Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Sekizinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

Oluşturulma tarihi: 21.02.2025 22:02    Güncellendi: 21.02.2025 22:02

Sekizinci Hakikat Kategorisindeki Tüm İçerikler

1. Onuncu Söz, Sekizinci Hakikat hakkında bilgi verir misiniz?

Üstadımız Sekizinci Hakikat'te “Bâb-ı vaad ve vaîd” ile ahirete bir pencere açmıştır. Bu delili şöylece özetleyebiliriz:

"Hiç mümkün müdür ki, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sânii, bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icmâ ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlâhîsini yerine getirmeyip hâşâ acz ve cehlini göstersin? Halbuki, vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez? ..."(1)

Hâlbuki vadettiği şeyler, O’nun kudretine hiç ağır gelmez. Bilakis O’na pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını gelecek baharda iade etmek kadar kolaydır.

Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki, bütün peygamberler tevatürle onları haber vermiş ve bütün evliya icma ile onların vukuuna şehadet etmişlerdir.

Hem Allah’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi, O’nun izzetine zıttır ve zatına yakışmaz!

Evet, Cenab-ı Hakk'ın her zaman cenneti teşvik edip emirlerine itaat edenlere vaadetmesi ve cehennemden sakındırıp yasaklarına uyulmaması durumunda oraya gideceklerini ısrarla hatırlatması bir hakikat iken, bunları yaratmaması ve böylece -haşa- aczini ve cehlini kabul etmesi, ayrıca bu ilahi ihtarları insanlara bildiren bütün enbiya ve evliyayı yalancı çıkarması mümkün değildir. 

Çünkü vaadini yerine getirmemek bir züldür. Allah böyle bir şeyden sonsuz kere münezzeh ve âlidir. Ayrıca vaadini yerine getirmemek ya aczden ya da cehilden gelir. Allah'ın sonsuz kudret ve ilim sahibi olduğuna bütün kainat maddesi ve manasıyla şahittir. Bununla beraber, Allah'ın cennet ve cehennemi yaratmaması, düşmanları olan kafirlerin "Ahiret yoktur, böyle bir alem olamaz." olan davalarında ve iddialarında tasdik etmektir ki, böyle bir şeyden de sonsuz münezzeh ve âlidir.  

Şimdi bu önemli ve son derece kuvvetli delili maddeleyerek toparlayalım:

1. Cenab-ı Hak müminlere cenneti ve kâfirlere de cehennemi vadetmiştir.

2. Cenab-ı Hak bu vaadini bizlere, peygamberleri ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir.

3. Demek ahireti getirmemek, bütün peygamberleri yalancı çıkarmak ve bütün kitapları tekzib etmek demektir. Elbette Allah Teâlâ, o en sadık kullarını yalancı çıkarmaktan ve kendi kitaplarını tekzib etmekten son derece münezzeh ve mukaddestir.

4. Sözünden caymak ve vaadinden dönmek ya cehalet ya âcizlik ya da yalancılık sebebiyledir. Madem AllahTeâlâ hakkında cehalet, âcizlik ve yalan düşünülemez, öyleyse ahiretin varlığı da inkâr edilemez.

5. Demek ahiretin varlığını inkâr edenler, Cenab-ı Hakk’ı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham etmektedirler ki; bu azîm cinayetin cezası da elbette cehennem olacaktır.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Sekizinci Hakikat.



2. "Bab-ı Vaad ve Vaiddir. İsm-i Celîl ve Cemîlin cilvesidir." başlığında, İsm-i Cemîl ve Celîlin birbirleriyle münasebeti hususunda düşünceleriniz nedir? Bunlar birbirine zıt olan esmâdır; bu zıtlığın haşirle nasıl bir münasebeti vardır?

Vaad mükâfat vermeye, vaid ise ceza vermeye bakar. Cennet, cemalin tecellisi olduğu gibi, cehennem de celalin tecelli mahallidir. 

