının ve yaratılmasının zarurî sebeplerini izah ediyor. Yani Allah’ın her bir ismi âhiret hayatının yaratılmasını zarûret ve bedahet derecesinde iktiza ediyor. Ama insanların ekserisi ya imansızlıktan gelen bir akıl tutulması ile ya da gaflet ve taklidî imanın kifayetsizliğinden gelen manevî bir sarhoşluk ile bu zarûreti, yani âhiret hayatını icap eden sebep-netice münasebetini iyi okuyup anlayamıyor. Bundan dolayı da âhiret hayatı ya inkâr ediliyor ya da iman tesirsiz kalıp dünya hayatında izleri ve eserleri görünmüyor.
Tahkikî iman nazarı ile bakılırsa, âhiret hayatı şu dünya menzili gibi kat’îdir ve hazır bir vaziyette bizi bekliyor. Yani Allah, şu misafirhane olan dünyanın hâl ve vaziyeti içine, âhiret hayatına işaret eden yüzlerce levha ve işaretler koymuştur, imansızlıktan ya da imanın zaafından hâsıl olan gafletten gelen sarhoşluk olmazsa, bu levha ve işaretler çok vâzıh ve açık bir şekilde okunabilir.
Vahyin o eşsiz iklimine giren ve fikirleri Kur’ân güneşiyle aydınlananlar, bu işaretleri rahatlıkla okuyabilirler.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat.
Her şeyin bir yapılış maksadı olduğu gibi, her mahlûkun da bir yaratılış gayesi vardır. Buna “ille-i gaiyye” deniliyor.
“Kendi için değil.” ifadesi, umumî bir kaidedir. Hiçbir şey kendi için yani sadece var olmak için değil, bir maksat içindir. Kalem yazmak içindir. Kalem yapıldı mı artık maksat gerçekleşti denilmez. Kalem sadece kalem olmak için değil, yazıda kullanılmak içindir.
Sual cümlesinde geçen han da buna misal olur. Han yapıldı mı iş bitmiş değildir, hana yolcular konup göçeceklerdir ki, hanın yapılmasının bir manası olsun. Yoksa han sadece bir bina olarak yapılıp kendi haline terk edilmek için inşa edilmez.
Bu dünya da bütün canlıların, bilhassa insanların konup göçtükleri muhteşem bir handır. Lambası Güneş, kandili Kamer, tavanı semâ, halısı zemin olan hârika bir misafirhane. Bu misafirhane kendi için olmadığı gibi, ona gelip giden misafirler de kendileri için değildir. Yani, her canlının yaratılışında birçok hikmetler, İlâhî gayeler vardır. Onun bu dünyada hayatını sürdürmesi, yiyip içmesi ve hayattan lezzet alması, yaptığı bu hizmetler için verilmiş peşin bir ücrettir. Âhirette, yaptığı bu vazifelerin ve ettiği tesbihlerin karşılığını ayrıca görecektir.
İnsan da bu kaideden hariç olamaz. Onun yaratılışı da kendi için değildir. Kur’an-ı Kerim'de “ahsen-i takvim” şeklinde ifade edilen onun o yüksek istidadı, mükemmel yaratılışı ve hârika kabiliyeti sadece bu dünyada yaşaması için olamaz. Yani, hayatın gayesi “hayat sürmek” değildir.
İnsan ebedî âlemler için yaratılmıştır, iman ve marifet için yaratılmıştır, bu kâinat kitabını mütalâa için yaratılmıştır. İnsanın bu hârika yaratılışı “ibadet içindir, tefekkür içindir, ubudiyet içindir ve bâki âleme bir çekirdek, bir tarla olması” içindir.
“Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, … Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor.”(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
“Darü's-selâm”, kısaca “selamet evi, korunmuşluk diyarı” diye tercüme edebileceğimiz bu ifade, çok daha geniş manalar taşımaktadır.
Selamete ermenin ilk ve en ehemmiyetli adımı, cehennem azabından kurtulmaktır.
“Darü's-selâm” olan cennete varan müminler, cehennemden uzaklaşmışlardır, onu artık ebediyen görmeyeceklerdir.
