Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Yedinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:02    Güncellendi: 21.02.2025 22:02

Yedinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. "Hafîz" ve "Rakîb" isimlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için misaller verebilir misiniz?

Hafîz, muhafaza eden, koruyan, unutmayan demektir.

“Kim zerre kadar hayır işlese onu görür (görecek). Ve her kim zerre kadar şer işlese onu görür (görecek).” (Zilzal, 99/7, 8)

meâlindeki âyet-i kerimede bu hakikat nazara verilmektedir. Ayette geçen görme olayı, mahşerde “amel defterlerinin görülmesi” mânasınadır. Orada herkes, bu dünyada işlediği her amelin kaydedildiğini, muhafaza altına alındığını görecektir.

“Görmeyi”, “cehennemde cezasını görme” şeklinde anlamak da mümkündür. Ancak, o takdirde, peygamberler ve bazı müstesna kullar dışında her mü’minin mutlaka cehenneme uğraması ve ceza görmesi gerekir. Böyle olmayacak, mizanda sevapları günahlarına ağır gelenler, doğrudan cennete gideceklerdir. O halde bu ikinci şıkta, görme ifadesini mecazî manada anlamak gerekecektir.

“Rakîb”, en ince teferruatına kadar murakabe eden, gözetleyen demektir. İnsana müekkel çok melekler vardır. Bunların büyük kısmı insanı devamlı tarassud eder, temaşa eder, tefekkür ederler. Bir kısmı da günah yahut sevap olan amellerini kaydederler. Bu ikincilere “hafaza melekleri” denir.

Cenâb-ı Hakk'ın, bütün fiilleri gibi murakabesi de insanlarınkine asla benzemez. O’nun murakabesi ilme ve kudrete dayanır. Yani, insan bir iş yaptığı zaman Allah’ın kendisine verdiği kuvvetle yapar. Hayır ve şerri Allah yarattığına göre, O’nun bilmesi yaratarak bilmedir. Bu yaratma ile birlikte kulun işlediği ameli murakabe de etmektedir.

"Yaratarak bilme ile bilerek yaratma" arasında ince bir fark vardır. Allah, göz yapmayı bilir ve onu yaratır; bu, bilerek yaratmadır. Ve yine Allah, kula verdiği cüz’î iradeye bir tercih hakkı tanımıştır. O neyi öğrenir ve icra etmeye karar verirse, Allah kudretiyle onu yaratır. Bu ise yaratarak bilmedir.

“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf (en ince işleri görüp bilen) ve Habîr’dir (her şeyden haberdardır).” (Mülk, 67/14)



2. Yedinci Hakikatte geçen “hıfz” ve “hâfiziyet” kelimeleri arasında gramer açısından fark var mıdır?

Hıfz, “korumak, muhafaza etmek” demektir ve mastardır.

Hâfiz, koruyucu manasına gelir ve isimdir.

Hâfıziyet ise “hıfz edicilik, koruyuculuk, koruma vasfına sahip olma” demektir; hâl, şe’n, kabiliyet bildirir.

Cenâb-ı Hak hakkında “kabiliyet” kelimesi yerine  “şe’n, şuunat” kelimeleri kullanılır.



3. "Gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdi âli, her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza eden..." Bunu "Hafîz" ismi açısından nasıl anlamalıyız? Yani hıfz ve himaye kanunu iki kitap için de geçerli midir?

En’am Sûresinin  59. ayeti mealen şöyledir:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (kitab-ı mübindedir).”

“Kitab-ı Mübin” için “Levh-i Mahfuz, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi, melekler tarafından tutulan amel defterleri” gibi manalar verilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda, “Bir kavle göre Kitab-ı Mübin Kur’an’dan ibarettir.”(1) buyurur.

Kâinat ağacının ilk çekirdeği hükmünde olan Nur-u Muhammedî’de (asm) o ağacın maddî ve manevî bütün esasları bir nevi genetik program şeklinde bulunduğu gibi, kâinatın neticeleri olan bitkiler, hayvanlar ve insanlarda da aynı kanun hükmünü icra etmiş ve bunların tohumlarında, çekirdeklerinde yahut nutfelerinde de onlardan çıkacak varlıkların bütün planları en ince teferruatına kadar kaydedilmiştir. Bu hülâsa ve çekirdek âlemler, Allah’ın kudretiyle açılarak içlerinden milyonları aşkın bitki ve hayvan türleri çıkarılmıştır.

Her canlıda yaş ve kuru bir aradadır. Üçte iki gibi büyük ekseriyetle canlılarda su hâkimdir. Ve bu varlıkların tohumlarında hem “kemikler, saçlar, tüyler” gibi kurular, hem de “ciğerler, etler, kanlar” gibi yaşlar program olarak yazılıdır.