“Cemîl” ismi “güzel” manasına gelir ve Allah’ın bütün cemalî isimlerine de işaret eder; Rahmân, Rahîm, Rezzak, Ğaffar, Müzeyyin gibi.

“Celîl” ismi ise “celal ve azamet sahibi” demek olup, bütün celalî isimleri hatırlatmaktadır; Kahhar, Cebbar, Mütekebbir, Kadir gibi.

İsm-i Cemîl ve Celîl’in birbirine zıt olması ve haşirle münasebetine gelince:

Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve bu yönüyle esmâ arasında zıddiyet yoktur; zıddiyet tecellilerdedir. İmtihan için dünyaya gönderilen insanlar birbirine zıt işler görmekle, kendilerine farklı isimlerin tecelli etmesini, hâl diliyle istemiş oluyorlar. Bu zıt işler bu dünyada birbiriyle karışık iken, bu karışıklık ölümle ve haşirle son buluyor. Cemâl tecellilerini gerektiren işleri yapanlar bir tarafa, ötekiler de ayrı bir tarafa ayrılıyorlar.

Kısacası, “Cemîl” ismi cennetten, “Celîl” ismi ise, cehennemden haber verir.

“... Hayır şer, güzel çirkin, nef' zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidayet dalalet, nur nâr, iman küfür, taat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor. … Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak.”

(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.



3. Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ifadelerinde geçen "mutlak" kelimesi hangi manada kullanılmaktadır? Münazarat’ta, "mutlak olanların takyid olunabileceği" ifade edilmektedir?

Mutlak; “kayıtsız, bir şarta bağlı olmayan, umumiyet üzere, serbest, intişar eden” demektir.

Mutlakın, bu tariflerle yakından alâkalı bir başka tarifi de “Bir şart ve kayda bağlı olmaksızın dilediğini yapmakta irade sahibi olma.” şeklindedir.

Bazen bu kullanımlar arasında tezat var gibi görünürse de biraz dikkat edildiğinde, bütün tariflerin aynı noktaya vardığı görülür.

Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatları mutlaktır, yani bu sıfatları tecelliden engelleyecek başka sıfatların bulunması muhaldir. Meselâ, Allah’ın kudretinin faaliyetini engelleyecek bir başka kudret yoktur ve  tasavvur edilemez. Zaten, şeriklerin vücudu yoktur ki, sıfatları da olsun ve İlâhî sıfatların icraatına mâni olabilsinler.

“Evet, ıtlakın mahiyeti, iştirake zıddır. Çünkü ıtlakın manası, hatta mütenahî ve maddî ve mahdud bir şeyde dahi olsa, yine istilakârane ve istiklaldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet, hattâ su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.”(1)

Bir de “bir sözün mutlak olarak zikredilmesi” meselesi var. Böyle bir sözün kayıt altına alınması şöyle olur: Meselâ, okul müdürü falan sınıftan bir öğrencinin gelmesini emretmişse bu emir “mutlaktır”, yani şarta bağlı değildir. O sınıftan her kim gelse bu emir yerine gelmiş olur. Ama müdür, bu teklifini kendisi kayıtlayabilir. Yani, “Falan sınıfın en uzun boylu öğrencisi gelsin.” dediğinde teklifini kayıtlamış olur ve o sınıftan sadece en uzun boylu şahsın gelmesiyle bu emir yerine gelmiş olur.

 Külliyat’tan bir misal:

"İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: 'Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.' Ve hâkezâ..." (2)

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, İkinci Şua, İkinci Makam..
(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.



4. "İfâ-yı vaad ise hem bize, hem her şeye, hem kendisine, hem Saltanat-ı Rububiyetine pek çok lâzımdır." Ne demektir?