Cehennemden selamete ermek, en büyük bir nimettir. Bu selametin birçok alt şûbeleri vardır. Cennet ehli, cehennem azabından selamete erdikleri gibi Allah’ın kahrına muhatab olmaktan, ehl-i cehennemle ve şeytanla birlikte bulunmaktan da selamete ermişlerdir.
Bir ayet-i kerimede “...Öyle bir ateşten sakının ki, yakıtı insanlarla taşlardır...” (Bakara, 2/24) buyuruluyor. Tefsir âlimleri ayette sözü edilen taşları “putlar” olarak izah ederler. Buna göre, cennete giden bahtiyar insanlar, “putlarla birlikte cehennemde yanma zilletinden” de selamete ermişlerdir.
Diğer taraftan, cennete giren kişi kin, haset, düşmanlık (bk. Hicr, 15/47-48) gibi kötü huylar yanında, hastalıklardan, musibetlerden, yorulmaktan ve böyle daha nice sıkıntılardan (bk. Fâtır, 35/34-35) da artık çok uzaktır. Bunların hepsinden selamete ermiştir.
Dünyadaki nimetler ve lezzetler tadımlıktır, doyumluk değildir; bunlar ancak cennetteki hakiki nimetlere işaret eden ve onlardan haber veren zayıf gölgeler ve numuneleridir.
Bu yüzden dünya nimetleri, âhirete bakan duygularımızı tatmin etmiyor, sadece iştah açıyor, tattırıyor, doyurmuyor.
Dünya nimetlerinin doyumluk değil, tadımlık olmasının sebebi, buranın fâni olmasıdır. En güzel yemeğin tadı bile damakta bir iki dakika hissediliyor, sonra kaybolup gidiyor. En güzel nimetlerden olan gençlik nimeti yirmi otuz yıl sonra yaşlılığa dönüşüyor. Sıhhat hastalığa, huzur ve sükûnet bela ve musibet ile meşakkate dönüşebiliyor. Yani dünya lezzet ve nimetleri daimî ve sürekli olamadığı gibi, insanın ömrü de daimî değildir.
Halbuki insanda öyle duygular ve cihazlar var ki, "Ebed, ebed!.." diyor, ebedden ve ebedi Zât’tan başkasına razı olmuyor. Dolayısı ile insanın bu dünya hayatında doyuma ulaşması ne nimetler açısından ne de kendi ömrü açısından mümkün değildir, çünkü her ikisi de fanidir, gelip geçicidir.
"Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat ibret içindir, şükür içindir."(1)
Burada ifade edilen "tezyinat", eşyanın estetik ve güzel bir şekilde yaratılmasıdır. Elmanın o tatlı ve çekici şekli, çiçeğin sevimli ve güleç yüzü, ağacın zarif ve hârika hey’eti, yıldızların semânın yüzünde parlak ve nurani ve mütebessim manzarası, denizlerin mavi astarı hep bu tezyinatın fiilleridir.
Üstad Hazretleri bu manaya şöyle işaret ediyor:
"Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder."(2)
Eşyanın hikmetli yaratılması Allah’ı tanıtmak, zînetli ve süslü yaratılması da Allah’ı sevdirmek içindir. Bu yüzden Allah yaratmış olduğu her şeyi çok güzel ve mükemmel olarak yaratmıştır. Bir meyvenin hikmet ve faydaları Allah’ı bize tanıtırken, güzelliği de Allah’ı bize sevdiriyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat.
(2) bk. age., Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Yedinci Pencere.
“Evet, her şeyin vücudunun müteaddit gayeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir ta hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır:..”(1)
Kâinattaki bütün eşyanın sayısız gayeleri ve maksatları vardır. İnkârcı felsefenin iddia ettiği gibi eşya sadece kendilerine veya insanların istifadesine hizmet etmiyor. Mesela, bir meyvenin gayesi sadece dilimize ve midemize hizmet etmek değildir.