Kur’an-ı Kerim’de “yaş ve kuru her şeyin bulunmasına” gelince, bu âyette her şeyin Kur’an’da ya sarahaten (açık bir şekilde) ya işareten ya remz olarak bulunmakta olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ, Kur’an'da Firavun'dan sarahaten söz edilirken, onun şahsında bütün zalimlere ve ulûhiyet dava eden bütün haddi mütecavizlere de işaretler vardır.

Kur’an'da her şeyin açık bir şekilde ve bütün tafsilatıyle bulunmadığı açıktır. Çünkü Kur’an ne bir fen kitabıdır, ne de tarih veya coğrafya kitabı. 

Şu var ki, hadis-i şerifte her ayetin “bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir muttalâı (matla’)”(2) olduğu beyan edildiğine göre, bu dört yoldan biriyle o şey Allah kelâmında yer almış olabilir.

Muhyiddin Arabî Hazretleri zâhir için “o, tefsirdir”; batın için ise “o, tevildir” buyurduktan sonra, "hadd"in insan idrakinin son hududunda bulunan (derin) mânaları ifade ettiğini kaydeder. Bu hüküm dördüncü maddede yer alan (yüksek) manalar için de aynen geçerlidir. Zira dördüncüsü üçüncüden daha gizli ve daha yüksek mânalar taşır. Bunlar İmam Gazali Hazretlerinin ifadesiyle “ayetlerin hakikatine vakıf” ve ilhama mazhar olan kişilere açılacak mânalardır. Bu dördüncüde idrakten çok, müşahede hâkimdir.

"Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âli her şeyi kemâl-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir Hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!" (3)

Tohum, çekirdek ve hafıza gibi varlıkların ortaya koyduğu "saklama ve koruma" fiili "Hafîz"  ve "Rakîb" isimlerine, bu isimler de âhirete işaret ediyor. Şöyle ki:

Dünya hayatında bütün bitki ve hayvanların en basit ve teferruatlı şeylerini tohum, çekirdek ve yumurta gibi şeylerle muhafaza eden bir "Hafîz" ve "Rakîb", kâinatın halifesi ve en büyük mahlûku olan insanın amellerini de elbette muhafaza ve kayıt altına alacaktır. Nitekim aldığına dair kâinatta çok emareler vardır; meselâ insan hafızası buna bir misaldir.

Muhafaza ise ancak muhasebe için yapılır. Yani Allah insanların amellerini ve fiillerini hesap ve muhasebe için kayıt altına alıyor. Hesap ve muhasebe ise ceza veya mükâfat için yapılır ki, en büyük ve daimî ceza ve mükâfat yeri cennet ve cehennemdir. Öyle ise kâinattaki "Hafîz" ve "Rakîb" isimlerinin tecellilerinin hepsi haşre ve âhirete işaret ve delâlet ediyor, demektir.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirminci Söz'ün İkinci Makamı.
(2) bk. Şualar, Birinci Şua, 24. Ayet ve Ayetler.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, Yedinci Hakikat.


4. Rububiyet-i ammeye temas eden amel ve fiilleri muhafaza edilmesini izah edip, Sahife-i amellerin neşri ile ilgili bilgi verir misiniz? Rubûbiyet-i ammeye temas etmeyen ameller var mı?

“Rububiyet-i amme”: Her şeyi tedbir ve terbiye edenin ancak Allah olduğunu ifade eden geniş ve külliyetli bir ıstılahtır. Evet, insandan tutun tâ atom parçacıklarına kadar her şeyi idare ve terbiye eden Allah’tır.

Rububiyet; kâinatta her şeyin tedbir ve terbiye edilmesidir. Meselâ; bir çocuğun bir damla su ile başlayıp, ihtiyarlıktan sonra ölünceye kadar devam eden hayatındaki bütün merhaleler, Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetinin bir tecellisidir.

Bir damla suyun kan pıhtısına dönüşmesi, kan pıhtısının ete ve kemiğe bürünmesi, dünyaya geldikten sonra memeler musluğundan sütün gönderilmesi, sonra anne ve babanın o zayıf çocuğun hizmetine koşturulması… Bütün bunlar, hep kendi hayatımızda görünen ve tecelli eden rububiyetin icraatıdır.

Ubudiyet ise, bu terbiye ve nimetlere karşı insanın hamd ve şükür ile tesbih ve tekbir ile hayret ve istihsan ile …, mukabele etmesidir. İki daire arasında lüzumluluk esası vardır. Rububiyet dairesi,  ubudiyet yani kulluk dairesini iktiza ediyor. Rububiyet-i ammeye temas eden amelleri bu cihetle anlayabiliriz.

Beynimizdeki tırnak kadar yer kaplayan hâfızamız, bütün amellerimizi hıfzediyor; ta ki muhasebe için âhiret âleminde açılıp yayılsın. Bitkilerin çekirdeklerindeki bu hâl de insanın şu haline müşahhas delil oluyor. Her bahar, bir önceki baharın hem nesli hem de hesap hülasası gibidir.

Allah dünyada bu icraatları nasıl kolaylıkla yapıyor ise; âhirette de herkesin amelini bir sayfada ona seyrettirecektir.