"...İfâ-yı vaad ise hem bize, hem her şeye, hem kendisine, hem Saltanat-ı Rububiyetine pek çok lâzımdır. Hulfü’l-vaad ise, hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihata-i ilmiyesine münafidir. Zira, hulfü’l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir."(1)

Burada geçen “kendisine” kelimesini “esmâ-i İlahiye” olarak anlamamız gerekiyor. Zira Ğaniyy-i Mutlak ve Samed olan Allah’ın zâtı hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, zâtî isimleri de öyledir. Yani, Ehad, Vahid, Kadîm, Bâki gibi isimleri için de mahlûkatın olup olmamaları arasında fark yoktur.

Ancak Halık ve Rezzak gibi fiili isimlerin ve Latif, Kerim gibi şuunata taalluk eden isimlerin tecelli istemeleri onların mahiyetlerinin muktezasıdır, bir ihtiyaç olarak düşünülmemelidir.

“...Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki mesela Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Latîf ismi lütfetmek istilzam eder...”(2)

Saltanat-ı Rububiyet, bütün âlemleri ancak Allah’ın terbiye ettiğini ifade eder. “İnsan kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi” olduğundan, bu kâinattaki terbiye fiilleriyle insanın çok yakın ilgisi vardır. Yine insanın mahiyeti itibariyle ebedîyetle de alâkası vardır.

“... Bu insan ebed için halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.”(3)

Arza halife olarak yaratılan insana, iman ve salih amel şartıyla cennet vaad edilmiştir. Bu vaadin yerine getirilmesini Saltanat-ı Rububiyet iki cihetle ister:

Birisi: Onuncu Söz'ün başında ifade edildiği gibi, her saltanat kendisine hizmet edenlere mükâfat, isyan edenlere de ceza vermek ister.

Diğeri ise, bu âlem insan için yaratılmıştır. İnsanların itaatleri mükâfatsız, isyanları cezasız kalırsa, bu dünyadaki harika nizam hiçliğe hizmet etmiş olur ve bu sonsuz hikmetlerin hepsi abesiyete inkılab ederler.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Sekizinci Hakikat.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.



5. "Hulf-ül vaad ya cehilden, ya aczden gelir." cümlesini nasıl anlamalıyız?

Hulfü'l-vaad ıstılahî olarak ahdinden dönmek, verdiği sözü yerine getirmemek manasına geliyor. Meşru bir sebebi olmadığı halde verdiği sözü yerine getirmemek ise, insanlar nezdinde kötü bir davranıştır.

Bir vaadi yerine getirmemenin iki temel sebebi olabilir. Birisi o vaad ettiği şeyi yapmaya ilmi kifayet etmez, diğeri ise onu yerine getirmeye gücü yetmez.

Nihayetsiz ilim ve kudret sahibi olan Allah için bu düşünülemez. Cenâb-ı Hak, dünyayı yaratmayı bildiği gibi âhireti yaratmayı da bilir. Keza, dünyayı yaratmaya gücü yettiği gibi âhireti yaratmaya da yeter. O halde, Onun için vadinden ve sözünden dönmek söz konusu olmadığı için vaad ettiği âhireti mutlaka yaratacaktır ve yaratmıştır.

6. Hulfü'l-Vaad ile hulfü'l-vaid arasında fark var mı, izah eder misiniz?

Hulfü'l-vaad, bir mükâfat vermeyi vaad ettiği halde, bu vadini yerine getirmemektir. Mesela, oğluna "Takdirname getirirsen sana bisiklet alacağım." dediği ve çocuk da bu şartı yerine getirdiği halde bisikleti almamak. 

Hulfü'l-vaid ise, emrine karşı gelenleri tehdit ettiği halde, bu tehdidin icabını yapmamak demektir. Mesela, komutan askerine "Bunu bir daha yaparsan sana hapis cezası vereceğim." dediği ve asker de bu hatayı yaptığı halde bu cezayı kesmemek.

Birincisi cennete bakarken, ikincisi cehenneme bakar. Her ikisi de Allah hakkında muhaldir.