Üstad Hazretleri eşyanın küllî gayelerini üç sınıfta özetliyor:
“Birincisi ve en ulvîsi Sâniine bakar ki, o şeye taktığı harika-i san’at murassaâtını, Şâhid-i Ezelî'nin nazarına resmigeçit tarzında arz etmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, seriüzzevâl lâtif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer harika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamihâ verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez. Demek, herşey, hayatıyla, vücuduyla Sâniinin mucizât-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâlin nazarına arz etmek birinci gayesidir.”
Eşyanın en yüksek ve ulvî gayesi Allah’ın ezelî ve ebedî nazarına, o sayısız hikmet ve sanatlarını teşhir etmesidir. Eşyanın bir an vücuda gelip hemen gitmesi dahi onun o ezelî nazarına mazhar olmaya kâfidir. Öyle ise bir meyvenin sayısız hikmet ve güzellikleri sadece insanın istifadesine mahsus değildir. O hikmetlerin büyük bir kısmı başka gayelere bakıyor.
“Bir an-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.” Varlıkların vücut sahasından çıkıp gitmeleri, insanlar açısından yetersiz olabilir; ama Allah için zaman mefhumu ve zamanın kısalığı ya da uzunluğu mühim değildir.
Meselâ, bir balık binlerce yumurta bırakır, bunların büyük bir kısmı balık olmadan ölür. Herbir yumurta içerisine balığın bütün organlarının planının kaydedilmiş bulunması büyük bir İlâhî sanattır. Cenab-ı Hak bütün yumurtaları ve çekirdekleri bu yönleriyle müşahede etmektedir.
“İkinci kısım gaye-i vücut ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani, her şey, Sâni-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaiknümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki, melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arz eder, mütalâaya davet eder. Demek, ona bakan her zîşuura ibretnümâ bir mütalâagâhtır.”
Eşyanın ikinci büyük gayesi ise, insanlar, melekler, cinler ve ruhanîler gibi şuur sahibi mahkûklara hitap etmesidir. Eşyanın birçok hikmet ve güzellikleri, bu mahlûklara Allah’ın isim ve sıfatlarının cemalini seyrettirmektedir.
Mektub-u hakaiknümâ: Mevcudat İlahi hakikatlerin ilan edilip gösterildiği bir mektup gibidir. Buradaki "hakikatler" tabiri, Allah’ın isim ve sıfatlarına işaret ediyor.
Kaside-i letâfetnümâ: Bütün mevcudat mektup olmakla kalmayıp, insanın duygu ve hissiyatlarını okşayan latif ve hoş bir şiir tadındadır. Yani hoş bir kaside gibidir ki, sadece akla hitap etmiyor, insanın sair latifelerini de coşturuyor.
Kelime-i hikmet-edâ: Bu kelime bütün mevcudatın ve eşyanın hikmet ile teçhiz edildiğine işaret ediyor. Kâinat ve içindeki her şey âdeta bir hikmet ve fen kitabı gibi her tarafından hikmet fışkırıyor ki, bu hikmetler de Allah’ın isim ve sıfatlarına işaret ediyorlar.
İşte bu hikmet ve gayelerden faydalanmakta ya da nazar etmekte hayvanatın da kendi kabiliyetlerine göre bir hissesi vardır. Nimetlere bir nevi şükürleri ve bilemeyeceğimiz bir nevi hususi tesbihleri vardır.
“Üçüncü kısım gaye-i vücut ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki, telezzüz ve tenezzüh ve bekà ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ, azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi, sefine itibarıyla yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait, doksan dokuzu sultana ait olduğu gibi; her şeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâniine ait doksan dokuzdur.”
Eşyanın üçüncü gayesi ise maddî ve cüz’î olarak mahlûkatın menfaatine bakan yüzüdür. Yani elmanın mideye ve ağızdaki dilin zevkine hitap etmesidir ki, eşyanın en dar ve basit yüzü bu yüzüdür. Zâten maddeci felsefe de eşyanın ancak bu yüzünü görüp onu öyle değerlendiriyor.
Bir çiçeğin maddesi ve dünyaya bakan faydası birkaç iken, sanatkârı olan Allah’a bakan yüz binlerce cihet ve işareti vardır. Yani çiçek, üstündeki her bir nakış ve zîynetiyle ayrı ayrı isimlerine ayna olur. Meselâ; çiçeğin o güzel ve tatlı tebessümünde Allah’ın Muhsin, Cemil, Müzeyyin gibi çok isimleri tecellî ile kendini ilan ediyor.
“İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki, birbirine zıt ve münafi görünen hikmet ve iktisat, cûd ve sehâ ve bilhassa nihâyetsiz sehâ ile sırr-ı tevfiki şudur ki:
"Birer gaye nokta-i nazarında cûd ve sehâ hükmeder, ism-i Cevâd tecellî eder. Meyveler, hubublar, o tek gaye nokta-i nazarında bigayri hisabdır; nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecellî eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var; belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki, beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir."
"Şu umum gayeler nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile, sehâ ile içtima ediyor. Meselâ, asker ordusunun bir gayesi temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudut ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcut ancak kâfi gelir; kemâl-i hikmetle muvazenededir. İşte, hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur, denilebilir.”
"Hikmet", bir şeyin gaye ve vazife ile cihazlanmış olması manasındadır. Hikmetin esasında gaye ve iktisat vardır. Halbuki Allah’ın Cevâd ismi ise her şeyi bolca yapmak ve cömertliğini bütün şuur sahiplerine ilan etmek istiyor. Bu noktada hikmet ile cömertlik iki zıt kutup gibi duruyor.
Mesela, bir incir çekirdeğinin akla gelen ilk gayesi neslinin devamıdır. Halbuki bu gaye için birkaç çekirdek kâfidir. Fakat, o küçük çekirdeğe bütün incir ağacının programını yerleştirmek Allah’ın azim bir sanatıdır. Bu sanatı seyredecek hadsiz meleklerin yaratılması ve Cenab-ı Hakk'ın bu küçük sanat harikalarını bizzat müşahede etmesi nazara alındığında, bu çoklukta israf olmadığı anlaşılır. Yani iktisat ile cud burada içtima ederler. Yani, Allah’ın kâinattaki bazı şeyleri kesretle yaratmasının sebebi, hikmeti içinde azamet ve kibriyasını izhar ve ilan etmektir.
İşte Allah kâinat eserleri üstünde bu iki zıt icraatını birbirlerinin hükmünü bozmadan mu’cizevî bir şekilde tezahür ettiriyor.
Meselâ, yıldızların çok ve büyük bir şekilde yaratılması hikmete zıt düşmüyor, onun hükmünü bozmuyor, zira hikmet bu çokluğa ve büyüklüğe büyük vazifeler ve gayeler takmıştır.
Netice itibariyle; şu kâinat ve içindeki sanatlı mevcudatın en büyük maksadı, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına âyine olmak, O’nu tanıtıp sevdirmektir.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat (Haşiye: 2).
Her mahlukun birinci gayesi, kendinde tecelli eden hikmetleri, güzellikleri, ince ve mükemmel sanatları Cenâb-ı Hakk'ın nazarına arz etmektir. Allah, zamandan münezzeh olduğu için, bir an yaşamak bu gaye noktasında kâfidir. Çekirdekler, yumurtalar ve nutfelerin istidatlarına inkişaf imkânı tanınmadığı ve öylece kaldıkları takdirde de onlardaki ince sanatları Cenâb-ı Hakk'ın müşahede etmiş olması, bu gaye için kâfidir.
Yumurtalar ve nutfeler inkişaf ettirilip, bu gelişmenin bir safhasında kendilerine ruh verilecektir ki, onlar için ahirette yeniden dirilme söz konusu olabilsin.
Hayvanlarda akıl olmadığı için, onların mütalaası insanlara ve meleklere göre çok noksandır. Ancak, hayvanlarda şuur vardır. Her hayvan rızkını tanır, düşmanını sezer, tedbirini alır, yuvasını hazırlar. Bunları şuurla yapan bu canlıların kendi çaplarında bir tesbihleri olduğu gibi, tefekkürleri ve şükürleri de vardır. Bu tefekkür, insanların yaptığı manada, “aklı kullanmak, istidlal etmek, sebep netice münasebetini kurmak ve bir neticeye varmak” şeklinde değil, sadece o işe şuurlarının taalluk etmesi şeklindedir.