Allah’ın kâinattaki rububiyet dairesi zarurî bir şekilde ubudiyet dairesini iktiza ediyor. Meselâ, nihayetsiz bir şefkat hârika bir şekilde insan üzerinde tecellî ediyorsa, elbette bu şefkat dairesi bir şükür ve teşekkür dairesini iktiza eder. Yine nihayetsiz bir izzet ve azamet kâinat sahnesinde kendini ihsas ediyorsa, elbette insanın bu izzet ve azamet karşısında ibadet ile eğilmesini ister.

Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

"Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rubûbiyet dairesidir.
İkinci daire: Ubûdiyet dairesidir.
Birinci levha: Hüsn-i san'attır.
İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır."

"Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubûdiyet dairesi bütün kuvvetiyle rubûbiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor."(1)

Netice olarak; Allah’ın isim ve sıfatları ibadeti istilzam ediyor. Madem rubûbiyet ibadeti ve ameli iktiza ediyor, elbette yapılan bu ibadet ve amellerin muhasebe için muhafaza edilmesi gerekir. Muhasebe ise ya mükâfat ya da mücazat içindir.

Rubûbiyeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın insanların amellerini muhafaza etmemesi mümkün ve kâbil değildir.

Burada “Rubûbiyet-i âmmeye temas eden ameller” cümlesiyle şu ders verilmektedir: Allah’a iman edenler, kainattaki umumî rububiyetle kendilerine ulaşan hadsiz nimetlere karşı şükür ve hamd ile mukabele ederken, inanmayanlar bu ihsan ve ikramlara karşı nankörlük ve inkarla karşılık vermektedirler. Birinciler mükafaatlarını ikinciler ise cezalarını ebedi alemde göreceklerdir.

(1) Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar.

5. Nizam ve mizanın ilim, hikmet, irade ve kudretle tezahür etmesini biraz açar mısınız?

Nizam, “düzenli olma, karmaşık olmama” demektir. Mizan ise “ölçü, terazi” manasına gelir. Nizam, mizanın neticesinde ortaya çıkar. “Mizan” kelimesi öncelikle kaderi hatırlatır. Her şey İlâhî ilimde en güzel şekilde planlanmıştır. Bu plan mizan ile ölçü ile gerçekleşmiştir. Kendimizi misal alalım:

Organlarımızın büyüklükleri en faydalı şekilde takdir edilmiştir. “İnsanın gözü kaç tane olmalı, büyüklüğü, şekli nasıl olmalı, bedenin neresinde bulunmalı?” gibi hikmete dair sualler, en güzel cevaplarını bulmuşlar ve gözler en mükemmel şekliyle en güzel yerde oturtulmuşlardır. Bu mükemmel tanzim, “ilim ve hikmeti” gösterir. Kaderde böylece nizama konulan eşya, yaratılmalarının irade edilmesiyle bu plana göre var edilirler. Üstad'ın tabiriyle, “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçirilirler.

Bu mana “tezahür” kelimesiyle ifade edilmiştir. 

Tezahür, “zahire çıkma, açığa çıkma, gizlilikten aleniyete dökülme” demektir. Kaderdeki bu gaybî plan ve kimsenin görüp bilmediği bu İlâhî takdir, eşyanın yaratılmasıyla zahire çıkmış, herkese görünmüş, her akla kendini düşündürmüş, hayret ettirmiş ve bozulmamış her kalbe kendini sevdirmiş, hayran kılmıştır...

Burada kaderden, plandan başlayarak eşyanın kudretle yaratılıp vücuda gelmelerini nazara almış olduk. Konuyu sondan başa doğru da düşünebiliriz. Yani önce eşyadaki faydaları, hikmetleri düşünürüz, Allah’ın bunları böylece irade ettiğini ve kudretiyle var ettiğini nazara alırız. Sonra, ilim ve hikmetle dokunan bu varlıklarda bir mizanın hükmettiğini ve ondan bir nizamın çıktığını tefekkür ederiz.

6. Mahlûkatın tarihçe-i hayatının zâhir ve bâtın âyinelerde muhafaza edilmesi ne manaya geliyor?

Zâhir aynalar tohumlara, bâtın aynalar ise onları seyreden meleklere, insanların hâfızalarına ve levh-i mahfuza işaret olabilir.

Yahut zâhir aynalar gördüğümüz çekirdekler, bâtın ise onların içlerinde saklı genetik şifreler olarak da düşünülebilir.

7. "Her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor... Değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır." İzah eder misiniz?

Kâinatta her şey gayet sanatlı, mükemmel ve ölçülü yaratılıyor.

Meselâ, bir elmayı nazara alalım. Elma hem sanatlı hem hikmetli ve mükemmel hem ölçülü yaratılmıştır. Sanat hârikası olan elmanın gözümüze hitap eden hârika bir şekli, dişimize uygun sertliği, ağzımıza layık tadı, vücudumuza faydalı vitamini var. Elmada herhangi bir kusur ve noksanlık söz konusu değildir.