7. Kur'an'da ve mukaddes kitaplarda Cenab-ı Hak ahireti vaad ediyor. O vaadinde hulfetmez. Bu nevi ifadeler, malumu ilam veya bir meselenin ispatında "devir" kabilinden değil midir?

Bir şeyin bir şeye delil olabilmesi için, delil olduğu şeyin haricinde ve ondan bağımsız olması gerekir ki, ona kati ve akli delil olabilsin. Şayet delil olan şey delil olunan şeyle ayakta duruyor, onunla sabit oluyor ise, buna mantıkta "devir" denilir ki, ispatta değeri yoktur.

Mesela, "Kur’an Allah’ın kelamıdır." sözüne "Delilin nedir?" denildiği zaman, "Allah böyle buyuruyor, benim kelamımdır, diyor.", demek ve konuyu ayetle ispat etmek devir kapsamına girer. Burada ayetin ayete delil olması devir olur. Öyle ise öncelikli olarak ayetin Allah kelamı olduğu akli ve harici deliller ile ispat olunması gerekir, ondan sonra ayet delil olarak devreye girer.

Nakli deliller Kur’an ve hadislerdir. Akli deliller ise Kur’an ve hadisleri harici bir şekilde doğrulayan, akıl ve mantık çerçevesinde getirilen objektif önermelerdir.

Mesela, Hz. Muhammed (asm) ümmidir. Yani okuma ve yazması yoktur. Kur’an ise kitabidir. Yani ilmilik ve kitabilik isteyen bir kitaptır. Ümmi birisinin böyle eşsiz ve benzersiz bir kitabı telif etmesi mümkün değildir demek, akli ve mantıki bir önerme ve delildir. 

Allah’ın vaadinden dönmemesi akli ve harici bir delildir. Zira sözünden dönmek, -haşa- ya acizlikten ya da cehaletten gelir. Allah’ın aciz olmadığına ve cehaletten pak ve münezzeh olduğuna bütün kainat ve icraatları şahittir. Vaadini semavi kitaplar ve peygamberlerin dili ile ilan etmesi bütünü ile nakli bir delil değil ki, devir lazım gelsin.

Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna dair ciltlerle deliller zikredilmiştir. Risale-i Nurların ekser delilleri devrin haricinde olan akli ve harici delillerdir. Hâl böyle olunca, Allah’ın vaadinden dönmemesi devir değil, akli bir önermedir.

Malumu ilam meselesinde ise, nazarlar gayet sathi ve avami olduğu için, Risale-i Nurların bahsettiği hakikatlerin insanlık için gayet hayati ve önemli olduğu görülemiyor. Ülfet ve ünsiyet hastalığı nazarları gayet sönük ve basit bir hale atmıştır. İnsanlık en zahir hakikatleri bile görmekten aciz kalmıştır. Bu yüzden en kamil manada Kur’an ve bu zamanda onun manevi tefsiri olan Risale-i Nurlar, bu zahir hakikatleri insanlığa ders vermek için keskin ve beliğ ifadeler ile o ülfet ve ünsiyet perdesini yırtıyorlar.

Hem Risale-i Nurların o muazzam ve benzersiz tespit ve ifadelerine malumu ilam diyeni ilk defa işitiyoruz. Genelde Risale-i Nurları ilk duyanlar; bunlar benzersiz ve her meseleyi akli, ilmi bir şekilde ele almış eserlerdir derler. Dikkatle aynı konuları tekrar okumanızı tavsiye ediyoruz.



8. "Bütün görünen şeyler ve işler sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir Zatı tekzip ediyorsun!" Her şeyin, Allah'ın sıdkına şehadetini nasıl anlayabiliriz?

"İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun." (Sözler, Onuncu Söz, Sekizinci Suret)

İnsan, kendi akıl feneriyle olaylara bakınca, kalbinde de iman ve itikat noktasında bir dayanak bulamayınca veya bildiği halde kabul etmeyince, çok değerli delilleri bile yok saymaya ve reddetmeye başlar. Gözümüz bazı olay veya eşyaları görür, lakin arkasındaki usta veya faili kalp ve akıl ile görür ve hisseder. 