Meselâ, her hayvanın rızkını tanıması bir şuur eseri olduğu gibi, rızkını iştiha ile yemesi de bir fıtrî şükürdür. Bu konuda Nur Külliyatı'nda şu tespite yer verilir:
“… Rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır.”(1)
(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale...
"Hem anlarsın ki, şu fâni masnuat fena için değil; bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp, matlup bir vaziyet alıp, ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zaptedilsin. Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nesc edilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun."(1)
Kâinat ve içindeki eşyanın kaydedilip, bekâ âleminde başka gayelere hizmet ettirilmesinin çok yönleri vardır. Buradaki dağlar ve ovalar, orada bağ ve bahçelere manzara katarak hayatiyetini ve varlığını devam ettireceklerdir.
Şu kâinat sahnesinde sergilenen hiçbir eşya yok olmuyor, kaybolup gitmiyor, beka âleminde ebedî bir manzara olmak üzere ve bir müze gibi sergilenmek için kaydediliyor. Yani şu fâni masnuat yok olmak için yaratılmadıkları gibi bir parça görünüp, mahvolmak için de yaratılmamışlar.
Zaman ve mekân sahnesine çıkan bütün eşya, bu sahneden çekildikten sonra yok olmuyor, varlıklarını başka boyutlarda devam ettiriyor; beş cihetle kayıt altına alınıyorlar.
Birisi; İlâhî ilimdeki “âyân-ı sâbite”, yani Üstad'ın ifadesi ile "vücud-u ilmî ve manevîdir ki; her şeyin kaydı burada bulunmaktadır." Eşya ve mevcudat bu ezelî ilimde varlıklarını ilmî ve manevî olarak sürdürüyorlar.
İkincisi; ezelî ilmin bir tecellisi olan levh-i mahfuzdur ki, her şey burada da kayıtlıdır. Lâkin maddî ve haricî bir cisim şeklinde değil, ilmî ve manevî bir şekildedir.
Üçüncüsü; meleklerin kamerası ile her şey kaydediliyor. Kiramen kâtipleri gibi.
Dördüncüsü; insanların kendi hâfızasında kayıtlı olmasıdır.
Beşincisi; kâinatta ve dünyadaki her şey âhirette bir menzil olup, ebedî bir hatıra olarak muhafaza edilecektir.
İnsanın dünyada ülfet ve ünsiyet ettiği şeyleri, cennette sinema şeklinde seyretmek istemesi, çok manidar ve kuvvetli bir arzudur. Tarihî eserleri görmek için dünyanın muhtelif yerlerinden Türkiye’ye gelen milyonlarca turist, bunun ne kadar esaslı bir duygu olduğunu gösterir. Bu yüzden kâinatın her ahvali kayıt altına alınıyor, tâ ki ahirette seyredilebilsin.
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat.
Çekirdek veya tohum içerisinde, ondan çıkacak ağacın bütün planı genetik şifre halinde bulunmaktadır. Ruhtaki hayat sıfatının cüz’î bir şekli de tohumdaki yarı canlılıktır.
Bu çekirdek önce parçalanır, sonra neşvünemaya başlar, toprak altından çıkar; büyür, fidan olur, ağaç olur, dal budak salar, çiçek açar, meyve verir. Bütün bu inkılaplarda çekirdekteki yarı canlılık muhafaza edilir. Ağacın gövdesi de dalları da meyveleri de hep yarı canlıdırlar.
Ruha bir derece benzeyen bu kanunu, bütün inkılaplara rağmen koruyan bir hikmet, insan ruhunu da bâki kılacak, gençlik, ihtiyarlık ve ölüm safhalarından sonra kabirde de mahşerde de onun varlığını ve hayatını devam ettirecektir. Ruhun bekasını ders veren bu ifadenin âhiretle alakasını, şu cümlede daha net olarak görmekteyiz:
“...Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilalden vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanını alan nev'-i beşerin a'malini ihmal etmez, hıfzeder.”(1)
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
Milyonları aşkın canlı türü içerisinde, sadece insanlarda birbirinden çok farklı, hatta birbirine zıt fiillerin işlendiğini görüyoruz. Bütün canlılar, niçin yaratılmışlarsa ve kendilerine bu âlemdeki hârika nizam içerisinde nasıl bir vazife terettüp ediyorsa, bir ömür boyu o işle meşgul olurlar. Arı daima bal verir, ipek böceği ipeğini, örümcek ağını örer. Koyunlar sütlerini, tavuklar yumurtalarını insanlara ikram ederler.