Kâinatta teşhir edilen her varlık da mükemmeldir, sanatlıdır, hikmetlidir, ölçülüdür. Hiçbir şeyde kusur ve noksanlık yoktur.

"Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak! Gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner." (Mülk, 67/3-4)



8. "Elvah-ı mahfuza hükmünde olan hâfızalarda ve bir türlü misali âyinelerde hıfzedip ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor..." İzah eder misiniz?

Âlem-i Misal: Maddî âlemle ruhlar âlemi arasında bir köprü âlemidir. Bu âlem, hem maddî âlemden hem de ruhlar âleminden vasıflar almıştır. Maddî âleme göre misal âlemi daha latîf bir âlemdir. Misal âlemi hayale yakın bir âlemdir. İnsandaki hayal kuvvesi de bu âleme açılan bir pencere hükmündedir.

Şu dünya hayatında hayır ve şer, iyilik ile kötülük, güzel ile çirkin nasıl iç içe ise orada da tezahürleri iç içe olmak gerektir. Bu sebeple şu dünya hayatında olan biten her şey fotoğraf olarak çekiliyor ve kaydı misal âleminde levhalar suretinde muhafaza ediliyor. Misalî aynalardan maksat, bu misal âleminde maddî şeylerin muhafaza edilmesidir.

Zâhir ayînelar ise, insanların ve şuurlu mahlûkların, kendi amellerini kendi hâfızasında muhafaza etmeleridir.

İncir ağacının incir çekirdeğinde plan ve program şeklinde mahfuz olması, zâhir bir aynada muhafaza edilmesidir.

Zaten konu içinde de Üstad Hazretleri çekirdekleri ve tohumları birer zâhirî muhafaza aynası olarak tavsif ediyor.

9. "İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde, sahife-i amellerini neşredip, kemal-i intizam ve hikmetle koca diğer bir bahar..." Ağaçların ve nebatatın muhasebesi ne demektir?

"Görmüyor musun ki, koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a'mâli ve teşkilâtının kanunları ve suretlerinin timsalleri, mahdut bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde, sahife-i amellerini neşredip, kemal-i intizam ve hikmetle koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle, hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor..." (Sözler, Onuncu Söz, Yedinci Hakikat.)

Bir incir çekirdeğini düşünelim. Bu çekirdek ekildikten sonra büyüyüp ağaç oluyor. Çekirdeğin içindeki bütün program ve mukadderat ağaç olmak ile hayata geçmiş oluyor. Sonra ağacın meyvesindeki yeni bir çekirdek o ağacın eski program ve hayat hülasasını içinde topluyor. Bir sonraki bahar mevsiminde o çekirdek misli olan sâbık çekirdeğin bir cihetle hem nesli hem de amel defteri mahiyetinde oluyor.

İkinci çekirdeğin ikinci baharda açması, bizzat kendi muhasebesini ve amel defterini ibraz anlamındadır. Ayrıca o çekirdeğin açılması, bir cihetle onun aslı olan tüm ağaçların ve çekirdeklerin amel defterlerinin açılmış bir numunesi gibi de anlaşılabilir.

Beynimizde tırnak kadar yer kaplayan hâfızamız da, âhirette hesaba çekilmemiz için bütün amellerimizi kaydetmektedir.

Her bahar bir önceki baharın hem nesli hem misli hem de hesap fezlekesi gibidir.



10. "Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse; âlem-i gaybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervahta, rububiyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri, hıfz içinde gözetilmek suretiyle, ehemmiyetle zapt edilmemesi..." İzahı?

İnsanların amellerinin, gaybî ve manevî âlemlerde meyve ve netice vermesi farklı farklıdır. Meselâ, burada kılınan namaz kabirde ışık, mahşerde berat senedi, sırat köprüsünde şimşek hızında bir binek, cennette ise tarifi mümkün olmayan nimetler sûretinde meyve ve netice verecektir.

Buna benzer birçok amellerin uhrevî neticeleri ve meyveleri âyet ve hadislerde beyan edilmiştir. Dünyadaki amellerimizin en büyük neticesi ve meyvesi, şüphesiz cennette ebedî bir saâdet olacaktır.

Rububiyet, Allah’ın mahlûkatını tedbir ve terbiye etmesidir ki, bu tedbir ve terbiye elbette ibadeti iktiza eder. Yani Allah’ın rububiyeti bir dairedir, bu daireye ancak ibadet dairesi ile mukabele edilir. Öyle ise amellerimizin en büyük meyvelerinden birisi de Allah’ın bu sonsuz merhametli terbiyesine karşı bir cevap ve bir mukabele oluyor.

Meselâ, nasıl ki öğretmen bizi eğitim ve öğretim ile terbiye ediyor, bizim de bu iyiliğe ve terbiyeye mukabil ona itaatli ve saygılı olmamız gerekir ve bu itaat o terbiyeye bir cevap mahiyetinde olduğu için, itaat bir meyve ve netice oluyor.