Mesela, Cenab-ı Hak çok ayetiyle "Ölümden sonra sizi tekrar dirilteceğim." diyor ve bu sözünü icraatları ile teyit ediyor. 

Bahar mevsiminde milyonlarca canlıyı ölümlerinden sonra diriltmesi, kışın öldürüp sonraki baharda yeniden diriltmesi sıdkına ve hakkaniyetine bir delil bir ispat bir hüccet oluyor. Yani diriltmek hususunda ne kadar kudretli ve maharetli olduğunu ihya ve imate işlemi ile ispat ediyor. Aynı şekilde her günü gece ile öldürüp, ertesi sabaha tekrar diriltmesi de ahirete güzel ve isabetli delillerdir. 

Kitabında "Benim gücüm ve kuvvetim her şeye yeter." diyor ve kâinat sahnesinde sergilediği olağanüstü faaliyetler, bunun doğruluğunun ispatı oluyor. Dünyamızdan milyonlarca kat daha büyük olan milyarlarca gezegenleri gayet kolay idare etmesi, onun sonsuz kudretinin bir ispatı ve vesikası niteliğindedir. 

Kâinat kitabında sergilenen bütün fiil ve icraatlar, Allah’ın kemal ve cemal sıfatlarla mücehhez olduğunun en güçlü, en sağlam ve en doğru vesikalarıdır. Bu fiil ve icraatlar, onun doğruluğuna ve hakkaniyetine işaret eden en sağlam belgeler niteliğindedir. 

Bir faili ve özelliklerini, en iyi faaliyet ve icraatlarından tanırız. Allah’ı da en güzel ve sağlam bir şekilde bize tarif eden delil ve belgeler de kâinatta sergilediği icraatlarıdır.



9. "Nihayetsiz küçüklük içinde, nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun." cümlesinde insan neye göre küçüktür? Hâlbuki insan, kâinatın kendisine hizmet ettiği en müstesna varlıktır.

İnsanın küçüklük ciheti Yirmi Üçüncü Söz'de şöyle ifade edilir:

“İnsanda iki vecih var. Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri ubudiyet cihetinde hayat-ı ebedîyeye bakar."

"Evvelki vecih itibariyle öyle bir bîçare mahluktur ki; sermayesi yalnız ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz'-i ihtiyarî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir şu'le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir.”

Diğer taraftan insan ahsen-i takvimde, en üstün bir mahiyette, en geniş bir istidada sahip olarak yaratılmıştır. Bu istidadın ve ona bağlı nice kabiliyetlerin hayırda kullanılması güzel neticeler vereceği gibi, şerde kullanılmalarıyla da büyük cinayetler işlenebilir. İnsana cüz’î irade verildiğinden hayat, akıl, kalb, hafıza, hayal, sevgi, korku gibi manevî sermayesi yanında göz, kulak, el, ayak gibi organlarını da hayır ve şer yollarından dilediğinde kullanmakta serbest bırakılmıştır.

Nihayetsiz cinayet, birçok risalede olduğu gibi yine Yirmi Üçüncü Söz'de de geniş olarak işlenmiştir. Hülâsa olarak, insan küfür ve dalâlet yoluna girmekle kendisine hizmet eden bütün bir kâinatı tahkir eder; kıymetsiz ve mânâsız görür.

Ayrıca, bütün mahlûkatın hakikatleri esmâ-i İlâhîyeye istinat ettiğinden, mahlûkata yapılan bu tahkir esmâ-i İlâhîyeyi de tezyif manası taşır. Yani o mükemmel tecellileri ehemmiyetsiz görür, dikkate almaz, düşünmeye değer bulmaz. Bu ise, o esmâya karşı büyük bir cinayettir.