Bu muhteşem ve ince nizam gösteriyor ki, insan gibi en üstün yaratılışa sahip bir canlı da başıboş olamaz. İpi boğazına sarılıp istediği yerde otlamaya terk edilmiş bir hayvan gibi değildir.
İnsan bu hakikati düşünmeli ve hayatını İlâhî rızaya göre tanzim etmeli, yaratılış gayesine muvafık hareket etmeli ve istikamet üzere yürümelidir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 51/56) âyetine kulak vermeli, Rabbine iman edip onun marifetinde yol almaya çalışmalı ve emirlerine hassasiyetle uyup yasaklarından bütün gücüyle sakınmalıdır. Hakikat budur. Bunun aksine hareket “insanca” değildir ve cezasız kalmayacaktır.
Ne var ki, bu zâhir ve bâhir hakikate rağmen çoğu insanın nefis ve şeytan eksenli işler gördüğü de bir vakıadır. İnsana cüz’î irade verildiği ve bu iradeyi istediği gibi kullanmakta serbest bırakıldığı için, bu üstün yaratılışlı insan, büyük bir imtihana tâbi tutulmuştur. İrade hürriyetini yanlış kullanan, kendini başıboş sanarak emir ve yasak dinlemeden nefislerinin dediği gibi yaşayanlar için ebedî bir cehennem hazırlandığı gibi, iradesini Rabbinin rızasına göre ayarlayan ve her işinde helal dairesinde kalmaya hassasiyet gösterenler için de ebedî bir cennet hazırlanmıştır.
Amel ile fiil temelde aynı manaya gelmektedir. Burada dikkat çekilen nokta, amellerin suretlerinin yazılması, fiillerin de neticelerinin zaptedilmesi.
Meselâ, namaz kılan bir adamın bu ameli kaydedilir ve niyetine göre âhirette mükâfatlandırılır.
Fitne çıkarmak üzere yalan konuşmak da bir fiildir. Yalan söyleme fiili, sadece ağızdan çıktığı şekliyle kaydedilmiyor; ağızdan çıktıktan sonra, ne gibi neticeler doğurmuşsa, o neticeleri de kaydediliyor ve ahirette aleyhinde delil olacaktır.
Tefriğat, “boşaltma” demektir.
Bu dünya ebedî kalınacak bir saadet yeri değil, bir imtihan meydanıdır, bir handır ve âhiretin bir tarlasıdır. Esas olan âhiret hayatıdır. Buradaki bütün faaliyetler o âlem hesabınadır.
Handa sürekli kalınmaz. Birkaç gün kalınıp yola devam edilir, bu defa yeni gelen yolcular o mekânda misafir kalırlar.
Keza, imtihan salonunda da devamlı durulmaz. İmtihan sonrası salon boşaltılır ve yeni adaylar salona alınırlar.
Aynı şekilde, tarlanın mahsulleri de öylece bırakılmazlar; toplanırlar yahut biçilirler. Aynı araziye yeni tohumlar ekilir ve bir dönem sonra yeni mahsuller derlenir.
Tefriğat kelimesi bize bu gibi manaları ders verir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 51/56)
ayetinin açıkça bildirdiği gibi, insanın vazifesi ibadettir; yani, Allah’a iman etme ve O’nun rızası dairesinde bir hayat sürmedir. Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri de güzel bir niyet ile ibadet hükmünü almaktadır.
Hayat ve ömür bu dünya imtihanının süresidir. İmtihan olunduğunu unutup ömrünü boş yahut zararlı işlerde tüketen insanlar için ölüm hâdisesi büyük bir ikaz edicidir.