Tohum, çekirdek ve hafıza gibi varlıkların ortaya koyduğu "saklama ve koruma" fiilleri “Hafîz” ve "Rakîb”, isimlerine, bu isimler de âhirete ve haşre işaret ediyor. Muhafaza ise, muhasebe, mükafât ve mücazat içindir. Bunun neticesi de ya ebedî cennet veya nihayetsiz cehennemdir.

Bu dünyada bütün bitkilerin, ağaçların, kuşların ve hayvanların her şeyini tohumlarında, çekirdeklerinde ve yumurtalarında muhafaza eden bir Hafîz ve Rakîb, kâinatın halifesi ve en büyük mahlûku olan insanın amellerini de elbette muhafaza ve kayıt altına alacaktır.

11. "Cenâb-ı Hak en küçük bir hadiseyi ve en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır." cümlesinde hem kendisinin yazması, hem de yazdırması nasıl oluyor?

Cenab-ı Hakk'ın vasıtasız olarak bir şeyi yazması söz konusu olduğu gibi, vasıtalı olarak yazdırdığı şeyler de vardır. 

Mesela, Cenâb-ı Hak, bir ağacın bütün amellerini, onun çekirdeğinde "manevî kader kalemiyle" yazar. İnsanların amellerini de meleklerine yazdırır...



12. "En büyük, en mükerrem ve en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri ve mühim olan fiilleri; mühim bir hesap ve mizana girecek." Mühim ve büyük olmayan fiiller, ameller nelerdir?

“Dünya âhiretin tarlası” olduğundan burada “büyük ve mühim” kelimeleriyle kasdedilen mâna “âhirette cennet yahut cehennemi netice verecek işler, amellerdir.” Hayvanların ve bitkilerin yaptıkları işler de zâtında mühimdir, Allah’ın kendilerine verdiği vazifeyi eksiksiz yerine getirmekle ibadetlerini yapmakta, tesbihatları edâ etmektedirler. Ancak, bu işler âhirette mizana girecek değillerdir. Çünkü hepsi güzeldir ve yine hepsi doğrudur.

On Yedinci Söz'de, hayvanların bu ibadetlerinin karşılığını âhirette “ruhanî bir mükâfat ve manevî bir ücret” olarak görecekleri belirtilmiştir. Onlar için amelleri sebebiyle “mizan” söz konusu olmamakla birlikte, mahşerde birbirlerinden haklarını alacaklarına dair hadis-i şerif vardır. O ayrı bir meseledir.

Ayrıca Yirmi Dördüncü Mektubta, hayvanların bu ibadetlerinin karşılığı şu şekilde ifade edilir:

“Eğer zîruh ise, zevi’l-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fenâ değil; belki vücûd-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek; onların, o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek devam eder; belki, kendine lâyık bir saâdete gider.”(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam.



13. İnsanın; "Rububiyetin külliyât-ı şuûnuna şahit olarak, kesret dairelerinde vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmesini" izah eder misiniz?

İnsan şu kâinatın bir meyvesi ve hülâsasıdır. Üstad'ın muhtelif risalelerde nazara verdiği gibi her insanın ruhu âlem-i ervahtan, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Kemikleri taşlardan, etleri topraklardan, his dünyası meleklerden, vücudundaki muhtelif akıntılar nehirlerden haber verirler.

Kâinat kesret âlemi iken, insan bu kesret âleminin fezlekesidir. Meselâ, Allah’ın kesret âlemindeki rububiyete dair bütün işleri ve şuûnatı, insanın câmi’ olan fıtratında da hükmünü icra eder. Bu noktadan insan, kâinatta tecellî eden vahdet pırıltılarını toplayan bir aynadır; vahdaniyet manalarını gösteren bir seyirci ve bir dellâldır. İnsanın mahiyetini okuyan, kâinatın umumunu okumuş gibi olur.

14. İnsanın, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip, zabitlik ve müşahitlik derecesine çıkmasını nasıl anlamalıyız?

Nasıl bir taburda bütün askerlerin mesuliyeti ve emir komuta zinciri bir subaya dayanır ve ona bakar; aynı şekilde kâinat kışlasındaki bütün mahlûkatın hâl dili ile yapmış olduğu ibadet ve tesbihler de kâinatın halifesi olan insan tarafından temsil edilir.

Mevcudat aynasında tecellî eden isim ve sıfatların manasını, en şumullü ve küllî olarak ancak insan tefekkür ve müşahede eder. Zira Allah insanı diğer mevcudattan farklı olarak sayısız cihaz ve duygular ile teçhiz etmiştir. İnsan sahip olmuş olduğu bu cihaz ve latîfeler sayesinde, bütün mevcudatı ve kâinatı bir karpuz gibi eline alıp tetkik edebilir.