Üçüncü olarak, bu batıl yolda giden kişi mahlûkatı da “terzil” etmiş olur. Yani, Allah’ı tesbih eden o varlıkları kendi isyanına ortak eder, küfür ve isyan yoluna onların yardımlarıyla girer. Bu ise o varlıklara büyük bir hakarettir. Meselâ, hırsızlık yapan bir kişi bu haramı işlerken aklını kullanmış, ayağıyla hırsızlık mahalline yürümüş, gözleri ona yol göstermiş, elleri o işi bizzat işlemiştir. Böylece insan kendisine takılan bütün maddî ve manevî cihazlarını o haram işe bir nevi ortak etmiştir.



10. Bazı ehl-i cehennemin bir dişinin dağ kadar olması, ifadesi hadis midir; nasıl anlamalıyız?

Bu gibi hadislerde anlatılan hususlar, bir yandan kâfirlerin işledikleri suçlarının büyüklüğüne, diğer yandan onlara verilecek cezanın şiddetine işaret etmek içindir.

Bediüzzaman Hazretleri bu hadis-i şerifle kâfirin cinayetinin büyüklüğüne işaret edildiğini kaydeder. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kâfir kişi cehennemde şüphesiz öyle iri yapılı olur ki dişi Uhud (dağın) dan muhakkak daha büyük olur ve vücûdunun dişinden büyüklüğü (de) herhangi birinizin vücûdunun dişinden büyüklüğü gibidir."(1)

Ceza ile suçun mütenasib olmasının bir icabı olarak, dünyada Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının tecellilerini inkâr eden, kâinatın yaptığı ibadetleri yok sayan, varlıkları -Allah’ın değerli birer memuru yerine- başıbozuk, tesadüflerin oyuncağı olarak görüp, değerlerini hiçe indiren ve onların hukuklarını çiğneyerek, nihayetsiz zulüm işleyen kâfirlerin çekeceği cezanın da buna uygun bir ağırlıkta olması gerekir.

Küçük bir dişin çekeceği bir acı ile Uhud Dağı büyüklüğündeki bir dişin çekeceği acı arasında, küçük bir taş ile Uhud dağı kadar fark vardır.

(1) bk. İbn Mace, Zühd 38.



11. "Şu mevcudat Hak söyleyen sadık kelimeleri, şu hadisat-ı kâinat; doğru söyleyen natık ayetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş elbette yapacaktır." cümlesindeki mukayeseyi biraz açabilir misiniz?

Hak, batılın zıddıdır ve adâletle yakın alâkası vardır.

Bilindiği gibi adâlet ikiye ayrılır. Birisi ihkak-ı hak, yani her hak sahibine hayatı ve varlığının devamı için lüzumlu bütün cihazların verilmesi, bütün şartların en mükemmel şekilde hazırlanması. Diğeri ise zâlimlerin cezalandırılması.

Birinci şıkkı, bütün mevcudat âdeta haykırmaktadır. Güneşe takılan gezegenlerin sayılarından büyüklüklerine kadar hepsi adaletle verildiği gibi, her atoma da taşıyabileceği kadar elektron yerleştirilmiştir. Ağaçların dallarından bütün bedenlere takılan organlara, bu organların vazifelerine, bu vazifeleri yapabilmeleri için lüzumlu tabiat şartlarına kadar her şey en mükemmel şekilde hazırlanmıştır.

Bütün bunlar hikmet ve adaletle icra edilmiştir. Allah’ın Âdil ve Hakîm olduğunu “Şu mevcudat Hak söyleyen sadık kelimeleri, şu hadisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri.” ile bizlere ders veriyor. Bu dersi tam aldığımız takdirde, “Cenâb-ı Hak vaad etmiş, elbette yapacaktır.” hükmünü de bütün ruhumuzla tasdik ederiz. Zira vaadini yerine getirmemek hak değildir, batıldır; Hak ismine aykırıdır.