İnsanın yaratılışında ihsana karşı şükretme vardır. Karanlıkta yolunu görmesi için yoluna fener tutan arkadaşına teşekkürü ihmal etmeyen insan, güneşle aydınlanmasının şükrünü nasıl ihmal edebilir?
Kısa bir süre için arabasına bindiği arkadaşına teşekkür etmeyi unutmayan insan, yerküresi üzerinde her gün yirmi dört saat seyahat etmesinin şükrünü nasıl unutur?
Kendisine gözlük hediye edene teşekkür eder de gözleri için şükretmek nasıl aklına gelmez?
İçi ve dışı böyle binlerce, yüz binlerce nimetle sarılmış iken ve insan bunlardan aralıksız faydalandığı halde şükür etmeden nasıl rahat edebilir? Vicdanı nasıl mutmain ve huzurlu olabilir?
Bu ancak “manen sarhoş olmakla” açıklanabilir. Doğru düşünmeyi engelleyen her şey içki veya uyuşturucu gibi ruhu karartır; insanı hakikatler dünyasından uzaklaştırıp hayal âlemlerinde gezdirir.
İşte, ölüm “bu sarhoşluğa son verip insanı uyandıran ve hakikatlerle yüz yüze getiren” büyük bir hâdisedir.
Yaz ve bahar mevsimlerinde yeryüzünü süsleyen bütün çiçeklerin, güz mevsiminde kısa bir süre içinde topluca ölümü tatmaları ve kış mevsiminin gelmesiyle onlardan artık hiçbir eser kalmaması, insan için büyük bir ikazdır, büyük bir derstir. Onun sarhoşluğunu giderecek büyük bir vesiledir.
Cennet ehlinin tamamı “has ibad” ifadesi içine girer. Elbette, bu haslar arasında da büyük derece farkları vardır.
Has olmayan kullar, “İslam fıtratı üzere dünyaya geldikleri halde, bu sâfiyeti küfür ve isyanlarla bozan kişilerdir." Bunlar ölmeden önce tövbe etmedikleri takdirde, ebedîyen cehennemde kalacaklardır.
"Dokuzuncu Esas: Hem anlarsın ki öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir. Âmennâ…"(1)
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Altıncı Hakikat.
Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâlâ Hazretleri ferman etti ki: 'Ben Azimu'ş-Şân, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.' "(1)
Mezkûr hadis-i kudsi aynı zamanda şu ayetin tefsiri mahiyetindedir. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
“Yaptıklarına karşılık olarak Allah katında onlar için göz aydınlatan ne nimetler saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 32/17)
Cenneti, Hz. Cebrail (as) de tamamen bilmediği halde ehl-i şuhud bir velinin de cenneti görmesi kemaliyle ancak âhirette gerçekleşecektir.
Kaldı ki, oradaki ikramların buradan görünmesi o ikramlardan faydalanmak demek değildir. Bu dünyada semâ âlemini görmemiz, yıldızlarda gezmek demek olmadığı gibi, cennetteki nimetleri bu dünyada görmek de onlardan faydalanmak mânasına gelmez. İkrama mazhar olmak ancak cennete gitmekle mümkündür.
Diğer taraftan, cennet ehline en büyük ihsan rü’yetullahtır; bu ise ancak cennette gerçekleşecektir. Bu dünyada sadece Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) miraç mucizesiyle rü’yetullah nimetine mazhar olmuştur. Ancak, Üstad Hazretleri; “O, miraç mu’cizesiyle beka âlemine girdi.” demekle bu hâdisenin dünyada değil, beka âleminde gerçekleştiğini bildirmektedir.
“Peygaberimiz mi’racda cenneti gördüğüne ve rüyete mazhar olduğuna göre bu hadisi nasıl anlayacağız?" şeklindeki sorunun cevabı da yine bu cümlede verilmiş oluyor: “O, miraç mu’cizesiyle beka âlemine girdi.”
Nitekim Musa aleyhisselam rüyete bu dünyada mazhar olmak istemiş ve İlâhî nurun dağa tecellisine dayanamayarak baygın düşmüştü. O halde cennet ve rüyet hakkında en doğru haber, soru cümlesinde geçen “...ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir.” beyanıdır.
(1) bk. Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizi, Tefsir, (3195).