Meselâ, göz sayesinde bütün madde âlemini bütün renk tonları ile inceler; kulak ile en ince sesleri işitir; yüz gramlık et parçası olan dili ile bütün yiyecek ve içecekleri tadabilir; burun ile bütün kokuları duyar; hayal duygusu ile misal âlemine açılır; ruhu ile âlem-i ervah ile irtibat kurabilir vs. Yani insan arzın halifesi ve bütün mevcudatın bir nevi haritası ve fihristesi hükmündedir.

İşte insan, bu küllî duygular ve teçhizat sayesinde bütün mevcudatı hem seyr ve tefekkür eder hem de bütün mevcudatın fıtrî ve halî ibadetlerini Allah’a takdim ve temsil eder. Yani bu cihetiylede zâbitlik yapar.

İnsan, imamın, cemaatin önünde durup cemaat namına Allah’a arz-ı ubudiyet etmesi gibi, insan da mevcudatın önünde durup, mevcudat namına Allah’a arz-ı ubudiyet ediyor.

İnsanın; “Mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale” etmesine gelince, müdahale etmek tâbiri "karışmak, engellemek" mânâsına geldiği gibi "iştirak etmek, dâhil olmak" mânâsında da kullanılır.

Cenâb-ı Hak insana, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale salahiyeti vermiştir. Ormandan ağaç keserek ev yapan bir çiftçi, ağacın tesbihatına son vermiş demektir. Aynı şekilde, bir koyunu kesip yiyen kişi de onun tesbihatına müdahale etmiş olur. 

Şu var ki, bu müdahale insan için geniş bir salahiyet ve büyük bir şeref olmakla birlikte, hesapsız kalacak da değildir.

İnsan bir gecekonduyu sökerse, onun yerine mükemmel bir apartman oturtacak demektir. Apartmanı söküp gecekondu yapmak yahut hiçbir şey yapmayıp faydasız arsa haline getirmek akıl kârı değildir.

Mahlûkatın tesbihlerine müdahale eden insan, bu tesbihi onlardan çok daha ileri derecede yapma istidadında olduğu için bu salahiyete sahip kılınmıştır. Koyunu kesip yiyen insan, koyunun yapamadığı çok ileri seviyede bir tesbih yapacaktır ki, bu müdahale hikmetsiz olmasın. Ve kendisinden bunun hesabı sorulmasın...



15. Yedinci Hakikat'in haşiyesinde; mazide olan bütün vukuatın birer kitap gibi tanzim edilip, "kalem-i kaderle tersim edilmesi ve dest-i kudretle yazılması" ifadesinde, kader için "tersim", kudret için "yazı" tâbirinin kullanılmasını açar mısınız?

Eşyanın yaratılışında, “kader dairesinde planların yapılması ve kudretin bu planlara göre eşyayı icad etmesi” esastır. Kader dairesindeki bu ilmî vücutlar için, farklı teşbihler yapılmakta, değişik ifadeler kullanılmaktadır.

Hepsinde temel maksat aynıdır. Bu maksatla kullanılan “model, kalıp, tersim (resmetmek, resmini almak), misdar (cetvel)” gibi kelimeler bizim yaptığımız işlere, sanatlara aittir. Bunlara kıyasen ve bu temsillerin dürbünüyle İlâhî hakikatlere bakılacaktır.

İnsan bir eser yapacağı zaman, bazen onun resmini çizer ve eserini bu resme göre yapmaya çalışır. Bu resim bir nevi plandır. Eser bu plana göre inşa edilecektir. Bazen de bir model ortaya koyar, bir maket yapar, eserini buna uygun olarak inşa eder. Bazen de yapacağı şeyin planını çizer ve binasını ona göre kurar.

Nur Risalelerinde, “Kader, ilmin bir nevidir ki, her şeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder.”(1) ifadesinde "manevî kalıp" tâbiri geçer.   

“Bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kâlemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış…”(2) 

ifadesinde ise, İlâhî ilimde eşyanın takdir edilmesi “kaderin kalemiyle yazma” şeklinde dile getirilir. Bazen de “kalem” kelimesi “kudret” için kullanılır; sualde geçen “dest-i kudretle yazılma” ibaresinde olduğu gibi.

Diğer taraftan,

“Bilbedahe o şeyin mikdar-ı surîsi, bir kader kâlemiyle tersim edilmiştir.”(3) (Sözler, Yirmi Altıncı Söz) 

ifadesinde, bir mahlûkun bütün hususiyetlerinin takdir edilmesi, ilm-i İlâhîde onun resmedilmesi olarak ifade edilir.

Dipnotlar:

(1) bk. Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a.
(3) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(4) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Üçüncü Mebhas.



16. Eşyanın icadının bir tek zata verilmesinin kolaylığı ve suhuleti, müteaddit esbaba ve kesrete isnad edilmesinin ise müşkülatlı ve suubetli olması anlatılıyor. Bir iki misalle izah edebilir misiniz?

Risale-i Nur'da geçen bu ve benzeri konular,

“Yerde, gökte Allah’tan başka ilahlar olsa idi, yer ve gök fesada uğrardı...” (Enbiya, 21/22)

mealindeki ayet-i kerimenin manevi bir tefsiri niteliğindedir.

Yer ile gökte iki ilah bile olsaydı âlem fesada giderdi. Çünkü bunların her ikisi de birbirinin misli olacaklardı, ilah olmaları için her ikisinin de sonsuz sıfatlara sahip olmaları gerekecekti. Sonsuz sıfatlar, mesela sonsuz kudret ancak bir ilahta bulunabilir. İkisinin de sonsuz kudret sahibi olmaları muhaldir. Sadece birisinin kudreti sonsuz kabul edildiğinde ise diğeri ilah olamaz, ancak mahluk olur. Zira sonu olanın mutlaka başlangıcı da vardır. Başlangıcı olan her şey ise sonradan yaratılmıştır.

Bu ilahların her ikisinin de iradelerini icra etmeleri icap eder. Bir işi her ikisi farklı şekilde irade ettiklerinde her ikisinin de emrinin yerine gelmesi gerekecektir. Bu ise mümkün değildir. Bu iki zıt irade o şeyin meydana gelmesini imkânsız kılar ve o şey fesada giderdi, var olmazdı.

Bu konuda verilen örneklerden ve getirilen delillerden birkaçını şöyle özetleyebiliriz:

İnsan bedenindeki bütün atomlar, hücreler ve bunlardan dokunan organlar bir tek ruhun emrindedirler. Böylece bütün bir beden bir tek hücre gibi kolay idare edilir. O tek ruh olmazsa, bedendeki harika icraatların her biri için ayrı bir ruh gerekir. Bedende iki ruh olursa beden fesada gider. Biri gözleri sağa yönlendirmek isterken, diğeri sola çevirmek isteyecek, biri bir yöne gidilmesini irade ederken, diğeri başka bir menzili arzu edecek ve bedende hiçbir icraat yapılamayacaktır. Organlardan verdiğimiz bu örneği hücrelere de tatbik edebiliriz.

Bir başka örnek Güneş'ten veriliyor. Bir tek güneş bütün aynalarda, bütün parlak şeylerde, hatta karın parlak zerrelerinde aksini, tecellisini rahatlıkla gösterebiliyor. Bir iş, diğerine mani olmuyor. Bir yaprağa ışık vermesiyle bütün ağaçları aydınlatması arasında bir fark olmuyor; her ikisini de aynı kolaylıkla yapıyor. O tecelliler bir tek güneşe verilmese, her parlak şeyin içinde onu aydınlatacak bir ışık kaynağının bulunduğunu kabul etmek gerekiyor.

Bir insan, zihninde planladığı bir yazıyı rahatlıkla kâğıda döküyor. Bir cümleyi yazdığı gibi yüzlerce cümleyi de yazabiliyor. O yazılar bir kâtibe verilmediği takdirde, kalemdeki mürekkep zerrelerinin her birinin o makalenin tümüne vakıf olmaları, her bir zerrenin bir âlim olması gerekiyor. Öte yandan, farklı kişilerin bir araya gelerek bir cümle kurmaları çok zor, bir şahsın yüzlerce cümleyi tek başına kurması ve yazması ise pek kolaydır.

Ağaçtaki büyüme kanunu birdir, her yaprağın ve her çiçeğin yanındadır, hepsini birlikte idare eder. O binlerce çiçeğin ve yaprağın o kanunla münasebeti kesilse, onların her biri için ayrı bir ağaç gerekecektir.

Öte yandan, bir ağaçtan binlerce yaprağın çıkması gayet kolay olduğu halde, birkaç ağacın bir yaprak vermesi imkânsızdır.

Bir komutan bir orduyu “arş” emriyle hareket ettirir. Bir nefer farklı komutanların emrine verilse ortalık karışır, hiçbir iş görülmez. Nizam ve düzen fesada gider...



17. "Kıyamet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede icad eden" Buradaki münasebetler birbirine çok yakın ve benzer olarak ifade ediliyor. Biraz açar mısınız?

Bilindiği gibi Haşir Risalesi'nin ilham kaynağı (meal olarak) şu ayet-i kerimedir:

“Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor).  Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum, 30/50)

Sualde geçen ifadeler, bu ayetin tefsiri mahiyetindedir. Arzın ölümü, onun birer parçası gibi olan üzerindeki eşyanın ölümüdür. Kendisi de kışın soğuğuyla o yumuşaklığını kaybeder, donuklaşır. Böylece o da bir bakıma ölür.

Bahar mevsimi geldiğinde, o ölmüş arz yeniden dirilir, toprağı yumuşar, üzerinde renk renk çiçekler, yemyeşil çimenler boy gösterir...



18. "Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor." İzah eder misiniz?

Bahar ile elma arasında sıkı bir cevaplaşma, dayanışma, yardımlaşma ve kucaklaşma olduğu için ikisinin de sahibi bir olmak zorundadır. Bahar bütün unsurları ile elmaya hizmet ederken elma da bahara her hali ile bağımlıdır. Bu durumda icat ve yaratma noktasında elma ile baharı birbirinden ayırmak, yani baharı başka birisi elmayı başka birisinin yaratması mümkün değildir.

Bir usta kendi tezgahında üretmiş olduğu bir sanatı başka birisine verip kendi ustalığını ayaklar altında ezdirmez. Bu sebeple usta tezgâh ve sanat arasında kopmaz ve sarsılmaz bir bağ vardır. Bu bağı koparamayan sanatı ayrı tezgâhı ayrı ellere veremez.

Tabiri caiz ise usta Allah (c.c), tezgâh bahar, elma ise sanattır. Elma bahar tezgahında Allah’ın kudret eli ile yapılmaktadır. Hiçbir akıl hiçbir vehim bu gerçeği sarsamaz, bu hakikati eğip bükemez.



19. "Bir elma, bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musağğarıdır." cümlesini izah eder misiniz? Kâinatın misal-i musağğarı insan değil midir?

Elma ağacı külldür, elma ise bu ağacın bir cüz’üdür. Elma ağacının hayata mazhar olması ve yeşermesi için, bütün kâinatın bir fabrika gibi işlemesi ve hareket etmesi gerekir. Çünkü o elma kâinat fabrikasında dokunuyor. Zira kâinat bölünmez ve parçalanmaz bir bütün gibidir, her şeyi her şeyle alâkadar ve münasebet içindedir. Kâinatın bir parçası çalışmasa ağaç hayat bulamaz. Demek ağacın hayatlanması ve yeşermesi, bütün kâinat çarklarının işletilmesi ile mümkündür.

Ağaçtan süzülen elma ise yine ağaç gibi bir külliyete sahiptir. Zira elma, ağacın küçültülmüş bir modelidir ve onun bütün hususiyetlerini taşır. Ağaçta ne varsa elmada da aynısı vardır. Zaten elmanın içindeki çekirdeğin, ağacın genetik bir haritası olduğunu bugün fen ilimleri de tespit etmiştir. Ayrıca hayatın her ikisinde de bulunması bu levazımatı lüzumlu kılıyor. Zira bir hayatın teşekkül etmesi, bütün kâinatın çarklarının işlemesi ile mümkündür.

Öyle ise ağaç için nasıl kâinat gerekiyor ise, elma için de kâinat gerekiyor. Allah, kâinattaki bütün eserlerine öyle bir mühür vurmuş ki taklidi mümkün değildir. Elma kiminse kâinat da ancak O’nundur.

Elmanın kâinatın küçük bir misali olması, bütün kâinatla irtibatlı olmasındandır. O elmanın vücut bulması için, bütün kâinat ve sebepler lâzımdır.

Üstadımızın “İnsan şu kâinatın en son ve en cemiyetli meyvesi” ifadesinde, elmanın da kainat ağacının bir meyvesi olduğu, ancak en son, en cami ve en mükemmel meyvenin insan olduğu beyan edilmektedir.

20. "Her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve bir tek şeyi halk eden, her şeyi yapabilir. bir tek zâta verilse, bütün eşya bir tek şey gibi kolay olur ve sühulet peyda eder." İzah eder misiniz?

“Her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve bir tek şeyi halkeden, her şeyi yapabilir.”(1)

Allah bir şeyi her şeyle irtibatlı yarattığından, bir şeyi yaratmak için her şeyi yaratmak ve her şeyin dizginini elinde bulundurmak gerekiyor.

Meselâ, bir meyvenin meydana gelmesi için, güneş, hava, su ve toprak gibi nice sebepler lâzımdır. Sebepler açısından birisi olmasa meyve de olmaz. Demek Allah tek meyvenin vücut bulabilmesi için bütün kâinatı istihdam edip ona hizmetçi yaptırıyor. Öyle ise "meyveyi kim icat ediyor ise, ona lâzım olan bütün sebeplerin mucidi ve sahibi de O’dur." 

Hem de meyvenin icadında bütün sebepleri istihdam etmek için nihayetsiz ilim, irade ve kudret zarurîdir. Bu nâmütenahi sıfatlardan birisi olmasa meyve yine olamaz.

“Hem eşyanın icadı bir tek zâta verilse, bütün eşya bir tek şey gibi kolay olur ve sühulet peyda eder. Eğer müteaddid esbaba verilse ve kesrete isnad edilse, bir tek şeyin icadı; bütün eşyanın icadı kadar müşkilâtlı olur ve imtina' derecesinde suubet peyda eder.”(2)

Kâinatta olup biten bütün işleri bir tek Allah’a vermek, sebeplere ve tabiata vermekten daha kolay, daha mâkul ve daha mantıklıdır. Bu hârika işleri sağır tabiata, kör tesadüfe ve sebeplere vermek akıl dışıdır. Yani birlikte kolaylık ve mâkuliyet varken, çoklukta zorluk vardır.